Share This Article
Egon Ernest Begel
Kentleşme Öncesi Yaşamı Tarzları. En az 500 bin, hatta belki bir milyon yıl boyunca, yani her durumda insanlık tarihinin büyük bölümünde insanın sabit bir yaşama ortamı olmadı. Ama yine de herhalde Eski Taş Çağı insanları, oradan oraya sürüklenen durup dinlenmez birer gezgin değildi.
Gerçek anlamda göçebeliğin, hayvanların evcilleştirilmesinden, yani geniş otlaklara ihtiyaç doğmasından önce ortaya çıkmamış olması çok muhtemeldir. Diğer primatların bir bölümü gibi ilk insanlar da sınırlı alanlarda gezinmiş, bu arada sadece nüfus fazlası yiyecek bulmak için başka yerlere göçmüş olabilir.
Hiçbir barınağı olmayan insan, önce mağaralarda, sonra da ilkel aletleriyle kazdığı kovuklarda yaşamayı öğrenmiştir. Bu ilk dönemde insan sadece yiyecek topluyordu. Kısıtlı miktardaki “yabani” besinler, nispeten geniş alanlarda ancak az sayıda insanın varlığını sürdürmesine imkân vermekteydi. Günümüzde bile ilkel grupların çoğu yaklaşık 15 ile 40 aile arasında küçük birimler halinde yaşar. Bu koşullar altında modern anlamıyla insan toplulukları gelişemezdi.
İnsan avlanmayı öğrendikten kısa bir süre sonra durum değişti. Daha yerleşik bir yaşam ancak çok elverişli koşullarda mümkün oldu ve dağınık bölgeler halinde yerleşime benzer yığılmalar meydana geldi; buralardaki insanlar etten çok balıkla yaşıyordu.
Gordon Childe’ın çok yerinde bir tabirle “neolitik devrim” dediği gelişmeyle birlikte Eski Taş Çağı kapandı; bu evrede insanlar, başka birçok şeyin yanında bitkileri ıslah etmeyi de öğrendiler. İnsan tarımı benimseyince de tarlalarından uzaklaşmaması gerekti. Zaten her yerde Neolitik evreye ait insan yerleşimlerinin izlerine rastlanmaktadır.
Köy uygarlıkları Yeni Taş Çağı’nda başlamıştı. Köy (village) modern Amerikan dilinde tarihin çok sonraki evrelerine ait özelleşmiş bir gelişmeyi ifade eden kullanımından çok farklı bir anlamda), aynı bölgede çiftçilik eden köylülerin oluşturduğu bir yerleşimdi.
Başlangıçta yapıları gereği küçüktü bu yerleşimler. İlkel tarımda verimliliğin düşük olması, nispeten geniş ekili alanlarda ancak bir avuç insanın hayatını sürdürebilmesine elveriyordu.
Yeni Taş Çağı’ndaki biçimiyle köylü yerleşimleri, bazı değişiklikler ve uyarlamalar ile günümüze kadar gelmiştir ve dünya halklarının çoğunluğu için başlıca kırsal yerleşim ile köylü hayat tarzını temsil eder. Kuzey Amerika bunun başlıca istisnalarından biridir, zira Amerikan çiftçisi daima bir dereceye kadar yalnızlık içinde yaşamayı yeğlemiştir. Sonuç olarak Amerikan kırsal hayatı kadar kır-kent ilişkileri de her zaman başka yerlerdeki hakim modellerden farklı olmuştur.
Kente dönüşmüş neolitik bir köy bulunduğuna dair kanıt yok
Kentin Kökeni: Bir Hipotez Denemesi. İlk kentler metal çağında ortaya çıktı. Muhtemelen de bu bir tesadüf değildir. (1) Metalurjinin gelişmesi, başka birçok şeyin yanında Margaret A. Murray’nin (2) değindiği bir sonucu da doğurmuştur. Murray, metal silah kullanan insanların, kaba taş silah kullananlar karşısında askerî üstünlük sağladığını öne sürer. Bakır, tunç ya da demirden silah yapmasını bilmeyen neolitik çiftçiler, metal silahlarla donanmış istilacılara kolaylıkla yem oluyordu. Saldırganlar, daha ilkel olan kurbanlarını korkutarak kendilerine boyun eğdiriyor, onların gözüne tanrı ya da yarı tanrı gibi görünüyordu. (3)
Sonra da fethettikleri topraklara yerleşir, çiftçileri toprağa bağlı birer köle haline getirirlerdi. Efendiler, hakimiyetlerini güvence altına almak için adalarda veya tercihen tepelerin doruklarında oturuyorlardı; böylece tüm bölgeye hâkim bir mevziden hem saldırı hem de savunma kolaylaşmış oluyordu. Özetle, ilk kentlerin, hakimiyet altına alman topluluklar etrafında kurulmuş daimî birer ordu karargâhı olduğu öne sürülmektedir.
