Share This Article
Kent sorunları söz konusu olduğunda sanki yabancı dil konuşuyormuşuz gibi gelir bana. Bugün kent üzerine tartışanları dinledikçe aklıma nedense bilinmeyen topraklar üzerine atlayan paraşütçüler geliyor.
Yağmur yağınca çamurlaşmayan, gölleşmeyen bir yoldan geçmek ya da kaldırımda ezilme korkusu olmadan yürümek, etrafı güzel ve bitmiş yapılarla çevrili, bakımlı bir sokakta, estetik zevkler duyarak dolaşmak, makaroni yumakları gibi telefon telleri, heyula gibi kara ve çirkin elektrik direklerine rastlamamak, sıraya girerek otobüse binmek, ezilmekten korkmadan yaya geçidinden geçmek, aracın saatinde geleceğini bilerek yola çıkmak ve vaktinde yetişmek, komşunun çöpünü kapınızın önüne dökmeyeceğini bilmek ve daha binlerce biçimsel ve davranışsal olgulardan kurulu işleyen bir sistem içinde yaşamak.
Bir kenti uygar yapan özellikler ve nitelikler. Aslında kolay anlaşılabilir, görünüşte herkesçe paylaşılan istekler. Ve bunların haklılığını ve varlığını temel sorumluluk olarak üzerine almış bir örgütleşme ve kurumlar.
Türk göçerinin devam eden yerleşme süreci
Türkiye’de bunlar genelde olanaksızdır. Bu yargı karamsar bir yorum olarak kabul edilmemeli. Olanaksızlık, kanımca, tarihi bir sürecin hazırladığı bir sonuçtur. Bugünkü kent yapısının fiziksel ve sosyal, nesnel değerlendirilmesi Batılı ölçütler içinde doğal sayılan birçok olgunun bizim toplumumuzda bugün için olanaksız olduğunu düşündürüyor; sözünü ettiğim tarihi süreç Türk göçerinin Anadolu’da dokuz yüzyıldır devam eden yerleşme sürecidir.
Birçok yazar, Türk toplum yapısında ve davranışlarında göçer yaşamından artakalan özellikler aramış ve bulmuştur. Benim çağdaş Türk toplumunda göçerlik uzantısı aramak gibi özel bir endişem ve amacım yok. Fakat Anadolu-Türk dönemi kentleşme olgusunun bugüne kadarki evriminin, bugünkü kargaşanın temel nedenlerinden biri olduğu kanısındayım. Böyle bir yorum bazı kent sorunlarının, ekonomik olanaksızlıkların çok ötesinde sosyokültürel sınırlardan kaynaklandığını düşündürüyor.
On dokuzuncu yüzyılın levanten dünyasını özleyenlerle buldozeri sinek raketi gibi kullananlar aynı kentte yaşıyorlar ve toplum yapısındaki çaresiz ikilemleri vurguluyorlar. Kanımca Karaköy köprüsünden geçen insanların ortalama kültür düzeyi ne ise İstanbul’da imar adı altında yapılan işlerin düzeyi de odur. O köprüden yürüyerek hiç geçmeyenlerin kent fizyonomisine katkısı ise beş yıldızlı otellerle yaldızlı villalardır.
Belediye reislerinin faaliyetleri, Anadolu köylüsünün kent egemenliği ürünleridir
Toplum örgütlenmesinin fiziksel, düşünsel, davranışsal ve ütopyaya kadar uzanan bütün boyutlarını, eğer fazla abartmış olmaktan korkmazsam, kent görünümündeki küçük ayrıntılarda bulabileceğimize inanırım. Kent yapısı, toplumu kısa süreli bir yaratma sürecinin ürünü olan tek tek artifaktlar olarak değil, bazen binlerce yıllık değişmeler sürecinin bugüne kadar süzülüp gelebilmiş verilerinin tümüyle gözler önüne serer. Türkiye tarihinin en ilginç konusu, Anadolu fethinden bu yana kentleşmenin doğası üzerinde yapılacak gözlemlere ve onun günümüzün davranışlarını da içeren yorumlarına dayanacaktır.
