Share This Article
Ünlü bir hayvanbilimci kentleri hayvanlar bahçesine benzetiyor. İlginç bir yaklaşım. O, konuyu insan açısından ele almış ama ona pek âlâ başka yönlerden de yaklaşılabilir. Örneğin yapılar açısından. Bir kentteki yapıları hayvanlara benzetmek olası. Neden olmasın, insan bu düşünceye biraz alışınca hiç de kötü bir şeymiş gibi gözükmüyor. Bakın, şurada bahçe içinde şirin bir fino köpeği. Biraz ilerde kambur üstüne kambur bindirmiş beton develer. Göklere doğru şaha kalkan beş yıldızlı bir at. Kentin kıyısında köyden yeni geldikleri için dip dibe sokulmuş şaşkın ördekler. Kent gerçekten büyük bir hayvanlar bahçesi.
Doğal olarak bu hayvanlar arasında genç, sağlıklı, güzel olanlar olduğu gibi hastalar, yaşlılar, can çekişenler var. Hatta fosillere bile rastlamak olası.
Hepsinin ilginç bir yanı var. Nasıl doğabilimciler canlıları, fosilbilimciler de taşlaşmışları inceleyip onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorlarsa, mimarlık tarihçileri de yapıları inceliyorlar. Öğrendikleri de çoğu kez yapıyla ilgili şeyler olmaktan öteye, insana, insanın yapısına ilişkin şeyler oluyor.
İstanbul’da da her kentte olduğu gibi türlü çeşitli hayvan var. Aralarında oldukça ilginç olanlar bulunuyor. Örneğin şu tarih öncesi dönemde yaşamış büyük sürüngenleri andıran surlar, hisarlar. Kentin içinde, kıyısında, hiç beklemediğiniz bir yerde karşınıza çıkıveriyorlar. Ya iri gövdeleri, uzun duvarlarıyla insanı etkiliyorlar, ya da koca ağızlarını açıp sizi yutmaya hazırlanıyorlar.
Ama korkmayın, bunlar da en az eski çağlarda yaşamış benzerleri kadar zararsız yaratıklar. Kentin içinde sessiz soluksuz yatıyor, neredeyse günlerinin dolmasını bekliyorlar. Değil başkalarına kötülük etmek, kendilerine zarar verenlere karşı bile korunacak durumda değiller. Çoğu kez biz de daha iyi günler gördük dercesine uzaklara bakarak düşlere dalmış gibiler.
Yapılar da hayvanlar gibiler, doğuyor, yaşıyor, ölüyor
Dilerseniz onlar üstünde biraz duralım. Surlar, hisarlar yalnız büyüklüklerinden dolayı eski çağ sürüngenlerini anımsatmıyorlar. Soyları tükenmeye yüz tutmuş bir yapı türünün son üyeleri olmalarıyla da onlara benziyorlar. O tür işlevlere gerek olmadığı için artık yenileri yapılmıyor, eskiler de çoğu kez ilgisizlikten yitip gidiyorlar. Kimi yerlerde yazgılarıyla baş başa bırakılmışlar, kimi yerlerde yıkılıp yerlerine geniş bulvarlar yapılmış.
Zaman zaman onarıldıkları da olmuyor değil, o zaman geçici bir süre için canlanıp dinçleşiyorlar. Ama bu ilgi sönünce gene insanlar gelip oralarından buralarından taşlarını söküyorlar. Adına bitki dediğimiz asalaklar her yanlarını sarıyor. En kötüsü de kendilerine yer edinmeye çalışan öteki hayvanlar, onları gelip sıkıştırıyorlar, üstüne çıkıyorlar, altını oyuyorlar, hiçbir şeyden çekinmeden, sakınmadan bir kör nefis için bu yaşlı sürüngeni sağından solundan kemiriyor, ona yaşam hakkı tanımıyorlar. O zaman yarış gene başlıyor, zamana karşı, kazananı hep belli olan o amansız yarış.