Oysa bazı uzmanlar da ilk kentlerin ilkel birer köy olduğunu, (4) sonra yavaş yavaş kentsel merkeze dönüştüklerini iddia eder. Ancak sırf nüfus artışıyla kente dönüşmüş neolitik bir köy bulunduğuna dair de kanıt yoktur. Bölümün başında ele alman nedenlerden ötürü, ilkel çağlarda kırsal topluluklar kısıtlı bir genişleme gösteriyordu. İlk kentlerin, o zamanki kırsal yerleşimlerden daha büyük olmadığını, hatta daha küçük olduğunu kanıtlar gözüken birçok bulgu vardır.
Ur, Lutetia ve Vindobona gibi farklı bölgelerdeki yerleşimler o kadar küçüktü ki, askerî lideri, yüksek rahibi, onların ailelerini, maiyetlerini ve elit muhafızları ancak barındırırdı. Üstelik birçok kentin tepelerin üstüne ve benzeri yerlere kurulmuş olması, köylülerin sırtlarındaki ağır yüklerle oralara ulaşmasını zorlaştırıyor ve hiç kuşkusuz çalışan insanları yerleşmeye teşvik etmiyordu.
H. G. Creel, (5) metal çağının gelişmesiyle bir bölgede gerçekten neler olduğunu çok başarılı bir şekilde tasvir etmektedir:
Yönetici, savaşçı bir sınıf zamanla kendini genel neolitik nüfustan ayırdı. Savaşçılık daha yaygın bir uğraş olup da neolitik insanlar ile ilk Tunç Çağı insanları birbirlerine karşı akınlar düzenlemeye başladıkça, her köyden bir kısım erkeğin savunma ve dövüşme konularında uzmanlaşması gerekti. (6)Belki de bazen, tarlalarda çalışmaktansa savaşçı olarak yaşayıp etraflarındaki insanları çalıştırmak bütün bir nüfusun daha çok işine geliyordu.(7) Reisler ile emirlerindeki savaşçı grupları, çiftçiler istese de istemese de onlara “koruma” sağlıyordu hiç kuşkusuz; bu hizmet karşılığında da çiftçinin ürününden pay alırlardı. Bu payın büyüklüğünü savaşçı belirlerdi, çünkü onda bunu belirleme gücü vardı, köylüler ise çaresizdi.
Bunun istisnai bir durum olmadığına dair çok sayıda kanıt vardır. Margaret Murray, (8) bir eski Mısır kentinde “değişim düşman istilasından kaynaklandı” diye kesin bir dille belirtir. Aynı şekilde eski Mezopotamya’da da Sümerler, “Şinar ovası”nı aşarak doğudan ya da kuzeydoğudan gelmiş, orada yaşayan neolitik köylülerin topraklarını fethedip Ur (büyük ihtimalle en eski kent), Uruk ve başka yerleşimler kurmuşlardı. “Bütün ihtimallere göre, aşağı vadide birlikte yaşayan iki soy içinde Sümerler Kent’te oturuyor, Sümer olmayanlar da ‘Ubeyd’de bulduklarımıza benzer açık ve alçak köylerde barınıyordu.” (9) Girit’te de istilacılar, muhtemelen Anadolu’dan gelmiş olan Egelilerdi; burada Phaistos ile Knossos’u kurdular.
Birkaç dalga halinde Balkan Yarımadası ile Anadolu’ya gelen Yunanlılar, Atina, Miletos ve başka pek çok ünlü kent inşa ettiler; (10) Romalılar ise Roma’yı, Po Vadisi’nin güneyine çekilmek zorunda kalınca kurmuşlardı. Tyros, Sidon ve Byblos, Arabistan’ın güneyinden geldikleri anlaşılan Fenikelilerin varışından sonra kuruldu; Kenanlılar da yine aynı şekilde, bugün Arabistan’ı veya Mezopotamya’yı oluşturan topraklardan Filistin’e göç etmişti.