Eğer İstanbul’da kaldırımlar yetersiz, ulaşım bir keşmekeş içinde ise, eğer Türk kentlerinin tarihten kalan fizyonomisi kolayca buldozer operatörüne teslim ediliyorsa bunların nedeni, büyük ölçüde, kırsal yaşam sınırlarını çok zorlayamamış bir kent olgusunun tarihinde yatar. Temelde, Dalan ya da başka belediye reislerinin faaliyetleri, Anadolu köylüsünün kent egemenliği ürünleridir.
Bu ortalamanın üzerinde yüksek bir teknoloji ürünü olan Boğaz Köprüsü’nün, metronun, beş yıldızlı otellerin, otoyolların yapılması ise kısa süreli üretim süreçleridir. Tarihin her döneminde güç ve para sahipleri, kendi sınırlarını aşan bazı şeyler üretebilmiş ve tüketmişlerdir. Bu tür yapıtlar kentlerin gerçeklerini değil, güç odaklarını yansıtırlar. Toplum yapısının ikilemelerine işaret ederler. Yolsuzluk, kaldırımsızlık, susuzluk, kargaşa, çirkinlik, düzensizlik gibi temel sorunları ortadan kaldırmaz, tersine, daha belirgin hale getirirler.
Coğrafi konumu ve mimari tarihiyle dünyanın güzel şehirleri arasında gösterilen İstanbul’da çarpık kentleşmenin ve yeşil alanların yok olmasının önüne geçilemiyor.
Göçerlerin ilk Anadolu Türk kentlerindeki yaşamda yerleri sınırlıydı
Türklerin Anadolu’ya yerleşmeye başlamalarından bu yana toplumsal sorunların başında kentleşme olgusu gelmiştir. Çünkü Anadolu’yu Türk dilli yapanlar göçer geleneğini davranış ve tutkularıyla sürdürmüşlerdir.
Göçerin güncele verdiği öneme, İslamın öbür dünyayı bu dünyaya yeğlemesi gibi bir motif de eklenince -gerçi bu felsefenin Müslümanı dünyevi nimetlerden uzaklaştırmadığına tanıklık eden sayısız örnek verilirse de bunun en azından büyük halk yığınları için elverişli bir kaderciliği teşvik ettiği de bir gerçektir – tarımsal ekonominin sınırları içinde bir kent ölçüsü oluşmuştur.
Selçuklu döneminin kentleri İslama yeni açılmış cihat topraklarıydı. İran, Orta Asya, Mezopotamya ve Suriye’nin kentlileri Türk sultan ve emirlerinin başkentlerine yerleştiler ve yerli halkla kaynaşarak bir kent kültürü oluşturdular. Bu görüntü göçer duyarlığının ürünü değil, Doğudan uzayıp gelen ve Bizans’la buluşan yönetici katların özel tüketiminin görüntüsüdür.
Göçerlerin bu ilk Anadolu Türk kentlerindeki yaşamda yerleri sınırlıdır. Onların yerleşmeye geçenleri köylere ve biraz da kent dışındaki mahallelere yerleştiler. Eski Şamanların gücünü, belki de anısını sürdüren tarikat babalarının, bozkırın sert ve yerinde duramayan göçerini toprağın nimetlerine çağıran uygarlaştırıcı ve yumuşatıcı etkileri oldu.
Osmanlı toplumu yeni bir kent imgesine ulaşıyor
Osmanlı büyük imparatorluk düzeninden önce, belki de İstanbul’un fethine kadar Anadolu ve Rumeli’de kent yaşamının özellikleri Selçuklu döneminden fazla değişik olmamıştır. Kent, Türk beylerinin hükümranlık amaçları ve İslam toplum imgesi için ne kadar gerekli ise devletin gücünü kırsal düzende yaşayan yarı göçere dayaması da o denli gerekliydi.
Sonradan Türkten bağımsız bir köle gücüne dayanan sistem kurulup mutlak bir sultan-devlet eşdeşliğine dayalı merkezileşme gerçekleştikten sonra Anadolu’nun kentleşememesinin nedenleri de ortaya çıkmış oldu. Osmanlı dönemi, Selçuklu çokmerkezliliğini ortadan kaldırınca, kent imgesinin gelişmesini temellendiren ekonomik olanaklar ortadan kalkmadıysa bile sınırlandı.