Oysa ne denli kaba saba, ne denli eski görünüşlü olurlarsa olsunlar, bu yapıların da ilginç yanları var, onlardan da tarihe, coğrafyaya, yurttaşlık bilgisine ilişkin çok şey öğrenmek olası. İstanbul bu yapılar açısından şanslı bir kent, çok eski çağlardan beri hep onların güvencesi altında yaşamış. Surlarıyla öyle ün kazanmış ki, kent neredeyse bu yapılarla özdeşleştirilmiş. Başka bir deyişle, surlar kentin simgesi olmuş. Bugün can çekişen sonuncusunun acınacak durumuna bakıp aldanmayın.
Bir zamanlar insanlar onlardan dolayı kentlerinin alınamaz olduğunu düşünür, bundan gurur duyarlarmış. Bu bahçede yaşayan hayvanların en saygınlarından biri imiş surlar. Nice imparatorlar, padişahlar ona hizmet etmek için birbirleriyle yarış eder, nice bilginler, din önderleri onun duvarları dibine gömülme onuruna erişmek için sıraya girerlermiş. Surların öyküsü biraz da İstanbul’un öyküsü.
Yapılar da hayvanlar gibiler, doğuyorlar, yaşıyorlar, ölüyorlar. Yalnız onların yaşam sürelerini başka ölçütlere göre değerlendirmek gerek. İstanbul surlarının ne zaman ortaya çıktığını yaklaşık olarak biliyoruz. Aşağı yukarı 700 dolaylarında Trakya’dan göç eden Megaralılar buraya gelip bugünkü Sarayburnu’na yerleşmişler, ilk işleri de bir sur yapmak olmuş…
İlk önemli sınav Roma imparatoru Septimus Severus’a karşı
İstanbul o zamanlar da konumu bakımından önemli bir kentmiş. Öyle ya, belli başlı kara ve deniz yollarının kesiştiği bir yerde bulunuyor, Haliç gibi doğal bir limanı var, ılıman ikliminin desteklediği verimli topraklar üstünde yer alıyor, sayısız koylarıyla, yakınında bulunan takım adalarıyla doğal güzellikler açısından da yoksul değil, bütün bunlar da üstüne pek çok gözün dikilmesine, ah keşke şuraya biz sahip olsaydık denmesine neden olmuş. Ama kent ilk çağlarda gözden uzak kalmayı başarmış, bağımsızlığını korumuş.
Bir kez Pers imparatoru 1. Darius –514’de Trakya’ya geçerken İstanbul’u alıyor. Ege uygarlığına bağlı öteki koloni kentleri gibi o da Atina ile Isparta arasındaki çekişmeden etkilenmiş, bir o yanın bir bu yanın egemenliği altına giriyor. – 280 dolaylarındaki Galat akınları sırasında da zor günler geçirmiş. Ama çocukluk döneminin genellikle barış içinde geçtiğini söyleyebiliyoruz.
Konstantinapolis’in surları, 16. yüzyıl.
İstanbul surlarının geçirdiği ilk önemli sınav Roma imparatoru Septimus Severus’a (193-211) karşı. Bu imparator düşmanı Pescennius Niger’i destekleme yanılgısına düşen Bizanslılara kızarak 193’de kenti kuşatmış, üç yıl sonra da almış. Kuşatmanın uzun sürüşünden surların görevlerini yerine getirdiği anlaşılıyor. Ama Roma savaş makinalarına karşı koyarken ağır yaralar almış olmalılar.
Neler yok bunların içinde, güçlü mancınıklar, yüzlerce asker tarafından duvarlara vurulan koçbaşları, yürümeleri için birkaç bin kişiye gereksinim duyan saldırı kuleleri… Sonunda kent dayanamamış, Septimus Severus da Bizanslıları cezalandırmak için başta surlar olmak üzere tüm önemli yapıların yıktırılmasını buyurmuş. Böylece ilk surların doğum tarihini tam olarak bilemememize karşın ölüm tarihini çok iyi biliyoruz.
Yeni başkent arayışı
Bir bahçeyi almak, içindeki hayvanları öldürmek kolay ama ona tüm güzellikleriyle sahip olmak o kadar kolay değil, çünkü nasıl hayvansız bir hayvanlar bahçesi olmazsa, kenti de kent yapan içindeki yapılar, onları koruyacak surlar.
