Share This Article
Chrétien de Troyes’nın 1180’e doğru yazdığı Perceval‘de, şövalye Gauvin bir gün bir şato ve bir kent fark eder: “Kalabalık ve güzel insanlarla dolu kentin tümüne ve altın ile gümüş dolu sarrafların tezgâhlarına bakıyor. Mümkün tüm meslekleri icra eden işçilerle dolu meydan ve sokakları görüyor. Şunlar zırhlı başlık, bunlar örme zırh yapıyorlar; şunlar mızrak, bunlar kalkan; şunlar vücut zırhı, bunlar üzengi yapıyorlar, şunlar da kılıç parlatıyorlar. Bazıları yünlü kumaş yapıyor, bazıları da onları dokuyor, şunlar boyuyor, bunlar da büküyor; başkaları da altın ve gümüş eritiyor, bunlar iyi ve güzel iş çıkarıyorlar: büyük içki kupaları, tabaklar, mineyle süslü mücevherler; yüzükler, kemerler ve tokalar. Bu kent zenginliklerle, balmumu, karabiber ve baharatla ve çeşitli renklerden kürklerle veya Rusya sincabı kürküyle ve her türlü malla boğazına kadar dolu olduğundan, insan kendini burada hep fuarın içinde sanabilir ve bunu söyleyebilir.”
Fakat kent insanları senyörlerine karşı ayaklanır… “Komşular, belediye başkanı ve meclis üyeleri ile şişko ve yağlı çok sayıda burjuvanın yan yana oturdukları bir toplantı görülmektedir. Çığırtkan orduyu seferber etmek üzere bağırır ve halkın tümü toplanır, commune çanları tek bir kimsenin bile çağrıdan kaçmaması ve elinde bir orak, yaba, kargı veya sopa almayan tek bir oyun bozanın olmaması için çalar…” Gauvin’e refakat eden genç hanım onlara şöyle haykırır: “Hey! Hey! Aşağılıklar topluluğu, kuduruk köpekler, pis serfler çetesi, sizi hangi şeytan gönderdi?”
Kent hem harika hem de şeytanidir
Ortaçağ kentsel gerçeklerinden çok, kente şövalyece bakışı temsil eden bu hayal ürünü edebi metin, ortaçağ insanına görünmüş olduğu biçimiyle kentin bazı esaslı çizgilerini güçlü bir şekilde ifade etmenin uzağında da kalmamaktadır.
Kent her şeyden önce, seyrek nüfuslu geniş alanların ortasında, küçük bir mekânda yoğunlaşan, kaynaşma halinde bir toplumdur. Daha sonra da parasal bir ekonomi tarafından beslenen zanaat ve ticaretin birbirine karıştıkları bir üretim ve mübadele yeridir. Kent aynı zamanda, emeğin çalışkan ve yaratıcı kullanımı uygulamasının, ticaret ve para gustosunun, lükse yatkınlığın, güzellik kavrayışının sadır olduğu özel bir değerler sisteminin de merkezidir. Öte yandan kent, içine kapılardan girilen ve sokaklarla meydanlarda yol alınan ve kulelerle çevrelenmiş, surlar içine kapalı bir mekânın örgütlenme sistemidir de.
Fakat kent aynı zamanda, en zenginlerinin kendilerini hiyerarşik olarak değil de eşitler olarak -yan yana oturmuşlar – oluşturdukları ve yekvücut ve dayanışma içinde olan bir kitleyi yönettikleri, komşuluk üzerinde temellenen bir toplumsal ve siyasal organizmadır da. Kilisenin düzenli olarak çalan çanlarıyla çevrelenen ve vurgulanan geleneksel zamanın karşısında, bu kentsel laik toplum, laik çanların isyana, savunmaya veya yardıma yönelik düzensiz çağrılarının altını çizdikleri bir cemaat zamanını fethetmişlerdir. Bu kent insanları – şişman veya zayıf – kendilerine ait beslenme, fizik ve askeri kodlara da sahiptirler. Bunlar nitelikli savaşçılar, sırım gibi sporcular olmayıp, eğer başarıya ulaşmışlarsa şişko ve yağlıdırlar ve eğer bir savaşa bulaşırlarsa yegâne silahları, kullandıkları iş aletleridir.
Nihayet, kentin aynı anda hem büyülediği hem de kaygılandırdığı, onu hem arzulayan hem de ondan çekinen soylular için kent halkı, nihayette köylü kitlesine, villa’da yaşayanlara (küçük hanım onlara vilenaille: villa’da yaşayanlar sürüsü diye bağırmıştır), bağımlılık lekesine bulanmış serflere (küçük hanım onlara pis serf yığını diye de haykırmıştır) dahil edilebilecek bir gruptan ibarettir. Kentliler, onun tarafından gönderilmiş olan Şeytan’ın adamlarıdır. Kent hem harika hem de şeytanidir.
Kendini X. ve XIII. yüzyıllar arasında, Avrupa’nın o zamana kadar tanık olduğu en kitlesel şehirleşme hareketlerinden birinin ortasında kanıtlayan ortaçağ kenti üç esaslı sorun çıkarmaktadır.
Nereden gelmektedir ve nedir? Antik kentsel olgunun basit bir devamı – ya da yeniden canlanması – mıdır? Ortaçağ kenti antik kentin devamı veya yeniden doğumu mudur? Yoksa yeni ve özgün bir olgu mudur?
Antikiteden ortaçağa kentsel süreklilik sorunu
Feodal sistemin bağrında nasıl işlemektedir? Toprak ve savaş üzerinde temellenmiş bir köylüler ve savaşçılar dünyasında zanaatçı ve tüccar olan, geçimliklerini ve dönüşüm güçlerini hammaddeler ve paradan sağlayan kentlilerin yeri nedir? Kentsel ekonomi, kentsel toplum, kentsel kültür ve zihniyet feodal üretim tarzıyla, feodal-vassalık sistemle, feodal değerlerle nasıl eklemleşmektedir? Acaba bunları feodaliteyi içten kemirmekte olan bir prekapitalizm ile mi, yoksa feodal sistemin bir aşaması olarak mı tanımlamak gerekir? Feodal bir kent var mıdır?