Daha da uzatılabilecek olan bu liste, izi sürülebilen ilk kentlerin tümünün, pratikte ilkel köyün tedricen gelişmesiyle değil, askerî istilalar sonucu kurulduğunu göstermektedir. Yani elimizdeki tarihsel bulgular, Memphis, Troya, Kartaca, Roma ve Tenochtitlán kadar birbirinden farklı ve uzak kentlerin kuruluş efsanelerine uygundur. (11)
Esas olarak ilk kentler, beylerin boyun eğdirdikleri köylüleri denetim altında tuttuğu birer müstahkem yer niteliğinde idiyse de, Ortaçağ feodal beylerinin aynı amaca hizmet eden şatolarından farklıydılar. Antik kentler, çoğu beyin, kendinden daha güçlü bir efendiye (en azından ilke olarak) bağlılık gösterdiği hükümran birer siyasi varlık durumundaydı. Başlangıçta “kent” ve “kent devleti” terimleri hemen hemen özdeşti.
Kentlerin de kırsal hinterlandı vardı elbette, ama orada yaşayanlar sadece tebaaydı. (Çok daha sonraki bir dönemde Spartalılar, sadece köleleri olan helot’ları değil, daha iyi muamele gören metoikos’ları da hâlâ yabancı saymaktaydı.) Sonuç olarak da kentte yaşayanların ayrıcalıklı bir hukuki konumu vardı. Roma’da yönetici sınıflar, tebaalarından o kadar katı bir şekilde aynı tutulmaktaydı ki, bir civis Romanus’un’ evlenmesinde geçerli prosedür bile gentiles (*) için uygulanandan farklıydı.
Roma’nın kuruluşundan ancak bin yıl kadar sonra M.S. 212’de Caracalla, imparatorlukta yaşayan herkesin aynı yasaya tabi olacağı şeklinde bir ferman çıkardı. Bu eski ayrımın linguistik izi günümüze de ulaşmıştır. Bütün haklara sahip “yurttaş”ı “yabancı”dan ayırt ederiz; çoğu ülkede bu “yurttaşlar”ın büyük bölümü kentlerde yaşamasa bile. Yine “politika” da, Yunanca kent anlamındaki polis’ten türemiştir.
Kentler, köylülere baş eğdirdikten sonra savaşmaya başladı
İşlevsel Değişiklikler. Bir bölgede siyasi hakimiyet kurulması her ne kadar kentin doğuş nedeni idiyse de, kentin varlığının devamı buna bağlı olmadı. Eksiksiz işlevsel değişimin mükemmel bir örneğini oluşturduğu için, bu ilk evre üzerinde biraz durmuştuk.
İlk kentlerde meydana gelen bu değişim tümüyle farklı iki etkene dayanıyordu. Siyasi hakimiyet kesin bir şekilde kurulduktan sonra, kentler büyüyüp ek işlevler kazanmaya başladı. Yöneticiler – ya da yönetici gruplar – saltanatlarını tehdit eden rakipleri bulunmadığından yeterince emin olduktan sonra, ordu karargâhı da saraya dönüşmeye başladı. Kendilerine inananları zafere götürmüş olan tanrılar için bütün kentlere tapınaklar dikildi.
Muhafızlarla maiyeti barındırmak, ayrıca ambar olarak kullanmak için saray ve tapınaklarda ek binalara ihtiyaç vardı. Kent nüfusunun çekirdeğini hükümdarların maiyeti, ruhban ve onların emrinde bulunanlar meydana getiriyordu. Çok geçmeden bunlara, sivillerin ihtiyaç duyduğu malzemenin yanı sıra silahları da sağlayan zanaatkârlar eklendi. Bunlar saraya ve tapınağa lazım olandan fazlasını üretmeye başlayınca da, kent bir pazara, kentsel mamullerin verilip karşılığında kırsal ürünlerin alındığı bir merkeze dönüştü.
Başlıca üç tip pazar vardı: Yerel pazar, bölgesel pazar ve daha geniş bir alana malsunan pazar, yani ülkeler arası ticarete yönelik “uluslararası” pazar. “Kehribar yolu”nun ve paleolitik yerleşimlerde bulunan birçok yabancı kap-kacağın gösterdiği gibi, kentlerin doğuşundan önce de uluslararası ticaret vardı.