Önemli olan bunları yaşatmak. Septimus Severus’da öyle düşünmüş, daha doğrusu oğul edindiği Marcus Aurelius Antoninus böyle düşünmüş. Daha sonra Caracalla (211- 217) adıyla Roma imparatoru olan bu genç adam İstanbul’u öyle sevmiş ki, babasını onu bağışlaması için kandırmış. Bahçe yeni hayvanlarla donanmaya başlamış. Kentteki ikinci sur dizisinin yapılması da bu zamanda oluyor. Buna göre birinci surların ölümünü ikinci surların doğumu izliyor.
İstanbul’daki üçüncü sur dizisinin yerini doğrudan doğruya İmparator 1. Konstantin’in (Büyük, 306-337) belirlediğini biliyor musunuz? Bu da şöyle olmuş: Tam kent kendini politik olayların dışında tutarak unutturdu sanılırken Bizanslılar gene yanlış bir adamı tutuyorlar. Roma İmparatoru Konstantin de kendine karşı koyan Licinius’u 324’de Üsküdar’da yendikten sonra İstanbul’a geliyor, Bizanslıları cezalandırmak amacıyla da ne yapıyor dersiniz? Evet, surlarını yıktırıyor. Ama. Konstantin uzak görüşlü bir imparator.
İstanbul’un konumunun sağlayacağı yararları, bu kentin içerdiği gizilgücü kavrıyor. O sıralar Roma İmparatorluğu çok büyümüş, egemen olduğu toprakları daha iyi yönetebileceği yeni bir başkent arıyor kendine. Konstantin bu yöndeki çalışmaları İstanbul’a kaydırıyor, kentin yeniden, bu kez büyük Roma İmparatorluğu’nun başkenti olacak biçimde yapılmasını sağlıyor. Kendi de eline bir sopa alıp yaya olarak kentin çevresini dolaşıyor ve surların yeni yerini belirliyor.
İstanbul surları da üç basamaklı bir yapılar dizisinden oluşuyor
Eski, yani Septimus Severus surlarına ne olduğunu bilmiyoruz. Kentlerin daha büyük (kimi zaman da küçük) yeni bir sur dizisi edindiği bu gibi durumlarda eski surların başına gelen onun da başına gelmiş olmalı: Yıkılarak gereçlerinin yeni surların yapımında kullanılması. Tıpkı soyun sürmesi için yaşlıların yerlerini gençlere bırakması gibi bir şey. İstanbul, yeni adıyla Konstantinopolis, 430 yılında Roma İmparatorluğu’nun yeni başkenti olduğuna göre, surlardaki yapım çalışmaları da bu tarihe kadar bitmiş olmalı.
Kentin günümüze kalan surlarını aşağı yukarı bir yüzyıl sonra, İmparator 2. Theodosius (408-450) kazandırıyor bahçeye. Bu arada İstanbul da büyüyüp gelişmiş, Roma İmparatorluğu’nun başkentliğini yapacak yetkinliğe ulaşmış. Konstantin ve onu izleyen imparatorlar onu güzelleştirmek, bayındır kılmak için ellerinden geleni yapmışlar.
Kenti güzel yapılarla donatmışlar, başka yerlerdeki sanat yapıtlarını alıp getirmişler. Böylece hem büyüklüğü hem de içindeki hayvanların çeşitliliği ile ünlü bir hayvanat bahçesi gibi olmuş. 2. Theodosius’un yeni surları eskilerin 1,5 km kadar batısından geçiyor.
İstanbul’un yeni surları çağının en ileri yapım yöntemlerine uyularak yapılmış. Nasıl o eski çağ yaratıkları kendilerini korumak için kabuk üstüne kabuk bağlamışlarsa, İstanbul surları da üç basamaklı bir yapılar dizisinden oluşuyor. Dıştan içe doğru, yani düşmanın aşması gereken engel sırasına göre sayılırsa, önce hendek geliyor. Kimi bilginler bunun içinde su olduğunu, kimileri de olmadığını düşünüyorlar. Her iki durumda da hendeğin amacı büyük savaş makinalarını surlara yaklaştırmamak. Hendeğin kente bakan yanında askerlerin arkasına saklanıp düşmana ok ya da taş atabileceği yüksekçe bir duvar bulunuyor.