Fatih, Roma kayserinin tahtına oturduğu zaman Osmanlı toplumu yeni bir kent imgesine ulaşıyordu. Ne var ki Osmanlı başkenti, bir maddi çevre olarak imparatorluk içinde tekti. Geç antikiteden kalmış surlar içinde erişilmez bir politik ve ekonomik gücün gösterisi olan İstanbul’un yeni İslami fizyonomisi, onu diğer taşra kentlerinin kırsal boyutlarından uzaklaştırıyordu. Üstelik hep kozmopolit bir kent olarak yaşadı.
Kuşkusuz İstanbul’la birlikte Bursa, Edirne ve bazı eski eyalet merkezleri o çağ için büyük kente özgü bazı anıtsal özellikler taşımışlar ve çevrelerine Osmanlı kent imgesini yerleştiren roller oynamışlardır. Fakat temelde bu kentlerin sosyal yapısı ve örgütlenmesi kadar, fiziksel yapısı da tarımsal ekonominin kırsal görüntüsünü pek aşmış değildir.
Başkent İstanbul’da, sur içinde bile kent dokusu, yaşamını yakın zamanlara kadar izlediğimiz ve bugün Zeyrek ya da Süleymaniye çevresinde, bundan yirmi yıl öncesine kadar hemen her semtte bulunan küçük bahçeler içinde iki üç katlı gösterişsiz ahşap evleriyle kırsal bir karakter taşımıştır. Bundan kısa bir süre öncesine kadar Türk insanı, yüzde sekseni köylerde, geri kalanı köyden sadece bir iki cami, han, hamam, medrese gibi boyutlarıyla ayrılan taşra kentlerinde yaşamıştır.
Osmanlı başkenti ve büyük kentlerinin on dokuzuncu yüzyıl sonunda yetişmeye başlayan burjuvazisini ve bürokratlarını ve cumhuriyet dönemi kentsoyluları, Batılı kent yaşamının boyutlarını öğrenip onu taklit etmeye çalıştılar. Kent kültürünün kişi yaşamında çağdaş Batı düzeyine erişmesi, bazı fiziksel olanaklar dışında gerçekleşebiliyordu. Fakat bunu kent boyutunda yinelemek olası değildi.
Geçen yüzyıl sonunda Moda’da, Pera’da ya da Tarabya’da yaşayıp kendini Batının parçası sayan ve İstanbul’un pitoreskini bir yabancı gibi dışarıdan izleyen Türkler az değildi. Fakat İstanbul bu ayrıcalıklı kişiler gibi hızlı değişmedi ne de İstanbul sakinlerinin çoğunluğu dünya görüşlerini ve davranışlarını bir iki kuşakta değiştirebildiler.
Köy, kasaba ve kent yaşamı arasındaki küçük farklılıklar
Anadolu kentlisi ve köylüsü, İkinci Dünya Savaşı sonrasına ve bazı yörelerde bugüne kadar küçük toprak yolları, ahşap, kerpiç ya da taş bir iki katlı evleri, küçük çarşıları ile binlerce yıllık tarımsal toplum uykusundan yeni uyanmış bir kentten başkasını bilmediler.
En önemlilerinin nüfusu birkaç on bini geçmeyen bu kentlerin, bugünkü hayhuyla karşılaştırıldığında insanda nostalji yaratan çekici bir dünyası vardı. Ben, Anadolu kent ve köylerinin doğuda, ortada ve batıda olanlarında yaşamak şansına sahip oldum. Bugün o deneyime büyük bir mutluluk olarak bakıyorum.