Nihayet, aynı anda hem din hem de egemen ideoloji olarak işlev gören ortaçağ Hıristiyanlığı için kent neyi temsil etmektedir? Önce antik sitelere yerleşen ve köylüleri (pagani) putataparlarla özdeşleştiren Hıristiyanlık, ortaçağ kentlerinde kendini yeniden bulmuş mudur? Yukarı ortaçağın piskoposluk sitesi ortaçağ kentinin bir önceki çekirdeği midir? Ya da ilk bin yılının Hıristiyanlığı, yeniden kentselleşmekte güçlüklerle karşılaşacak kadar kırsallaşmış mıdır? Veyahut da Hıristiyanlık X. yüzyıldan önce, ortaçağ şehirleşmesi tarafından kabul görecek olan yapıları meydana getiren ideoloji veya somut modeller mi yaratmıştır? Ortaçağ kenti tanrı sitesi mi olmuştur? “Sığınma kenti” manastır, ortaçağ kenti için bir model mi oluşmuştur?
Ortaçağ Avrupası’nda ticaret, evler, hastalık, eğlence, tıp, suç ve ceza kavramları Burgların içinde gelişmişti.
Antikiteden ortaçağa kentsel süreklilik sorunu, ortaçağ tarihçilerinin en tat aldıkları konulardan biri olmuştur.
Belçikalı büyük tarihçi Henri Pirenne (1862- 1935), ortaçağ kentinin çoğu zaman, antik kentlerin uzantıları olan yukarı ortaçağın sitelerinin dış mahalleleri ile “bourg”larından doğduklarını kabul etmekle birlikte, antik kent ile ortaçağ kenti arasındaki kopukluk üzerinde özellikle ısrarlı olmuştur. Ona göre, VII. ve VIII. yüzyıllardaki Arap fetihlerinin sonucu olarak Akdeniz’in kapanması büyük ticareti, parasal ekonomiyi söndürmüş ve antik kent ağının ölümünü harekete geçirmiştir.
X. yüzyıldan itibaren toparlanma başladığında, bu ya yeniden doğmakta olan ticaret sayesinde yeni kurulan dış mahalleler, ya da ex nihilo (hiç yoktan) yaratılanları aracılığıyla olmuştur. hatta bu durum antik dönemde var olmuş bazı sitelerin durumunda bile geçerlidir fakat Pirenne’e göre bu gibi yerlerde tüm kentsel hayat ve örgütlenmeler III. ve IV. yüzyıllar boyunca ortadan kalkmıştır, örneğin Flandre’da Kuzey Denizi ile Escaut nehri arasındaki alanda olduğu gibi.
Maurice Lombard da kendi cephesinden, Pirenne tezlerinin tam tersinde yer tutmasına ve büyük ticaret ile parasal dolaşımın yeniden başlamasını Müslüman dünyasının çağrısına bağlamasına rağmen, İslamiyet’in etkisinden kaynaklanan, antik site ile ortaçağ kenti arasındaki kopuş konusunda ısrar etmekteydi. Buna karşılık, tarihçiler antikite ile ortaçağ arasındaki kentsel sürekliliğin varlığını iddia etmekte inat etmişlerdir. Örneğin 1977’de Adriaan Verhulst Bruges, Anvers, Gand ve Tournai’de olduğu kadar Cambrai ve Arras’da da antik sitenin yukarı ortaçağ esnasında ayakta kaldığını ve IX. yüzyıldan itibaren kentsel rönesansın buralarda uluslararası ticaretin etkisiyle değil de antik kökenli kent-öncesi çekirdeklerin ekonomik faaliyetlerinin yerel çapın dışına doğru genişlemesiyle kendini gösterdiğini savunmaktaydı.
Ekonomik merkez
Ortaçağ sınırları itibarıyla olduğu kadar, bugünkü sınırlar içinde de, antikitede az veya çok Romalılaşmış mekâna ait olan Fransa gibi bir ülke için topografik devamlılığın aşikarlığı gerçektir. Ortaçağ Fransası’nın kentlerinin çok büyük çoğunluğunun kalbinde veya toprağının altında bir Roma kenti vardır. Fakat bu kent, bu dönemden itibaren ya harabe halindedir ya da derinlemesine bir dönüşüm geçirmiş bir dekordur.
Eğer yalnızca mekân veya zaman temeline oturulacak olursa ve bu iş büyük bir tarihi kapsamı olmayan bir kökenler sorunsalı düzeyinde yapılacak olursa, antik kent ile ortaçağ kenti arasında ancak süreklilik bulunacaktır. Gerçek tarihsel sorun, kentin doğası ve işlevine ilişkin olanıdır. Oysa ortaçağ kenti bu perspektiften antik kente nazaran esastan yenidir, başkadır.
Hiç kimse bunu Marc Bloch‘tan daha iyi anlamamış ve ifade edememiştir:
Batı ortaçağının toplumsal iklimine özgü çizgiler arasında kentsel cemaatten daha karakteristik olanları yoktur. Akdeniz ülkelerinde ‘polis’ tipinin ayakta kalmasının uzunluğu her ne olursa olsun ortaçağ kenti gerçekten tipik vecheleri itibarıyla Antik kentten derinlemesine farklılaşmaktaydı. Çok daha saf bir şekilde tüccar ve zenaatçı olan ortaçağ kenti, aynı zamanda çevresindeki kırlardan çok daha net bir şekilde ayrılmıştı. Kuşkusuz bu kırlara ihtiyacı vardır. Onlara egemen olmaya ve onları sömürmeye sıklıkla uğraşmıştır. Fakat bu işi, klasik uygulamalarda olduğu gibi, bütün bölgenin topraklı aristokrasisine sunulmuş bir siyasal ve dinsel merkez tarzında yapmamıştır. Senyörlük zorlamalarına tabi kılınmış olan kırsal alanların ortasında, bizatihi halkının yaşam tarzı, çıkarları ve zihniyeti sayesinde kazanılmış, en azından nisbi özerkliği sayesinde, ortaçağın burjuva grubu tam anlamıyla yabancı bir unsur olarak gözükmektedir. (1)
Ortaçağ kentinin birinci özgünlüğü, X – XII, yüzyılların ekonomik gelişmesinden doğmuş olarak, her şeyden önce ekonomik bir merkez, orada artık Pirenne ve Lombard’ın yapmış oldukları gibi, uluslararası ticaretin rolünün soyutlanıp ayrıcalıklı hale getirilemeyeceği bir üretim ve mübadele merkezi olmasıdır.