İstanbul surları da kara surları deniz surları olarak ikiye ayrılıyor
Bir aradan sonra hendeği dış surlar izliyor. Bu çok yüksek olmayan duvar ve kulelerden oluşan bir yapı. Gene bir aradan sonra en içte yüksek duvarlı, iri kuleli asıl savunma çizgisi, yani iç surlar geliyor. Gerçekten bu koca sürüngenin kat kat zırhını aşıp içeri girmek kolay bir iş değil. Bizanslılar yapılarının sağlam olduğu kadar güzel olmasına da özen göstermişler. Sur duvarlarında da 7-12 taş dizisini 5 dizilik tuğla bir hatıl izliyor.
Böylece açık renkli taşların arasında koyu tuğlalar kendini gösteriyor. Hayvanbilimciler arı, kertenkele gibi kimi hayvanların üstünde bulunan açıklı koyulu çizgileri, bana yaklaşmayın, yoksa sonu iyi olmaz mesajını ileten imler olarak açıklıyorlar. Bunun surlarda da kullanılmasının benzer bir işlevi olabilir mi?
Sur duvarları üstündeki kuleler dışa taşıyorlar. Hem onların hem de duvarların en üstü girintili çıkıntılı korkuluk duvarlarıyla bitiyor. Bu da insana koca gövdesini kalın ayaklarıyla sürükleyen, sırtı dikenli eski çağ sürüngenlerini anımsatıyor.
Ama insanlar işlevsel amaçlarla geliştirilmiş bu yapı öğelerinden yapıların etkisini çoğaltmak için yararlanmışlar. Kuleler uzayıp giden duvarların tekdüzeliğini gideriyor, yapıya bir ritim kazandırıyor. Duvarların, kulelerin girintili çıkıntılı korkuluklarla bitmesi, bu ağır yapıya beklenmedik bir incelik katıyor. Kapıların iki yanında bakışık düzenlenmiş kuleler, önlerindeki hendeği aşan köprüler gibi öğelerin hepsi surlara görkemli bir görünüm, beklenmedik bir anıtsallık kazandırıyorlar.
Ne dersiniz, benzetmeyi biraz daha ileri götürelim mi? Nasıl kara ve su yılanları, kaplumbağaları varsa, İstanbul surları da kara surları deniz surları olarak ikiye ayrılıyor. Deniz surları da Haliç ve Marmara surları diye bölünüyor. Deniz surları üstündeki duvarlarla kulelerin yüksekliği kara surlarına göre daha az tutulmuş. Ayrıca bunların önünde dış sur ve hendek de yok, hemen kıyıda yapıldıkları için denizin kendisi yeterli bir engel olarak görülmüş olmalı.
Yapılar da eskiyip bozuluyor
Yeni yapıldığında surlar bayağı yakışıklıymış, taşları pırıl pırıl, derzleri bıçak gibi, çevresi düzenli. Ama nasıl hayvanlar hastalanıyor, yaşlanıyorlarsa yapılar da eskiyip bozuluyorlar. Bir yapıyı bozan etkenler arasında canlılar ön sırada geliyor. Bunlar ister mikroskobik büyüklükte, ister daha büyük olsunlar, bilerek ya da bilmeyerek yapılara zarar veriyorlar.
En kötüsü de insanların neden olduğu hasarlar. Yakıyorlar, yıkıyorlar, çevre kirlenmesine neden olup kimyasal ya da biyolojik zararlıların çoğalmasına neden oluyorlar, yapıları bakımsız bırakıyorlar. Surlar açısından buna savaşları da eklemek gerek. Bu onları yıkmayı, onlara hasar vermeyi yasallaştıran en belli başlı olay.