Köy, kasaba ve kent yaşamı arasında küçük farklılıklar vardı. Bazı kentlerin ortaçağa dayanan bir tarihi, birkaç anıtsal yapıda billurlaşırdı. Geç Osmanlı dönemi ve cumhuriyet bu kentlere bir istasyon binası, hükümet ve okul yapıları, halkevleri ve kışlalar, bir iki park ve istasyon caddesi ile Atatürk heykelli cumhuriyet meydanları eklemişti. Anadolu’nun köylüsü ve kentlisi için kent imgesi, yakın zamanlara kadar bunlardan oluşuyordu. Başkent Ankara bunların yanında taşralının yüreğini hoplatan hükümet yapıları, Potsdam villalarıyla bir Orta Avrupa kenti olmaya özenirdi. Taşhan’ı, Samanpazarı ve kalesi ile Yenişehir’i, Doğu-Batı ikilemini yansıtırlardı. Ve bozkır ortasındaki başkent İstanbul nostaljisiyle yaşardı.
1950’lere ulaşıldığında İstanbul, Ankara ve birkaç liman kenti dışında Türkiye bir köyler ve kasabalar ülkesiydi. Değişmeye başlayan kent imgesinin yeni öğesi apartmanlardı; bundan böyle Türk insanının kentli statüsünü vurgulamak için kullanacağı simgesel yapılar.
Mimarların dergilerde izledikleri ve gazetelerin ara sıra büyük bir övünme vesilesi yaparak duyurdukları stadyum, sergi sarayı ya da her nedense hep saray olmaya teşne resmi yapılar başkent ve bir iki kent dışında sahneye ellilerden sonra girdiler ve Anadolu insanı kentlileşmeye ilişkin pek yüzeysel bir birikimle çevresindeki yapı dünyasının birdenbire bir beton cendere olarak kendini sardığını gördü.
Kent imgesinin oluşmasına ve davranışlara ilişkin bir iki gözlem
Kuşkusuz çoğunun tarihi antikiteye uzanan Anadolu kentleri, hiç olmazsa ortaçağdan kalmış kaleleri ve anıtları, ilginç yerel mimarileriyle gıdasını insan yapısı çevrenin özelliklerinden alan uzmanlar için tadına doyulmaz yaşam çevreleri olarak değerlendirilebilir. Fakat bunun halkın yargısı olmadığını anımsamak iyi olur.
Bugün o kentlerin kenarda köşede kalmış örnekleri, çağdaş kentin kargaşasıyla karşılaştırıldığında ne büyük bir dinginlik ne kadar rahat bir yaşam ortamı yarattıklarını görmemek kolay değil. Karmaşık ilişkiler ve istekler içine girmemiş eski Anadolu’nun tarımsal ekonomi toplumu, dünyaya pek açılmamış rahatlığı ile o ortamı yaratmıştı. Fakirlik ve cehalet için de elverişli bir ortam olduğunu eklemek gerek.
Kuşkusuz her kenti aynı kefeye koymak doğru değildir. İskenderun ya da İzmir bu imgelere uymaz. Ne var ki bunların sayısı azdır. Kaldı ki bugün büyük kentlere göç edenler, çokluk yukarıda sözünü ettiğim ortamdan çıkıyorlar.
Yeni kentliler büyük kentle karşılaştıktan sonra eski imgenin transformasyonu nasıl oldu? Bu yeni kentli, eğer kentli ise, ne tür bir kentlidir? Değilse nasıl bir adaptasyon sürecinden geçerek ne kadar sürede kentli oluyor? Kuşkusuz bunlar çağdaş sosyologların, psikologların büyük bir yoğunlukla ele aldıkları sorunlar. Benim burada üzerinde durmak istediğim, kent imgesinin oluşmasına ve davranışlara ilişkin bir iki gözlem.
Gelenlere kent-köylü, taşralı hatta sadece köylü, kentleşmeye köyleşme ya da taşralaşma da desek, bugünkü Türk kenti yepyeni bir fenomen; başka bir kent olgusu. Benzer gelişmelere dünyanın başka ülkelerinde de rastlamak olasıdır. Fakat bizim en iyi bildiğimiz kendi ülkemizde olanlar.