Charles Verlinden 1972’de “Tüccarlar mı, Dokumacılar mı?” başlığı altında, hep “kentsel kökenler” perspektifi içinde kalarak şöyle ifade etmekteydi: “Flaman kentlerinin doğum ve gelişmelerinin sonuç olduğu demografik dönüşümün ilk nedeni endüstridir. Ticaret burada endüstriden doğmuştur ve tersi geçerli değildir.” 1068- 1070’ler civarında Trierli Winric tarafından yazılmış olan Conflictus ovis et lini (Koyun ve keten çatışması) şiiri, “Frizya işi” eski paltolar olan pallia’ların, Flandre dokuma üretimi içinde yeşil veya maviye maviye çalan yeşil veyahut da koyu mavi renklerde olan, bölgede imal edilen, hem dokuma sürecin bölünmesinde önemli bir teknolojik gelişmeye tanık olan, parça kumaşlar panni tarafından ikame edildiklerini açığa çıkarmaktadır.
Kentsel iktidar
Tarımsal üretimin artık ürünün ticarileştirilmesini, zanaat için kullanılabilir malzemelerin (yün, boya malzemeleri, deri, demir) miktarının artırılması, yakın ve uzak mübadeleler için fuar ve pazar yaratılması, para basımı ve yavaş yavaş bankaya dönüşecek olan sarraf sayısının artışıyla parasal ekonominin gelişmelerini kapsayan yeni ekonomik bütünün başka bir vechesi yerine, zanaat üretimine ayrıcalıklı bir yer, fiili olarak güç olmaktadır. Fakat bu bütünün tümü kentsel gelişmeye yönelmektedir. Ve özellikle de tarımsal üretimin artması ve kentsel zanaatın gelişmesi – ki ticaret bunu başaramaz – o olmasaydı büyük kentsel iskân hareketinin zorlukla meydana gelebileceği nüfus artışını açıklamaktadırlar.
Fakat ekonomik işlev ortaçağ kentinin esas karakteristiği olduysa da başka çizgiler de onu antik kentten ayırmaktadırlar.
Antik kent, hepsinin de IV. ile VII. yüzyıllar arasında ortadan kayboldukları bir binalar ve anıtlar bütünün etrafında düzenlenmekteydi: Forum, tapınaklar, sütunlu galeriler, sirk, tiyatro, stadyum, hamamlar. Tıpkı Roma’da olduğu gibi, pazarın eski formun yerine yerleşeceği şehirlerde, topografik süreklilik, işlevlerdeki kökten bir dönüşümü gizlememelidir.
Yukarı ortaçağ kentlerinde uzun süre, kiliselerden başka bir anıt var olmamıştır ve piskopos ile ruhbanın belli bir kentsel yaşamı muhafaza ettikleri piskoposluk kentlerinde katedral, putatapar bir tapınağın yerinde değil de çoğu zaman Aşağı İmparatorluk surlarına yaslanan yeni bir yerleşim yerinde kurulmuştur. Buna karşılık Hıristiyanlık, kentsel mekâna olağandışı bir yenilik getirecektir.
İstanbul’da imparatorluk törenlerinin yapıldığı Hipodrom ve Dikilitaş.
Antikitenin kentten uzaklaştırarak, oradan çıkan yollar boyunca koyduğu ölüleri kentin içine alacaktır. Ölülerin bu kentlileştirilmelerine, XIV. yüzyıla, dehşet verici hale gelmeden önce, canlıların ölümü evcilleştirdikleri uzun dönem boyunca, onlar için pazar, şenlik ve toplumsallık yeri olan mezarlık işlevlerinin genişlemesi eşlik etmiştir.
Ortaçağ kenti, sütunlarının ve taşlarının başka binalarda yeniden kullanımı için yağmalanan antik anıtların yıkıntılarını muhafaza ettiğinde, bunlar artık bu binaların bir zamanlar yönelmiş oldukları faaliyetlerden çok farklılıkları için dekordan ibaret hale gelmişlerdir: Padovali Aziz Antonius 1124’te Limoges’da kendini dinlemeye gelmiş olan muazzam kalabalığa antik arenalarda vaaz vermekteydi. Kısa bir süre sonra yeni bir yer, eğer kentin en mükemmelinden merkezi değilse bile, en azından esas merkezi haline gelmiştir: Pazar.
Perceval’in kentte ilk önce sarraf tezgâhları ile zanaatkar ve tüccar dükkânlarını gördüğü gibi, XII. yüzyılın ortasına ait olan kahramanlık türküsü Charroi de Nimes‘de, tüccar kılığına girmiş veya fıçılar içine gizlenmiş olan Guillaume d’orange ve arkadaşları, Nimes kapılarını aşar aşmaz, aynı zamanda kenti yöneten iki Müslüman şeyhin de ulaşmak için acele ettikleri pazar meydanına doğru yönelmişlerdir:
İls étaient frères, s’aimaient beaucoup
Et gouvernaient la belle cité
İls se sont rendus directement au marche,
Escortés de deux cents paiens.
Kardeştiler, birbirlerini çok seviyorlardı,
Ve güzel kenti yönetiyorlardı.
Doğrudan pazara vardılar,
Peşlerinde iki yüz dinsiz olduğu halde.
Nihayet laik kentsel bir yönetim oluştuğunda, yeni anıtlar, kentin yeni “sıcak noktaları” belirmektedir: Hal, belediye sarayı, kent kulesi. Buralarda yeni kentsel iktidarın araçları bulunmaktadır: Teraziler, ölçü ve tartı aletleri, belgeler ve ayrıcalıkların saklandığı siciller ve kasalar, burjuva zamanını çalan saat.