Yapılara zarar verenler arasında doğal etkenler de ikinci kümeyi oluşturuyor: Sel baskını, fırtına, dalgaların çarpması ya da temellerin altını oyması, akıntıyla gelen tahta ve buz parçaları, çatlaklara dolan suların donup taşları parçalaması, gibi. Bunların da en kötüsü yer sarsıntısı, eski çağlarda yapıların korkulu düşü, en büyük düşmanı o olmuş. Bir yapı biter bitmez bütün bu zararlılar işbaşı yapıyorlar.
Artık hangisi nerede ne hasar yapabilirse. İstanbul surları da bunlardan payını almış. Onun için sık sık onarılmaları gerekmiş. Hemen her dönemde büyük ya da küçük bir onarım, bir yenileme çalışmasına rastlanıyor. Öyle ki surları kentin üstüne en çok emek dökülen yapılarından biri olarak nitelemek olası. Bunların bir tanığı da her onarımdan sonra bu yapıların üstüne konan yazıtlar.
Yapıların en büyük düşmanlarından biri yer sarsıntısıdır demiştik. 740 yılında, 3. Leon’un (717-741) imparatorluğu döneminde İstanbul’da büyük bir yer sarsıntısı olmuş. Kentte büyük hasara yol açmış. Öteki yapılarla birlikte, özellikle Edirnekapı dolaylarında surlar yıkılmış, kimi kapılar hasar görmüş. 752’ye kadar süren onarım çalışmalarını karşılamak amacıyla yeni bir vergi çıkarılmış.
Başta yurttaşlık bilgisi dediğimizde olur mu böyle şey diyenler çıkmıştı. Anlatsak daha neler yok, surların yapımında zorla çalıştırılmak mı, yapım çalışmalarına katılan karşıt görüşlü grupların siz daha çabuk yapacaksınız, biz daha önce bitireceğiz, diye yarışmaları mı, ne ararsanız… İstanbullu olmak eski çağlarda da çok kolay değilmiş.
Büyük uygarlıklar hep yapmayla oluşmuşlar, yıkmayla değil
Surlar Bizans İmparatorluğu’nun başkentini bin yıl süreyle pek çok saldırgana karşı başarıyla korumuşlar. Kimler yok bunların arasında, İranlılar, Avarlar, Bulgarlar, Peçenekler, Araplar, Macarlar, Ruslar ve Türkler. Türkler Selçuklular zamanındaki girişimlerinden önemli bir sonuç alamamışlar, ancak Osmanlı İmparatorluğu gibi daha güçlü bir devlet kurduktan sonra Bizans’a son verebilmişler. Yedinci Osmanlı padişahı 2. Mehmet (1451-1481) 1453’de kendine Fatih sanını kazandıran uğraş başarıya ulaştıktan sonra İstanbul’u Türklerin başkenti yapmış.
Bundan sonra Türkler çok güçlenmişler, imparatorluğun sınırları sürekli genişlemiş. Savaş gücü olarak da en ileri düzeydeler, hiçbir ordunun Türklerinki gibi topları yok. Bu çok önemli çünkü bu silahın gelişmesi surların savunma işlevini oldukça azaltıyor. 2. Mehmet de artık onlara gerek kalmadığını düşünerek İstanbul surlarını yıktırıp ortadan kaldırmıştır, değil mi? Ne gezer, tam tersi. Bu padişahın İstanbul’ u alır almaz yaptığı ilk iş surların onarılmasını buyurmak olmuş.
Bu işle kentin ilk belediye başkanı olan Yahya Bey görevlendiriliyor. O da önce surlardaki delikleri gedikleri belirlemiş, bir raporla padişaha bildirmiş. Sonra da onarım işlerini tamamlamış. Yani 2. Memet nasıl İstanbul’u bir Türk kenti, Ayasofya’yı bir İslam tapınağı olarak benimsediyse, surları da kentin bir parçası olarak görüp onartmış.