Kentliyi ve kenti bütünleştiren, temsil eden bir kent örgütü hiç olmadı
Kentli sözcüğü sadece kent adını verdiğimiz bir yerde yerleşmişlik anlamına gelirse, Türkiye kentleşmiş bir ülkedir. Nüfusu yarım milyonu geçen kentlerin sayısını bir gösterge olarak kullanırsak, bugün Türk halkı oldukça yoğun bir kent ortamında yaşıyor.
Yeni Türk kentinin kent-kentli ilişkileri açısından ilk özelliği bu ilişkinin doğasından kaynaklanmaktadır. Göçle gelen nüfus belli bir orana yükselince, kentle kentliyi “identifier” etmek zorlaşmaktadır. Bu özellik cumhuriyetten önce de Batı’dan farklı bir nitelik taşırdı. Türk kentlisi, kendini kentin sahibi hissetmezdi. Sosyal bağları aile ve klandan sonra belki tarikata olur ve fiziksel çevre boyutu olarak da mahalle sınırları içinde kalırdı. Kanımca hemşeri, bizim kültürümüzde şehirden çok şehirli ile olan bir bağı ifade eder, çok kez yinelendiği gibi kentliyi ve kenti bütünleştiren, temsil eden bir kent örgütü hiç olmamıştı.
Şehremaneti, kenti yukarıdan kontrol eden bir mekanizmaydı. Bizde belediye reisleri de kentliden çok partilerin adamlarıdır. Seçimleri kentle ilişkileri, kente yararları ve kentten olmaları gibi ölçütlerden çok, bir parti ile eşdeşleşmelerinden gelir. Belediye seçimlerinin genelleşmesinden sonra yavaş yavaş bu tablonun değiştiğini söyleyebiliriz.
Kentsel dönüşüm yıllar boyunca üretilmiş köklü mahalle kimliklerinin birçoğunun kaybolmasına veya yok olmasına neden oluyor.
Bugünkü kitle iletişim olanakları içinde kente sahip çıkacak ve kentlinin sahip çıkacağı belediye başkanları ve örgütleri yavaş yavaş gelecektir. Fakat bugün kentlerinin geçmişine, yapısına, kültür ortamının özelliklerine duyarlı, kentin kimliğini etinde ve kanında duyan ve kırsal kültür yapısının gündelik endişelerini aşan belediyeler olabileceğini düşünmek aşırı iyimserlik olur. Çünkü bu davranış kent halkının henüz yapısında yoktur.
Burada halk deyimini sadece köyden gelmiş yeni kentli olarak kabul etmek de doğru değildir. Bir iki kuşak önce kente yerleşmiş ve okumuş olanların davranışları da pek farklı değildir. Hatta soydan kentli olanlarımız bile, belki bir geçmiş kuşağın birkaç mensubu dışında, kent-kentli eşdeşliğini bulabileceğimiz bir bilinç ve terbiye ile yetişmemiştir.
‘Bu su sizin Taşdelen’den daha temizdir!’
Kırsal insan davranışı ne demek? Yeteri kadar kapsamlı olmasa bile ben bunu sanayi öncesi toplumunun İslam ve Türk tarihi içindeki özelliği olarak görüyorum. Bu bir zanaatkâr ve köylü toplumu davranışıdır. Bunlar kötü özellikler değil; belki de insan doğasına daha uygun, daha somut, daha candan, daha sağlıklı özellikler. Düşünceyi tek egemen güç olarak görmeye alışmamış doğal insan özellikleri. Ne var ki bu pitoresk özellikler, insanlar çok büyük sayılarda bir arada yaşadıkları ve teknoloji cenderesinde yamyassı olduklarında onları rahat ettirecek nitelikte değiller.
Bunları birkaç küçük ayrıntıda inceleyebiliriz: Örneğin, bir çöp sorununu düşünelim: Köylünün ambalajı olmayan bir şey yiyip onun artığını bahçesine ya da yola atması doğal bir davranıştır. Ve bu kentteki çöp kavramı ile eşdeş bir olgu değil. Bir kabuk kırsal çevrede dönüşebilir. Hayvanlar onu yiyip yok edebilir. Böylece köyde çöp bir özümlenme çemberine girip doğaya katılabilir. Aynı köylü aynı jestle bir plastik kutuyu asfalta bırakınca olayın niteliği değişir. Kent çevresi atılanları dönüştüremez. Hatta yeteri kadar kent olmamış bizim kentlerimiz bile bunu gerçekleştiremezler.