Ama bu ticaret, uzun mesafeye kolaylıkla taşınabilecek olan mallarla (kehribar, değerli taşlar, küçük aletler gibi) sınırlıydı. Etkili taşımacılık yöntemleri geliştirilene kadar büyük miktarlarda ihtiyaç maddesinin ticareti mümkün olmadı, çünkü yol olmaması önemli bir sorundu. Diğer yandan gemi taşımacılığı, 19. yüzyılda demiryolunun icadına kadar en hızlı taşımacılık yöntemi oldu.
Sonuçta gemicilik merkezleri, diğer ticaret bölgelerinden çok daha çabuk gelişti. Başka ülkelerden metal alma ihtiyacı uluslararası ticaretin önemini artırıyordu. Mesleki uzmanlaşma arttıkça, kent nüfusunun da katmanlaşmasıyla – cismani ve ruhani – bir aristokrasi ile ona bağlı kadrolar, bir tüccar sınıfı, bir zanaatkâr sınıfı ve düzenli bir geçimi bulunmayan özgür insanlardan oluşmuş yoksullar sınıfı ortaya çıktı; bu sonuncu sınıf eski savaşçıları veya mirastan pay alamamış olan küçük evlatları, bir de kentte küçük arazileri ekerek kıt kanaat geçinen çiftçileri içeriyordu. Bütün katmanların altında ise ev içi hizmetleri gören köleler vardı.
Kentlerin nüfusunun artmasıyla ortaya çıkan bir başka gelişme, çok daha radikal bir değişim getirdi: Kentler, köylülere baş eğdirdikten sonra birbirleriyle savaşmaya başlamıştı. Sonunda bağımsız kent devleti ortadan kalktı. Fethedilen kentler asıl siyasi işlevlerini yitirdiler; hakimiyetini koruyan az sayıda kent devleti de yeni bir siyasi güç kazanıp işlev değişikliğine uğradı. Böylece kent devletinin yerini bölgesel devlet aldı.
Birleşme doğrultusundaki bu yönelime direnmeyi başaran tek ülke Yunanistan oldu; burada kent devletleri, yabancı istilacılara yenilene kadar hükümranlıklarını korudular. Aslında Yunanistan, 1829’a kadar bir ulusal devlet olmamıştır. Ama (kentlerin doğum yeri olan) Afrika-Asya topraklarında bölge devleti çok erken bir aşamada ortaya çıktı ve onu diğer ülkeler izledi. Unutmamalıyız ki bütün dönemlerin en büyük imparatorluğu, sonunda bilinen dünyanın büyük bir bölümüne hükmeder duruma geldiği halde, son ana kadar Roma adını korumuştu; bu da bize, ortaya çıkan bütün iktidar alanları içinde en güçlüsünün kent devleti olduğunu hatırlatmaktadır.
Ortaçağ Kenti
Karanlık Çağlar. İki Roma arasındaki bölünme Doğu Avrupa’yı Batı’dan ayırdı. Bunlardan ilki Bizans İmparatorluğu adı altında varlığını sürdürdü ve çok geçmeden statik bir yapıya oturdu. Bünyesindeki kentler öncelikle, ileri düzeyde merkezileşmiş bir otokrasiye bağlı birer idari merkez durumuna geldiler; yurttaşlar tebaaya indirgenirken, kentlerin kendisi de derin bir uykuya daldı ve pek çoğu hiçbir zaman uyanmadı. Uluslararası ticarete devam eden Konstantinopolis dışındaki kentler çürüdü, siyasi bakımdan güçsüz kalan yurttaşlar ise asla birer burgher olamadı (Avrupa’nın batı yarısındaki kentliler için kullanılan anlamda). Devlet görevlisi, zanaatkâr, dükkân sahibi ve sefalete gömülmüş dilenciler olarak varlıklarını sürdürdüler.