Bunun rastlantı olmadığını surları Ayasofya vakfına bağlamasından anlıyoruz. Bahçe içindekilerle, çevresindekilerle bir anlam taşıyor, yaralar sarılıyor, gerekli değişiklikler yapılıyor, ama hepsi birlikte yaşatılıyorlar. Bu da yalnız bahçeyi değil içinde yaşayanları da varsıllaştırıyor, yüceltiyor. Büyük uygarlıklar hep yapmayla oluşmuşlar, yıkmayla değil.
Altın Kapı
Surlara bakmayı daha ilerde öteki padişahlar da sürdürmüşler. Zaman zaman gerekli onarımları yaptırmışlar. Yasalarında surlara, kalelere, onların bakım ve kullanımına ilişkin maddelere yer vermişler. Örneğin surların çevresinde ondan en az dört arşın uzakta yapı yapılabilir, duvarlarının yanına odun gibi yanıcı gereçler yerleştirilemez demişler. Bu kurallara uyulmasını sağlayacak örgütler kurmuşlar.
2. Selim (1566-1574) imparatorluğun en önde gelen mimarlık başyapıtlarını ortaya koymuş olan mimarbaşısına, Sinan’a (1490-1588) surlarda şunu yapdirasun, bunu itdüresin diye hükümler yazarken, bunları “…kala divarına zarar gelmek ihtimali olmaya..” sözleriyle bitirmekten geri durmamış.
Türkler İstanbul’u alınca bu sürüngenin bakımını sağladıktan başka ona iki de arkadaş getirmişler. Bunlardan biri Yedikule adıyla bilinen iç kale, öteki de Sur-u Sultani adını taşıyan saray duvarı. Bunlar surları kullanan, onu tamamlayarak kendi amaçları doğrultusunda bütünleyen, kardeş yapılar.
İstanbul surlarının üstünde önemli bir kapı var, Altın Kapı. Burası daha önceleri, İmparator I. Theodosius (379- 395) döneminde o zamanki surların dışında, kente gelen yol üstünde üç gözlü bir zafer kemeri olarak yapılmış. 2. Theodosius surları yapılırken de sur duvarları arasında kalan bir kapı biçiminde düzenlenmiş. Burası imparatorların kente girip çıktığı yer olduğundan önem taşıyor, onun için önündeki dış sur üstündeki kapı, tıpkı bir kale gibi daha sağlam tutulmuş.
Bizans imparatorluğunun son dönemlerinde bu kapının örülerek kapatıldığı biliniyor. 2. Mehmet kenti aldıktan sonra bu kapının iç yanına Yedikule Hisarını yaptırıyor. Neden yedi kule diye soranlar kuşkusuz neden yedi başlı canavar deyişi kullanılıyor diye de sormuşlardır. Kaynaklar kule sayısının seçimine ilişkin bilgi içermiyorlar. Bunu savunma kaygılarıyla açıklama olanağı da var, biçimsel simgesel nedenlere bağlama olanağı da.
Rumeli Hisarı
Adam yutan bir canavar: Yedikule
Yedikule, Altın Kapının iki yanındaki ve onlardan birer sonraki kuleler ile içte, yani kente bakan yanda yapılan üç kule, bir de bunları bağlayan eski ve yeni sur duvarlarından oluşuyor. Bunlar olarak birbirlerine çok benziyorlar. Yedikule önceleri zararsız bir yaratıkmış, 2. Mehmet onu devlet hazinesini korusun diye yaptırmış.
Bir süre de o işi görmüş ama daha sonraları adam yutan bir canavara dönüşmüş: Osmanlılar burayı yüksek rütbeli Türklerle yabancıları koydukları bir tutuklular evi durumuna getirmişler. Ama kendi çocuklarından birinin başı da burada yeniyor: 2. Osman (Genç, 1618-1622) öldürülmeden önce Yedikule’nin kulelerinden birine kapatılmış. Doğal olarak ondan önce ve sonra başkaları da olmuş benzer bir yazgıyı paylaşan.
Zamanla Yedikule bu özelliğini yitiriyor, bir süre saraya ait yabanıl hayvanların barınağı, bir süre de silah ve cephane deposu olarak kullanılıyor. Geçen yüzyılın sonlarına doğru da müzeler yönetimine bağlanmış. 1960’lı yıllarda yeniden onarılarak ziyarete açılmış, içinde konser vermeye, onun oynamaya elverişli bir açık hava tiyatrosunun yapılması bu döneme rastlıyor.