Bu büyük bir kent sorunu olur. Köyün boyutları içinde kanalizasyon da bir sorun çıkarmaz. Küçük boyutlu bir kentte de öyledir. Pis sular, rahatsız edici olsalar bile, doğada kaybolabilirler. Urfa’da çarşıdan gelen açık kanal içindeki su ile abdest alan halkla tartışmıştım. Birkaç adım önce dükkânlar tarafından kullanılan suyun aktığı için temiz olduğunu bana ispat etmek için “Bu su sizin Taşdelen’den daha temizdir!” diye maşrapayı pis kanaldan doldurup içen adam, davranışının ve düşüncesinin ilkelliği ile bizleri hayretlere düşürmüştü. Fakat doğal bir tavırdı. Türkiye’de bazı kanalizasyon örnekleri olsa bile, koskoca Osmanlı başkentinin bir kanalizasyon sistemi olmamıştır. Bugün dev boyutlu ekonomik olanaklar gerektiren kanalizasyon sorunları var bütün Türkiye’de.
Türk sürücü bir kabadayı süvaridir
Kırsal kesimden kente gelenin motorlu araçla ilişkisi de biraz karmaşıktır. Motorlu aracın statüsüne tutkundur. Fakat araba onun için bir at gibidir. Onu at gibi sürer. Gaz pedalına bastığı zaman atına kırbaç vurur gibi basar. Gerçi gaz pedalına basmanın verdiği kudret hissi daha çok kentleşmiş ülkelerin insanında da vardır. Fakat bu teknik bir öğenin nasıl kullanılacağına ilişkin bir bilgi ve ihtiyatla birliktedir.
Türk sürücü bir kabadayı süvaridir. Yolları başkalarından önce fethetmesi gerekir. Nasıl bir ovada at süren belli bir iz içinde kalmazsa, yeni kentli şoför de aynı iz üzerinde kalamaz. Belki de canı sıkılır. Geometrinin ve makinenin disiplini süvari için can sıkıcıdır.
Kentlerde bizi rahatsız ettiğini düşündüğümüz davranışın temelinde kırsal yapılı insan davranışlarının sürekliliği vardır. Bağırarak ya da itişerek etrafını rahatsız eden insan eğer kent kökenli ise asosyal ve tipik olmayan bir insandır. Fakat köylü ve taşralı için yüksek sesle konuşmak bir gereksinme olabilir. Kentin yarattığı sınırlamalar kırda yoktur.
Bu davranışlar bir kent halkının çoğunluğunun davranışları ise ve bunlar demokratik bir süreç sonunda kentin karar mekanizmalarına da hükmettikleri zaman, yayanın ya da araba sürücüsünün ya da onların kentsel yaşamlarını kontrol eden örgüt ve kurumların, bazı aydınların tasarladığı kentsel düzende – ki buna Batılı kent düzeni diyoruz – işleyeceğine inanmak için büyük bir iyimserlik, hatta hayal gücü gereklidir.
Kentin biçimlenmesinde en önemli sorun bir kent imgesi yokluğu
Toplum kültürü büyük bir tutarlılıkla kendine özgü maddi ve manevi düzenleri yaratmıştır. Bu eski düzenlerin varlığı, milyonluk sanayi kentlerinin gerektirdiği disiplin ve otokontrollerle ilişkili şeyler değildir. Yeni kent, yeni davranışları gerektirmektedir. Bu davranışların bir bölümünün Batılı gibi olması sadece Batı kökenli olmasından değil, çağdaş kentsel yaşamın doğasından kaynaklanmaktadır. Ve bu, kültürün uygarlıktan farklı olabileceğini düşündüren ilginç bir ara kesittir.