İslam’ın yükselişi, Akdeniz’i çevreleyen bölgelerde bir başka bölünme yarattı. Sarazen kentlerinin o zamana kadar kurulmuş bütün Hıristiyan kent yerleşimlerini geride bıraktığı görkemli bir başlangıç döneminin ardından, ticarete duyduğu yoğun nefretle Şark dünyası çürüdü ve kentleri önemini yitirdi. Bu kentlerde yaşayanların ticari fırsatları Bizans kentlerindeki kadar bile olamadı, zira Yakın Doğu’da ticaret büyük ölçüde Yunanlı, Ermeni ve Yahudi “yabancı”ların elindeydi ve onlar da topluluğun idari işleri ne karışmıyordu. (12)
Bu arada Batı dünyası, Roma’nın parçalanışına ve feodalizmin doğuşuna tanık olmaktaydı. “Büyük Göç’e katılan halkların çoğu kent öncesi kültürlerden gelmişti. Roma modelini izlemeyi başaramayan bu halklar, kent uygarlığını yıkıp yerine, esas olarak tarımsal bir örgütlenmeye dayanan feodalizmi kurdular. Antik fatihlerin tersine, Ortaçağ’ın istilacıları kent devleti kurmamıştı. Kent yapmayıp olanları da yıktılar ve yerlerine şatolar diktiler; bunlar, kırsal alanlarda geniş bir yayılım göstermekteydi.
Böylelikle köylüleri denetim altında tutuyorlardı. Roma’nın çöküşünden 300 yıl sonra, Charlemagne’ın ülkesinin – Ortaçağ’ın tek büyük imparatorluğunun – ne başkenti vardı ne de imparatorun daimi bir ikametgâhı. Eskinin tümüyle yıkılmamış olan kentleri giderek önemini yitirdi.
Bir zamanlar bir milyona yakın insanı barındıran (13) Roma’nın nüfusu, Karolenj döneminde 20 binin altına düşmüştü. Hatta bazı kentler, mesela Viyana, birkaç yüz yıl süreyle tarih kayıtlarından silinir. Kentlerin hemen hemen tümüyle önemsiz hale geldiğine dair bir başka gösterge, Ortaçağ’dan beri en büyük siyasi birime “ülke” (country; bu söz aynı zamanda kırsal alan anlamına gelir) adını vermekte oluşumuzdur.
Batı’daki kentler Doğu Avrupa’dakilerden daha hızlı gelişti
Kentlerin Toparlanması. Karanlık Çağlar kapanırken kentler de yeniden yükselişe geçti. Gerçi Antik Çağ’ın şöhretlerinden bir bölümü yok olmuş, bir bölümü de eski önemine asla kavuşamamıştı ama, özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da birçok yeni kent doğdu. Bunun nedenleri de, Antik Çağ kentlerinin gelişmesini sağlayan etkenlere çok benziyordu: Zanaat ve ticaret gitgide daha çok önem kazanmaktaydı. Kentleşme yönelimi bölgeden bölgeye önemli bir çeşitlilik gösteriyordu.
Bugün Rusya’yı oluşturan bölgedeki Kiev’in, Kij adlı bir Slav prensi tarafından tahkim edilen kırsal bir yerleşimden geliştiği anlaşılmaktadır. Novgorod (kelime anlamı “yeni kent’tir), galiba Baltık’tan Karadeniz’e uzanan eski bir ticaret yolu üzerinde ticari bir merkez olarak kurulmuştur. Adına ilk kez 1147’de rastlanan Moskova’nın kuruluşu ise daha belirsizdir. 1156’ya kadar tahkim edilmediği için, Baltık-Karadeniz yolunda bir ticaret karakolu olarak kurulmuş olabilir.
Vladimir, Rostov ve Suzdal’da da başka kentsel yerleşimler ortaya çıkmıştı. Moskova’nın vakayinamelerde geçmeye başlamasından 300 yıl kadar önce, savaş, ticaret ve korsanlığı birleştiren İskandinavyalı Varanglar, Kiev ile Novgorod’u kuşatmıştı. Burada da yine eski kentin siyasi önemi açıklık kazanır.
Bir avuç serüvenci, iki kenti ele geçirmekle bütün bir kırsal bölge üzerinde denetim kurmuş oluyordu. Liderleri Rurik, sonunda ilk “Rus” hanedanını kurdu. Ama sonra Tatarlar (1228) geldi ve zar zor filizlenen kent hayatı bir kez daha karanlığa gömüldü.
Doğu Avrupa’nın diğer bölgelerinde durum, kentleşmeye ancak biraz daha elverişliydi. Avarlar, Macarlar, Moğollar ve daha sonra da Türklerin düzenlediği akınlarla istilalar, ticareti riskli hale getirmişti; kırsal kesimdeki Slavlar ticarete öyle az yatkındı ki, feodal yöneticiler ticareti kurmaları için yabancıları bölgeye davet etmişti.