Osmanlıların surlara kattığı ikinci arkadaş ise Topkapı Sarayı’nın bahçe duvarı. Bahçe duvarı dediysek öyle çit gibi ince bir şey anlaşılmasın, o da en az surlar kadar güçlü bir yapı. Üstünde kuleleri var, dişli korkuluk duvarları, mazgal delikleri var. Bunlar toplarla da donatılmış. Sarayın deniz yanında gene eski surlar bulunuyor, iki yapıyı biçim açısından ayırmak zor, o denli benzeşiyorlar.
Sur-u Sultani, yani sultan suru da 2. Mehmet zamanında yapılmış. Eskiden bir sarayın çevresinde yer alan bu yapı bugün müze olarak kullanılan bir alanı kuşatıyor. Savunma yapılarının ortak yazgısı eninde sonunda kültür amaçlı bir yapıya dönüşmek oluyor galiba.
Kenti hayvanlar bahçesine, içindeki yapıları da hayvanlara benzetmeyi abartılı bir yaklaşım olarak görenleriniz olmuştur. Bunun başka örnekleri de var dersek şaşar mısınız? Ad vermeyi düşünün bir kez. İnsanlar hayvanları olduğu gibi yapıları da adlandırıyorlar. Bunun yararlarından biri benzer özellikteki şeyleri birbirinden ayırmak.
Ama bu başka bir biçimde, örneğin sayılar kullanılarak da yapılabilirdi. Ad vermek nesnelere bir kimlik, kişilik kazandırdığı gibi belli bir sahiplenme duygusunu da içeriyor. Bir ata at demek başka şey, onu diyelim ki Gökkuşağı diye adlandırmak başka şey. Bunun örneklerine surlarda da rastlanıyor. Bunlarda adlandırmaya değer yerler kapı gibi, kule gibi öğeler. Bu İstanbul surlarında da var.
Sayısız sur kapısının bilinmeyen tarihi
Kulelerin hepsine ad verilmemiş, önemli olanlar ya da belli bir özelliği olanlar adlandırılmış. İzak Angelos Kulesi, Theophilos Kulesi gibi kuleler, onları yaptıran imparatorların adlarını almışlar.
Bir de 3. Ahmet Kulesi var, bu padişah Yedikule ile surların kesiştiği yerdeki kulelerden birini yeniden yaptırdığı için kule onun adıyla anılıyor. İçinde kalan bir tutuklunun adı Anemas Kulesi’ne geçmiş. Türkler İstanbul’un alınmasından sonra Bayrampaşa (Likos) Deresi’nin kente girdiği yerdeki kuleye Sulukule demişler, Kara surlarıyla Marmara surlarının kesiştiği noktada Mermer Kule bulunuyor.
Kapıların sayısı daha az, ama adları daha karmaşık. Kim İstanbul surları üstünde kaç kapı var, bunların adları nedir ben bilirim derse, bilin ki yanılıyor. Bu öyle çok kolay bir iş değil. Bir kere surların üstünde önemli büyük kapılar olduğu gibi ikinci derecede küçük askeri kapılar da var. Uzun tarihi boyunca bunların kimi kapatılmış, kimi büyütülmüş, kimi yerlerde yeni kapılar açılmış. Toprak altında kalıp yitenler bile var.
Kapıların kiminin adı var, kiminin yok. Bir bölümünün ilk adı zamanla unutulmuş, bilinmiyor. İstanbul’un belli bir çekiciliğinin olduğunu söylemiştik. Onu ele geçirmek isteyenler arasında bunu başaranlar kapı adlarını da değiştirmişler. Örneğin 4. Haçlı seferi Kudüs’e gideceğine İstanbul’u almayı yeğliyor, kent de 1204-1261 yılları arasında Latinlerin işgali altında kalıyor.