Ortaçağ değerler sistemi
Nihayet, temsil düzleminde de kent ortaçağda aynı yere sahip değildir. Marc Bloch‘un düşündüğü gibi, antikitede kent ile kır fizik olarak güçlü bir şekilde birbirlerinden ayrılmamışlardıysa da aralarındaki zihniyet zıtlığı çok kuvvetliydi. Kent, urbs ve sakinleri cives cephesinde kültür, kibarlık, iyi tavırlar bulunmaktaydı.
Bunun sonucunda bugün Fransız dilindeki urbain (kentsel), urbanite (kentlilik), civilite (kibarlık), civilisation (uygarlık) terimleri ortaya çıkmıştır. Kır, rus ve sakinleri rustici cephesinde ise kabalık, kültürsüzlük, vahşilik yer almakta ve bunlar Fransız dilindeki rustique (kırsal), rusticite (kabalığa varan basitlik), rustre (kaba) kelimelerini hatırlatmaktadır. Mekâna bağlanan değerler sistemi ortaçağda farklıdır, vilain (ve eski Fransızca’daki türevleri vilenie, vilenaille, vilener, vilenastre, vileneux) teriminin (aşağı Latincede villa‘da oturan teriminden türeyen bu kelime önce bağımlı köylüyü, yani serfi ifade ederken, sonradan aşağılık, adi anlamlarını kazanmıştır – MAK) ifade ettiği köylüye yönelik vurgulu bir küçümsemeye ve özellikle de aşağı ortaçağda civilite (terim XIV. yüzyılda ortaya çıkmıştır, kentlilik) ve rusticite (biraz daha geç, 1380’ler civarında belirmiştir, köylülük) arasındaki zıtlığın yeniden doğumuna rağmen, esas değerlerin çarpışması başka yerdedir.
Bunlar bir yandan oturulan, işlenen ve inşa edilen bir dünya – kentler, köyler, şatolar, tarlalar – ile öte yandan işlenmemiş alanları, ortaçağ insanlarının bazen Doğu manastırcılığından terim ve ideoloji olarak aldıkları çöl terimiyle ifade ettikleri ikircikli ve endişe verici dünyayı karşı karşıya getirmektedirler ve Hıristiyan Batı’nın çölü ormandı. Feodal veya burjuva düzeninin karşısında, şüpheli orman çalışanlarının, haydutların, kanundışıların, çilekeşlerin ve vahşi insanların ikircikliği veya düzensizliği. Bu iki evren arasında üçüncü bir mekân uzanmaktadır, bu hem ekonomik hem de simgeseldir. Bu mekân geçici ekim alanları, essartage bölgesidir. Bu alan, kararsız insanların Yvain, Perceval veya Renart gibi vahşete, deliliğe ve ormana veya kral Arthur’ün sarayının, şatoların, kentlerin veya köylerin toplumsal düzenine yönelebilecekleri ara bir bölgedir.
Ortaçağ değerler sisteminin büyük karşıtlığı courtoisie (saraylılık, kibarlık) ile vilainie (köylülük, kabalık) arasındadır. Kent, kent olma kimliğiyle toplumun tümü için ahlaki değerler üretmemektedir. Burjuvalar aristokratik modelleri, cesur (prud’hommes) ve kibar olmayı taklit etmek ve özümlemeye gayret sarf etmektedirler. Fakat ortaçağ kenti entellektüel (skolastik kentsel bir sistemdir), estetik (gotik kentsel bir sanattır), siyasal (özerk kent, commune, modeli Fransa’da İtalya, Almanya veya Alçak Ülkeler kent-devletlerinin talihine erişemediyse de Fransız monarşisi kendini burjuvalarla olan ittifakıyla, “iyi kentler”le olan ilişkileriyle ve bir başkent seçmesiyle kanıtlamıştır) ve dinsel (özellikle Dominikenler ve Jakobenler ve Fransiskenler veya Kordeliyeler tarafından XIII. yüzyıldan itibaren yoğrulan ve yayılan “dilenci” imanlılığı kentsel bir müminliktir) modeller yoğurmakta ve yaymaktadır.
Fakat feodal toplumun içinde, kentten hareketle burjuvazinin özgünlüğünü ve ağırlığını abartmamak gerekir. Kentin işbölümü ve parasal ekonomiye verilen hız ile feodal üretim tarzının içine, uzun dönemde onu tahrip edecek bir fermantasyonu dahil ettiği doğruysa da mesleki uzmanlaşmanın belki de ruhban ve laik senyörlere ait büyük malikânelerin ministeriales’inde başladığını, değirmen devriminin kentleri olduğu kadar kırları da etkilediğini, malikâne sistemini izleyen senyörlük sisteminin parasal ekonomiye kentsel kesim kadar iyi uyum sağladığını, esas olanın hep tarımsal üretim üzerinde temellendiğini ve burjuvaların ticari kârların ve kentsel gayrimenkul spekülasyonlarının yanı sıra, kırlara yatırım yapmaktan ve fiefler satın almaktan daha fazla hiçbir şeyde aceleci olmadıklarını unutmamak gerekir.
Kent havası özgür kılar
Burjuvaların, özellikle XII. yüzyılda ve XIII. yüzyılın başlarında belli bir eşitlikçi düzen veya daha doğrusu, dikey olduğundan daha fazla yatay bir hiyerarşi kurarak, kâr ve muhasebeyi yücelterek, barış ve güvene özlem duyarak, Sombart’ın “burjuva” adını verdiği şey haline ancak Modern Çağda gelebilecek olan şu kişinin çizgilerinin taslağını çizerek, kentsel mekânı bir özgürlük mekânı (“kent havası özgür kılar” “Stadluft macht frei” demiştir Almanlar) veya daha doğrusu çoğul halinde özgürlükler, yani ayrıcalıklar mekânı haline getirerek hiyerarşik, savaşçı ve israfçı feodal değerler sistemini sarsaladıkları doğruysa da; bu burjuvaların feodal ödenti toplama tarzını, feodal üretim ilişkileriyle çok iyi uyuşan kentsel ödenti toplama biçimleriyle tamamladıkları ve tekrarlayalım, bunların “gerçek ekonomik ve siyasal işleyişleriyle uyum içinde” bir ülkü yaratmayıp, şövalyece ve aristokratik değerler sistemini özümlemeye çalıştıkları da daha az doğru değildir.