Bazı ticaret kentleri Batı Avrupa’dan gelen göçmenlerce kuruldu; hatta daha İkinci Dünya Savaşı’na kadar Doğu kentlerinde, Batı Avrupa’dan gelmiş kalabalık Alman ve Yahudi toplulukları yaşıyordu. Buna rağmen Doğu’daki kentsel yerleşimler yavaş büyüdü.
Batı’daki kentler sayı, nüfus ve nüfuz bakımından Doğu Avrupa’dakilerden daha hızlı gelişiyordu, ama krallar ile onlara bağlı feodal beyler arasındaki çekişmelere karışmışlardı. Bunun sonucunda, kentleşmenin hızı ve niteliği açısından ülkeden ülkeye farklılıklar görülüyordu.
İtalya’da, antik Yunanistan tarihi tekrarlandı. Hiçbir yönetici, tek başına İtalya’yı birleştirecek güce ulaşamadı ve güçlü bir bölge iktidarı olmadığı için de kent devletleri yeniden hayat buldu; Ortaçağ tarihindeki en çarpıcı olgulardan biriydi bu. Bizans, papalar, Germen imparatorları, Sarazenler, Normanlar, Fransa, İspanya hepsi de İtalya’nın tamamını fethe uğraşıyordu. Hiçbiri başaramadı, hiçbir merkezî güç hüküm süremediği için de kentler kendi kendilerinin efendisi oldular.
İçlerinden biri – Venedik – sonunda bir dünya gücü haline geldi ve ağırlığını 11 yüzyıl boyunca korudu. Kentlerin tümü de hukuki statü anlamında bağımsız değildi, ama ulusal bir otorite bulunmaması, her kentin kendi ordusunu bulundurmak zorunda oluşu ve arkası kesilmeyen savaşlarda yardım sağlama ya da sağlamama gücünü elinde tutması, sayısal güçlerini kat kat aşan bir kuvvet veriyordu kentlere, tabii çoğu zaman bununla birlikte geniş bir özerklik de.
Ortaçağ batı kentlerinin ortak özelliği: ‘Özgür Yurttaşlar’
Kentler gitgide çoğaldı – bu nispeten küçük ülkedeki kentsel yerleşim sayısı şaşırtıcıdır – ve iç kargaşaya, hiç dinmeyen savaşa, yenilen hiziplerin vahşice ezilmesine, arka arkaya gelen yağmalarla yakıp yıkmalara rağmen, gelişmeye devam edip bütün çağların en büyük uygarlıklarından birini yarattılar.
Almanya’da da nispeten yakın zamana kadar merkezî bir iktidar gelişemedi, ama bölgesel yöneticiler küçük prenslikler kurmayı başardı. Ancak bazı kentler büyük ölçüde bağımsızlık kazanıp en azından yarı hükümran kent devleti denebilecek bir statüye eriştiler. Kilise’ye bağlı prenslerin yönetimindeki Köln, Treves ve Mainz, imparatoru seçen yedi elektör arasındaydı. Hansa Birliği üyeleri ile Frankfurt, ayrı birer siyasi birim haline geldi. Felemenk’te de buna benzer bir gelişme gerçekleşti ve bazı kentler dikkate değer bir güç kazandı (Bruges, Ghent, Anvers ve başkaları).
Avrupa’nın diğer bölgelerindeki kentler de sayı, nüfus ve önem bakımından gelişiyordu, ama siyasi nüfuzları sınırlıydı (bunun başlıca istisnası Londra oldu). Britanya’nın diğer kentleri kral ile baronları arasındaki mücadeleden pek bir fayda sağlamazken, Londra daha ilk dönemlerinden itibaren öyle bir güce erişmişti ki – feodal dönem başları için çok istisnai bir durum- kral, pek hor gördüğü City (**) tüccarlarıyla görüşmeye oturmak zorunda kaldı.
Londra, Magna Carta adıyla bilinen antlaşmanın taraflarından biriydi. Mağrur tüccarların kendilerini aristokratlarla denk görmesinin simgesi olarak. 14. yüzyıldan beri Londra belediye başkanı “Lord” unvanını taşır. Belediye başkanının siyasi ayrıcalıkları ortadan kalktığı, hatta siyasi gücü bile kalmadığı halde bu unvan hâlâ geçerlidir.