Eski Anadolu kenti bir yerel kültür verisi ise çağdaş kent yereli aşan bir uygarlık ürünüdür. Bir yolun doğru bir eğimle inşa edilmesi, yanında bir bordür bulunması, kaldırımın düzgün bir kaplaması olması ve bina ile düzenli bir şekilde birleşmesi, bir ızgaranın yol kaplaması ile aynı hizada bulunması, bunları bilen yeterli işgücünün varlığı, var olan üretici potansiyelin yerinde kullanılabilmesi, fiziksel ya da davranışsal bir kuraldışılığa karşı duyarlı olmak, bir çöp yığınından, bir rahatsız edici kokudan, bir su birikintisinden, çamurları yola akan bir arsadan, yola taşan bir tahta perdeden, kaldırıma park yapan bir arabadan, biçimsel çirkinliklerden rahatsız olmak, kabadayılık duyguları törpülenmiş olmak ve daha sayısız, küçüklü büyüklü davranış özellikleri kenti yaşanabilir yapan özelliklerdir.
Bunları köyden ve taşradan gelenlerin birinci, ikinci, belki de üçüncü kuşağında bulmak, çevremizde tanık olduğumuz olaylara bakılırsa hayli uzak görünüyor. Ve bunların birçok istisnaları olması, ortalamanın yetersizliğini ortadan kaldırmıyor.
Kentin fiziksel çevresinin biçimlenmesi açısından en önemli sorun bilgi, uzmanlık, teknoloji yetersizliklerinden de öteye bir kent imgesi yokluğu ya da var olan imgenin yüzeyselliğidir. Çevrenin estetik boyutlarına karşı kesin bir duyarsızlık ise en yaygın bir kültür özelliği gibi gözüküyor.
Harap bir kent sokağında bir güzellik bulmak, bir yaşama potansiyeli sezmek, bir yeni işlev hayali oluşturmak ve bunlara ek olarak, bunlara sahip bir uzman gereksinmesini duymak ve daha yüksek bir çevre bilincinin sonucu olan daha düzenli bir kent için zorlanmak, fiziksel çevre ile davranışlar arasındaki dengeyi sağlayacak önemli davranışlardır.
Ve bunlar hiçbir yasa, örgütlenme ya da para ile sağlanamaz. Temelde sağlanamaz çünkü toplumun davranışının ifadesi olarak karar verenler katında da aynı niteliktedir. Bu uygarsızlık bir yapıp on bozmak zorundadır. Kaldı ki böyle bir karar mekanizmasından politik ve ekonomik baskılara dayanma gücü de beklenemez. Çünkü güzeli, düzenliyi isteme, arama isteği ve direnci kırsal kesimden gelen büyük kütlelerin kent yaşam kalıplarına girecek kadar uysallaştıkları zaman gerçekleşebilecektir.
Kentin köy olmaması
Akılcılığa teslim olmayan bir kent hayal edilemez. Belki bunun ideal bir ölçüsü de yoktur. Ama dün ve bugün, bizde ya da dünyada, bir geometrik oranın farkına varıldığı çevreler olmuştur. O çevrelerde bir estetik heyecanın insanı düşünceye sevk ettiği görülmüştür. Sayının üzerinde başka endişelerin varlığı dile getirilmiştir. Bugün Türkiye nüfusunun ihmal edilebilir bir azınlığı böyle endişelere sahiptir. Fakat onların kentin gelişmesini etkileyecek karar mevkilerine gelmeleri söz konusu değildir.
Kentin köy olmaması, bahçe, park, köprü, tramvay ve otel dikmenin çok ötesinde ve üzerinde bir amaca hizmet eden, bir en büyük kurum fizyonomisine erişmesi kütlelerin birkaç kuşak sonra, bir tür sayısal ve iletişimsel determinizm sonucu – belki biraz da eğitim – kendilerine yeni bir ortam yaratma isteğine sahip olmalarına bağlıdır.
Nesneler arasında gözle görülen düzgün ara kesitler ve onları gören gözler; düz çizilebilmiş çizgiler ve o çizgilere saygılı davranışlar; organik sağduyuyu aşmış aklın egemen olduğu bir düzen tutkusu. “Afur tafurla” ortada dolaşanlar o ayrıntıları daha hayal bile etmiyorlar.