Soylu çevrelerine bağlanmış sanatçılar da kendi cephelerinden, tam da şövalye toplumu ile burjuva toplumunun karşı karşıya geliyora benzedikleri bir sırada, bu zıtlığı silmeye çalışmaktaydılar. Saraylı romanlarında kent ve şato, kırsal alanın, geçici tarım topraklarının, ormanın karşısında, çoğu zaman eşanlamlıdırlar.
XII. yüzyılın sonunda, Marie de France küçük şiirlerinde, kentin kırsal-aristokratik ve savaşçı toplum üzerinde ağırlığını duyurduğu tehdidi, şövalyelerin bazen kendi evlerinde olmak üzere, burjuvaların yanına yerleşmeye geldikleri ve her iki grubun da kibarlıkta rekabet halinde oldukları uyumlu kentler tasvir ederek, def etmeye çalışıyora benzemektedir.
Johann Huizinga ortaçağın sonbaharında, burjuvaların değerler evrenine kendilerini dayatmayı fiilen başaramadıklarını fark etmektedir. “Soylu kibarı ikame eden muktedir kentli yurttaş çehresi, bu kunt tipler arasında bir loncanın militan temsilcisi ve onun özgürlük ülküsünün çehresinden daha fazla bir yer bulamıyordu.” Kronik yazarı Chastellain “zengin kentlilere hâlâ sadece vilain‘ler demektedir.”
Bu durumda, Yves Barrel‘in akla çok fazla şey getiren kitabında (2) savunduğunun tersine, bir ortaçağ kentsel sisteminin olduğuna inanmıyorum: Fakat, feodal sistemin içinde, özgün, önemli, heryerde ortak karakteristikleri olan ve feodal sistemin mekân ve işleyişine içkin bir kentsel “ağın” olduğuna inanıyorum.
Bu kentsel olgunun özgünlüğü bana, hiçbir yerde kültürel alanda olduğu kadar iyi bir şekilde ortaya çıkmamış gibi gelmektedir. Bir ortaçağ kentsel kültürü olmuştur.
Bu kültür, aşikar bir şekilde Hıristiyanlığa bağımlıdır. Hıristiyanlık kente ikircikli bir doktrin getirmektedir. Joseph Comblin‘in savunduğu gibi, Hıristiyanlıkta gerçekten bir kent teolojisi olduysa da, bu ret ile kabul arasında gidip gelmiştir. Bir yanda Henok, Sodom, Babil Kulesi, Babil. Öte yanda Kudüs, Tanrı’nın kenti. Dünyevi Kudüs de ikirciklidir. Ve Göksel Kudüs’ün dünyevi kent ile ilişkileri Hıristiyan öte dünya doktrininin tüm ikircikliğini yansıtmaktadırlar. Kitabı Mukaddes’in Yaradılış’tan Mahşer’e kadar, öte dünyanın artan bir kentselleşmesini gösterdiğini ve ilk zamanların bahçesi cennetin yerine son zamanların bir kentini ikâme ettiğini kaydetmek gerekmektedir.
Manastır ortaya yeni bir kentsel model çıktı
Yukarı ortaçağın kilisesi bu kutsal kentsel imgeleri farklı şekillerde korumuştur. Hıristiyanlık maddi olarak önce kentlere yerleşmişti. Ve piskoposluk makamı-kent eşdeğerliliği antik kentlerin muhafazasına büyük ölçüde katkıda bulunmuştu. Fakat yukarı ortaçağın sitesi ortaçağ kenti değildi. Bu kent antik siteleri kapsıyorsa da bu siteler ve önderleri olan piskopos – ne daha dinamik ne daha muktedir – yeni kentsel organizmanın yalnızca bir unsuru haline gelmişlerdir. Öte yandan kent, yüceltilmiş imgesini ve göksel Kudüs’ün resimli temsilleriyle mahşer modasını korumuş, kentsel hülyayı dokunulmamış bir şekilde muhafaza etmiştir. Bu hülya Haçlı Seferi’nin harekete geçmesinde büyük bir rol oynamıştır. – Paul Alphandery ve Alphonse Dupront bunu parlak bir şekilde gösterdiler. –
Geçmiş dünyevi Kudüs’ün karşısında uğranılan hayal kırıklığından sonra, düş 1204’te hedeflerinden sapan Haçlılar tarafından zapt edilen İstanbul karşısındaki göz kamaşmasından beslenerek hortlamıştır. Nihayet, Batı’nın yalnızlıkları içinde, manastır ortaya yeni bir kentsel model çıkartmıştır. Lewis Mumford, “manastır fiilen yepyeni bir kavrayışa ait bir site meydana getirmekteydi, ortak hedeflerin yalnızca arızi törenler esnasında değil, aynı zamanda sürekli bir araya getirdiği insanların ortaklığı veya daha doğrusu kardeşliği” diye yazmaktaydı.
Ancak Georges Duby‘nin düşündüğü gibi, XII. yüzyıl Citeaux mimarisi Gotik Çağın kentsel mimarisinin ön resmini veriyor olsa bile XII. yüzyıllarda bir kentsel kültür esas olarak manastır kültürüne karşı çıkarak yerleşecektir. Kent, kilisesinin derinlemesine kırsallaştığı – piskoposluk kentleri ağına rağmen – yukarı ortaçağda edindiği geleneklere karşı daha geniş ölçekte mücadele etmek durumunda kalacaktır. Zaten paradoksal olarak, kilise daha sonraları büyük kentsel gelişme hareketinden ve kentlerin göz kamaştırıcı nüfus artışından sonuçlar çıkartmaya başlandığında, bu kentlere kırsal bir yapıyı yaymak için olacaktır, yani XII ile XIII. yüzyılların arasındaki dönemeçte, büyük miktarda çoğalan köy kilisesinin yapısını.
XII. yüzyıl esnasında, kilisenin kent karşısında ve onu sitenin eski yapılarından hareketle Hıristiyanlaştırmakta tereddüt ettiği görülmektedir.