Bu da pek çok kapının Latince bir ad almasına neden olmuş. Doğal olarak Türkçe adlar da kullanılıyor. Latince ya da Türkçe kapı adlarının Rumcaya çevrilerek kullanıldığı da olmuş, bu ise sanki özgün adı oymuş gibi yanılgıların doğmasına yol açmış. Karışıklık bu kadarla kalsa iyi, daha sonraki yıllarda İstanbul’a gelen Avrupalı gezginler ilk adı bilinmeyen kapılara kendi yakıştırdıkları adları vermişler, yazdıkları kitaplarda, çizdikleri haritalarda bunları kullanmışlardır.
İstanbul surlarındaki kapı adları konusu sanıldığı kadar yalın değil
Kimi kapıların birden çok adı var. Bir adı varken ya onu onaran birinin ya da oradan geçmeyi yeğleyip de büyük bir zafer kazanan bir komutanın adının oraya verilmesi gibi nedenler buna yol açıyor, bu adın birinciyle birlikte kullanıldığı da oluyor. Buna hem Bizans, hem Türk dönemlerinde rastlamak olası.
Sözcük ya da harf kaymalarını, yanlış yazılmaları, adların birbiriyle olduğu gibi daha önceki sur dizisi üstündeki kapıların adıyla karıştırılması gibi daha çetrefil konulara girmedik dikkat ederseniz. Uzun sözün kısası, İstanbul surlarındaki kapı adları konusu sanıldığı kadar yalın değil. Gene de bunların arasında çok ilginç, çok renkli olanlar var. Çoğu bulundukları semte de geçmiş.
Adlandırılma konusunda hayvanlarla yapılar arasında bir koşutluk var, peki başka? Başka alanlarda da var doğal olarak. Ad takmanın sahiplenmeyi de belirtebileceğini söylemiştik. Birinin bir şeye sahip olduğunu göstermesinin yollarından biri de onun üstüne kendine özgü bir im koyması. Sürüsündeki hayvanları dağlayarak bu işi yapan sığır çobanı gibi. Bu yapılar için de söz konusu.
Savunma yapıları genellikle çok süslenmeyen yapılar. Ama bunların kiminde mızrak, kılıç, kalkan, miğfer gibi silah kabartmalarına rastlanıyor. Bilginler bunu kentin silahlı olduğunu gösteren, gerektiğinde kendini savunmaya kararlı olduğunu belirten imler olarak yorumlamışlar. Kimi savunma yapılarında tanrı ya da hükümdar yontularına rastlanıyor.
Bunun anlamı da o yapıyı bu tanrı ya da güçlü hükümdarın korumasına adamakmış. Böylece savunma sırasında onların destek sağlayacağı umuluyor. Kimi savunma yapılarında da içindekilerin kendilerinden teslim olmadığını, burasının zorla alındığını belirten ve üstünde ok, kurşun izi bulunan plakalara rastlanıyor. Her ne olursa olsun, bütün bunlar bir varsıllık belirtisi, kalenin içindekilerin gücünü ortaya koyuyor.
Bu güzel bahçeyi yoksullaştırmayalım
Bunlar iyi de, diyelim ki kale el değiştirdi, o zaman ne oluyor? O zaman da eskiler gidiyor, yeni sahibin imleri onların yerini alıyor. İstanbul surlarında bunun örnekleri var.
Kimi yerlerde duvarlara kenti alan Osmanlı ordusunun, Yeniçeri ortalarının imleri işlenmiş. 2. Mahmut (1808-1839) döneminde Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra bunların bir bölümü kazınarak silinmiş ama Mevlevikapı gibi kimi yerlerde hâlâ bunlara rastlamak olası.
Evet yapıları hayvanlara benzetirken gerçekten çok mu abartmışız?
Öyle ya da böyle, sözü daha fazla uzatmayalım. Yazdıklarımızdan çıkabilecek bir sonuç var: İstanbul surları örneğinde göstermeye çalıştığımız gibi ülkemiz hem hayvanlar, hem de tarihsel yapılar açısından çok varsıl bir yer. Aralarında fosilleşmiş olanları da olsa hepsini sevelim, hepsini koruyalım, bu güzel bahçeyi yoksullaştırmayalım.