Tereddüd kendini yeni Kudüslerin methüsenası ile yeni Babillerin mahkâm edilmesi arasındaki salınımda göstermektedir. Gelişmesi ve geleceği en göz kamaştırıcı kent olan Paris, bu çelişkili tavırların özellikle nesnesini oluşturmaktadır. Aziz Bernard, Saint-Genevieve dağını doldurmaya başlayan hoca ve öğrencilere şöyle haykırmaya koşmuştur: “Babil’in ortasından kaçınız, kaçınız ve ruhlarınızı kurtarınız. Hep birlikte sığınak kentlerine (yani manastırlara) uçunuz.”
Buna karşılık, başrahip Philippe de Harvengt genç bir çömeze şöyle yazmaktadır: “Bilim aşkıyla şevke gelmiş olarak işte Paris’tesin ve çok kimsenin arzuladığı şu Kudüs’ü buldun. Burası Davud’un… Bilge Süleyman’ın ikametgâhıdır. Burada öylesine bir yarışma, öylesine bir okumuş rahipler topluluğu birikmektedir ki kalabalık laik nüfusu aşacak hale gelmişlerdir. Kutsal kitapların çok şevkle okunduğu, bunların karmaşık sırlarının Ruh-ül Kudüs’ün bağışları sayesinde çözüldüğü, birçok değerli hocanın bulunduğu, edebiyat kenti olarak adlandırılabilecek kadar bir din bilimin bulunduğu mutlu kent.”
Ve Goliardlar nakarat tutmaktadırlar:
Paradisius mundi Parisius, mundi rosa, balsamum orbis.
Kamusal meydan kentsel kültürün potası
“Yeryüzü cenneti Paris, dünyanın gülü, evrenin pelesengi.” Gerçekten de kentsel yenileşme okulsal ve entellektüel düzlemde çarpıcıdır. Kırlar veya ormanlar içindeki yalnızlıklarında soyutlanmış olan manastır kiliselerinin ve bunların öğrencilerini soylular arasından devşirme usullerinin karşısında, katedral ve kent manastırlarının eski okulları önce, kentsel büyümenin ortaya çıkardığı ihtiyaçları gidermeye çalışmışlardır.
Böylece kentsel şantiyede yeni işçi, yeni bir meslek adamı belirmektedir; XII. yüzyıldan XIII. yüzyıla geçilen dönemeçte mal tüccarının yanı sıra, yeni loncalar veya üniversiteler halinde bir araya gelen kelime tüccarları (düşmanları böyle demektedirler).
Bu yeni entellektüel faaliyetin merkezinde, kentin esas işlevi mübadele, yeni kentsel mekânı, çelişkili buluşmaları örgütlemek üzere harika bir şekilde kullanılabilen sapkınların da öne çıktıkları kamusal tartışma vardır. XII. yüzyılın sonunda, Sainte-Genevieve manastırı başrahibi Etienne de Tournai okullardan kaynaklanan kaynaşmayı izlemek üzere öndeki localarda otururken öfkelenmiştir:
Kutsal kuralları, tanrısallığın sırlarını, bedene bürünmeyi, Kelâmı ihlâl ederek halk önünde tartışılmaktadır… Bölünmez Teslis kesilmiş ve kavşaklarda parça parça edilmiştir. Doktor kadar hata, salon sayısı kadar rezalet, kamusal meydan kadar küfür vardır.
İşte kamusal meydan kentsel kültürün potası, ocağı, mübadele ve yaratma yeridir.
Bu yalnızca okumuş rahiplerin bilgin kültürü için doğru olmayıp, aynı zamanda, büyük çoğunluğu çok yakınlarda kentlileşmiş köylülerden ibaret olan laiklerin popüler kültürü için de gereklidir. Mikhail Bakhtine, XVI. yüzyılda François Rebelais’nin dahiyane bir nihai nokta koymasını beklerken, bu meydanlardakilere kulak vererek dolaşan ve bunları özellikle tiyatro eserlerine, farslara, çılgınlık oyunlarına, atasözlerine ve şakalara dahil eden okumuşların kanalıyla bize kadar ulaşan popüler bir kültürün yoğrulma ve ifadesinde kamısal meydanın rolünü harika bir şekilde değerlendirmiştir. Çünkü bu kültür öncelikli komik, alaycı ve parodiye dayalıdır. Keşişlerin sessiz. ağlamalarının uzağındaki kaba şakalar, kahramanlık türküleri ve saraylı romanlarının yankılarını bize kadar ulaştırdıkları senyörlük gab‘ları, kırlarda boğulan halk kahkahası kent meydanlarında patlamaya başlamıştır.
Ortaçağ kenti böylece kentlileşmiş bir folklorun yeri, bir şamata, satıcı bağırtıları, bayramlar -ortaçağın sonu için Nathalia Davis ve Jacques Rossiaud tarafından incelenmiştir, – kırın yankısını kentsel halkın yarattıklarından ayırmanın çoğu zaman güç olduğu bir mekân haline geldiyse de kentin bu kırsal folklor yatırımı tarafından istilası, tüm kentliler nezdinde iyi kabul görmüş değildir. XIII. yüzyılın sonunda Adam de la Halle Jeu de la Feuillee’de, tiyatronun merkezinde vahşi ve aptalca gülen bir kültürün taşıyıcıları olan periler şehri ve şu yaşlı cadı Dame Douce‘un tahrik edici varlığı karşısındaki endişesini hissettirmiştir.
Vittore Carpaccio, “Hacıların Papa Ciriac ile Karşılaşmaları” (1497); Gallerie dell’Accademia, Venedik.
Fakat XIII. yüzyılda kilise kente yeniden katılmıştır. Kutsal benzetmenin çiçek açtığı teolojide (1230- 1250 arasında Paris piskoposu olan Guillaume d’Auvergne‘nin yedi buçukluk duaları kent imgesine göre sistemleştirmeyi denediği Somme‘unun önemli pasajının durumudur) ve çoğu Parisli hocalar olan Aquinalı Thomas ve çömezlerinin Aristoteles’ten insanın “siyasal hayvan” yani kentsel olduğu fikrini aldıkları teolojideki durum budur. Fakat özellikle bizzat dilenci tarikatlarının kurulmasıyla, kentlere yerleşmek üzere manastırlara sırtlarını dönen ve kentsel ağın üzerine kazınan tekkeleri kısa bir süre sonra kentin “sıcak noktaları”ndan birini oluşturan kentsel din adamları tarikatlarının yaratılmasıyla, yeni bir dinsel tavır ve spesifik olarak kentsel bir propaganda merkezi ortaya çıkmıştır.
Bu cildin temel tutkularından biri de Georges Duby tarafından ifade edilen genel fikirlerle uyum içinde kenti “ilişkiler sistemi temeliyle” sunmak ve kentsel “mekân inşasında kültürün rolü”nü göstermektedir. (3)
Büyük kentleşme hareketi
Kent özellikle, yeni kentsel cemaatler için oluşturulan, okul, kamusal meydan, meyhane, tiyatro, vaaz tarafından biçimlendirilen bir cemaat kültürü yoğurduysa da çiftin ve bireyin Owen Hugues‘un ortaçağda Cenova aristokrasisinin evlilik uygulamalarına tahsis ettiği incelemeyi başka kentlere ve başka ortamlara da yaymak gerekmektedir. Cenova üzerine yapılan incelemede aile yapısının, kentsel ortamda esas olarak menkuller ve paradan oluşan drahomanın gelişmesinin fonksiyonunda bir evrim geçirdiği görülmektedir.
Öte yandan, Maurice Lombard “Kentler ve Kişi” adlı güzel metninde, kentlinin, daha da özel olarak ortaçağ tüccarının, “çeşitli kentsel merkezleri kendi aralarında bağlayan ağın adamının,” aynı zamanda “dışa açık, kentine ulaşan yollar aracılığıyla başka kentlerden gelen etkileri almaya hazır bir adam; bu açılmanın ve bu sürekli katkıların sayesinde psikolojik fonsiyonlarını yaratan veya hiç değilse zenginleştiren ve belli bir anlamda da, karşılaştırma yoluyla kendi beni hakkında daha net bir bilince ulaşan bir adam” olduğu varsayımını geliştirmiştir.
Geriye, Fransa’nın ortaçağ Hıristiyanlığının büyük kentleşme hareketi içinde sahip olduğu yeri bildirmek kalmıştır.
Fransa Kuzey ve Orta İtalya’daki kentsel gelişmenin erkenliğine ve gücüne tanık olmamıştır. Ortaçağ Fransası’nda, İtalyan sitelerinin kendi contado‘larında yaptıkları gibi, kıra egemen olan kent-devlet var olmamış, ama çevre kırların kentler tarafından, ekonomik olduğu kadar, hukuki açıdan da sömürülmesi, Fransa’da da kapsamlı bir olgu olmuştur.
Yakınlarda André Chédeville ve Roland Fiétier bu durumu, biri Chartres ve kırları, diğeri de Besançon ve banliyösü için olmak üzere, iyice göstermişlerdir. Eğer Flandre’ın bir bölümünü de kapsayacak şekilde bütünsel olarak ele alınacak olursa, Fransa en güçlü kentleşme olgularından birinin (inşaat ve dokuma endüstrisi çifte veçhesiyle) en aşikar olduğu ve çok erkenden kurumsal ve siyasal biçimlere ulaştığı (Noyon ve Beauvais commune’leri: 1108-1109. Laon: 1112; Saint-Omer: 1127; Orléans: 1137) bir kentleşmenin sahnesi olmuştur. Fransa aynı zamanda, Le Mans Commune ayaklanmasından (1069) 1413-1414’teki Paris Cabochelular “devrimi ne kadar ayaklanmalar, isyanlar ve grevler tarafından en fazla sarsalanan ülkelerden de biridir. Roger Fédou, Lyon gibi bir şehirdeki kentsel ayaklanmaların devreselliğini ortaya koyabilmiştir.
Öte yandan ortaçağ kentsel Fransası’nı iki çizgi daha karakterize etmektedir. Bunlardan birincisi, daha erkenden kentleşmiş, antikite ve yukarı ortaçağın mirası yönünden daha zengin, fakat istisnalar dışında Kuzey Fransa’dan daha küçük bir ekonomik, siyasal ve entellektüel rol oynamış olan bir Güney Fransa ile bir Kuzey Fransa arasındaki farklılık – bu alanda da – Kuzey Fransa bunların dışında, gerçek bir kentsel canavara. Ortaçağ Hıristiyanlığının en büyük kentine, 1200-1350’ler arasında Hıristiyan âleminin entellektüel merkezine, bu Hıristiyan âleminin en güçlü krallığının başkentine de sahip olmuştur.
Kent ile hükümdar arasındaki ilişkiler
Ortaçağ kentsel Fransası’nın ikinci vechesi, krallık iktidarının kentlerin özerkliğini ve iktidarlarını sınırlamış olmasıdır fakat krallar kentlere ve burjuvalara âdeta sürekli olarak verdikleri desteklerle gerçek bir kentsel Fransa’nın gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Ortaçağ kentsel Fransası’na belli bir birlik sağlayan, yalnızca yapıların ve işlevlerin özdeşliği, yollar tarafından bağlanan bir ağın içindeki konum olarak kalmamış, aynı zamanda, kent listelerini, keyfi, düzensiz ve cahilce oluşturmuş olsalar bile, Fransa krallarının XIII. yüzyıldan XIV. yüzyıla geçilen dönemeçte, Yakışıklı Philippe’ten itibaren kent temsilcilerini burjuvaları-krallık meclislerine çağırmalan olmuştur. Fakat Fransa krallığı hakkında oluşturulan imge burada açığa çıkmaktaydı: kentler burada üçüncü tabakayı veya Georges Dumezil‘in üç işlevli şemasına göre, ekonomik işlevi, üretkenliği, refahı ifade eden etat‘yı temsil etmekteydiler.
Bu kentsel Fransa tarihi doğrusal değildir. Hızlanmalan, frenlemeleri, durağanlıklanı, ihtişam dönemleri ve bunalımları olmuştur. Fakat esas olan XII. yüzyıl civarında düzene girmişe – en azından Kuzey Fransa için – benzemektedir. Georges Duby şöyle yazmıştır:
XII. yüzyılın ilk on yılları esnasında, ekonomik büyüme Kuzey Fransa’da, paraya, yani ticari işlemlere, dolayısıyla kentlere, bin yıl kadar önce toplum ilişkilerinde sahip olduğuna benzer bir rolü tanıyacak noktaya gelmişti… Yarık yeniden açılmıştır ve kır ile kent arasında daha da genişlemeye artık ara vermeyecektir. Kent büyümekte, kendini kanıtlamaktadır. Ancak Kuzey Fransa’da 1180’den önce duruma egemen olamayacaktır. XII. yüzyılın ikinci, üçüncü çeyreklerinde hayatiyet ilkeleri kırsal olarak kalmaya devam etmektedirler.
Öte yandan, bu eser üç bölüm, üç dönem halinde eklemlenecektir. X. yüzyılın başından XII. yüzyılın ortasına kadar oluşum, kentsel yükseliş dönemidir. XII. yüzyılın ortasından 1340’lara kadar ortaçağ kentinin zirve dönemi 1330 dir. XIV. yüzyılın ortasından XV. yüzyılın başına kadar olan süre ise hem bunalım, hem de sabitleşme dönemidir. İlk devrede kent, malikane sisteminden sıyrılmakta ve şatolar ile manastırların rekabetine rağmen, siteyi ikâme etmektedir.
İkinci devrede kent, senyörlük ve krallık çerçevesinde serpilmekte ve üçüncü devrede ise hükümdar ve devlete boyun eğmekte ama iktidarın ve egemen kültürün yeri haline gelmektedir. Boyun eğdirilmiş, yırtılmış bir durumda prestijini kanıtlamakta ve tohumunu vermektedir. “Hep biraz ağır aksak olan devlete” kent “ikâmesi mümkün olmayan canlılığını” ödünç vermektedir, “Kent hayal kırıklığına uğradığında bile yukardan bakmaya devam etmektedir” (Fernand Braudel).
Kent-kır zıtlığı tüm gücünü toplamakta ve buna yeniden sahip olmaktadır. Herhalde VIII. Charles‘ın Reims’te kutsandıktan sonra, 8 Temmuz 1484’te Paris’e girişini anlatan, manzum anlatı kadar hiçbir şey. Ortaçağın sonunda kent ile hükümdar arasındaki ilişkileri simgeleyemez.
Kent önce krala tabi oluşunu dile getirmektedir:
Kralımız kapıya geldiğinde
Kendini bekleyen burjuvaları buldu.
Heyacanla ona getirildi
Temsilcilerden biri tarafından
İşlenmiş büyük bir gümüş anahtar
Ki bu işaretiydi
Onun tabiyetinde ve koruması altında
İtaat altına giriyordu.
Fakat kent kendini kralın hocası olarak da kanıtlamaktadır. Kent uygarlıktır. Değerlerin yaratıcısı değilse bile, dağıtıcısıdır. Krala felsefesinin. siyasal ahlakının ne olması gerektiğini söylemektedir.
Kent kapısındaki “moult belle” (çok güzel) bir çadırın üstünde parlak bir güneş ve her bir sapında kralın yanında, ona ilham verecek erdemlerin oturdukları büyük bir zambak temsil edilmektedirler:
Zambağın tepesinde oturmuştu
Kralı temsil eden bir oğul,
Sonra her yaprağın üzerinde
Gösterecek olan erdemi,
Adalet orada ayaktaydı
Merhamet, Aşk ve Bilim.
Akıl ve Barışı ifade etmekteydiler.
Yardımlarının çok olduğunu.
Ve hiçbir şeyi yönetemeyeceğini
Eğer erdemler onda olmazsa,
Yönetemez
Ne ona bağımlı olan halkı,
Ki bu halk onun izniyle,
Bu erdemlerle yönetilmeli,
Barış içinde tutulmalı ve idare edilmelidir,
Ve Tanrı’ya ve şanına hizmet edilmiş
olacaktır.
Adalet, Merhamet, Aşk ve Bilim, Akıl ve Barış. X. ve XII. yüzyıllar arasındaki Barış hareketinden doğmuş olan, yeni hukuki ve yardımsever kurallar koyma kaygısına sahip, bilgi ve aklın – bütün biçimleriyle – birleştikleri entellektüel değerlerin harekete geçiricisi ortaçağ kenti, ona boyun eğdirmiş olan ama ona ihtiyacı da olan devlete kendi programını çizmekteydi.
Bu program, 31 Ağustos 1461’de kente neşeli girişi esnasında altın işlemeli yünlü elbiseler giymiş olan beş kadın Paris alegorisini canlandırırken – Barış, Aşk Akıl, Sevinç, Güven – XI. Luis’ye önerilmiş olanına benzemekteydi. Aşk, 1485’te Rouen’da kesinleştirileceği üzere “kamusal aşk”, yani kent halkının kralda tezahür eden devlete olan aşkını ifade etmekteydi. Buna da kralın bu iyi kentler için olan aşkı karşı gelecektir. Aziz Louis oğluna yazdığı En seignements’da ona, kentleri “lütuf ve sevgiyle” tutmasını tavsiye etmekteydi.
Kent ile krallık arasındaki bu duygusal bağlantı çağrısının, kentsel Fransa tarihinin yeni bir bölümünü mü açacağını, yoksa Ancien Régime retoriğinin ölü bir sözü olarak mı kalacağını gelecek belirleyecektir.
Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay
Dipnotlar:
1) Marc Bloch, Annales d’Histoire economique et sociale, 1938 s.87-88.
2) Yves Barel, La Ville médiévale: systeme social, systeme urbain, Grenoble, 1975.
3) Françoise Choay. “Sonsöz”, in, E.T. Hall, La Dimension cachée, Fra. çev. Paris, Seuil, yeni bas.. 1978, s. 239 ve 241.
N.B. Jacques Le Goff. “Introduction. “Histoire de la France Urbaine, c. II, La Ville Mediévale, Paris, Seuil, 1960.