Kentsel Koşullar. Başka birçok bakımdan birbirine hiç benzemeyen Ortaçağ Batı kentlerinin bir ortak özelliği vardı: “Yurttaşlar” özgürdü. Ne serf ne köleydiler; nüfusun büyük çoğunluğunun şöyle ya da böyle bir esaret altında yaşadığı bir dünyada ender rastlanır bir durumdu bu.
Öte yandan da özgürlük, hatta hareket serbestliği bile hâlâ sınırlıydı. Siyasi haklar kısıtlıydı ve birçok ülkede kent nüfusları, her an ellerinden gidebilecek olan bir otoriteyle yetinmek durumundaydı. Ticaretin önemi giderek daha iyi kavrandı. Büyük ölçüde bu, ancak siyasi nitelik taşımayan bazı ayrıcalıkların verilmesiyle sonuçlandı. Yine de kentlerin gerçek bir siyasi gücü yoktu ve hanedanlar da mevcut hakları budamak için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Ortaçağ kentlerinde, bugünkü sosyal yapılardan büyük ölçüde farklı olan bir katmanlaşma sistemi vardı. Bütün kentlerde değilse de pek çoğunda üst kesim, kentleşmiş bir aristokrasiden oluşmaktaydı; bunların çoğunlukla unvanı da vardı. Bu soylular, arazilerini kâhyaların denetimine bırakıp hiç değilse yılın bir bölümünü kentte geçirirlerdi.
İkinci – veya soyluların bulunmadığı yerlerde birinci – katman, tüccarlardan oluşuyordu. Onların arkasından lonca üyesi zanaatkârlar gelirdi. Sonra, statü itibariyle daha düşük olan zanaat ustaları; sabit bir işi olmayan hizmetkârlar, gezici esnaf ve dilenciler ise sınıf sisteminin en altında yer alıyordu. Son iki grubun hiçbir zaman siyasi hakları olmadı. En üstteki üç grup arasında ise neredeyse kesintisiz bir iktidar mücadelesi yaşandı.
Örnek olarak Floransa’da mesleki rollere göre gelişen katmanlaşma gösterilebilir. Önem sırasına göre ilk başta nobili [soylular], yani “eski” aristokrasi geliyordu; bunlar 1282’ye kadar kenti yönettiler ve o tarihte kent halkı bütün siyasi haklarını ellerinden aldı. İkinci sınıf arti maggiori [büyük zanaatkârlar] yargıçlar, noterler, bankerler, tüccarlar, terziler ve kürkçülerden oluşuyordu. Üçüncüsüne ise arti minori [küçük zanaatkârlar] denmişti ve bu sınıfta boyacılar, yün tarayıcılar, çamaşırcılar, demirciler ile kuyumcular vardı. Bu sınıftaki usta zanaatkârlara popolani nobili [soylu halk], gezici esnafa da minori artifici denirdi. Alt statüdekilerin ne resmen tanınmış yasal hakları vardı ne de bir sınıf olarak isimleri.
Modern Çağda Kent
Feodalizmden Sanayi Devrimi’ne. Kasabalarla kentler büyümeye devam etti ve bileşimleri de önemli ölçüde değişti. Hepsinden önce, hem meslekler hem de zanaatler gittikçe daha çok ayrışıyordu. Sonunda, Reform’un ardından Protestan ülkeler yeni bir problemle karşı karşıya kaldı: İşsizler ve asla bir işte çalışamayacak olanlar için bir tür sığınak işlevi gören manastırlar ortadan kalkmış, okuma-yazması olmayan, vasıfsız, sefil insanlardan oluşan kitleler kentleri doldurarak bir tehdit haline gelmişti.
Bir yandan da kentli üst tabakalar, ülkedeki zenginliğin artmasında kendi faaliyetlerinin önemli bir payı olduğunu, oysa aylak aristokratların bu zenginliği har vurup harman savurduğunu giderek daha iyi kavrıyordu artık. Burjuvazi, kendini beğenmiş soylulara göre çoğunlukla daha zeki ve eğitimli olduğu halde, bütün önemli siyasi makamlar aristokratların elindeydi ve onların çocukları da askerî rütbe alma ayrıcalığına sahipti.
18. yüzyılın sonlarına doğru devrimci değişimler meydana geldi. Fransız Devrimi, kral ile aristokrasinin siyasi tekelini kırdıysa da, burjuvazi’nin tam bir hakimiyet kurması için daha yüz yıldan fazla zaman geçecekti. Önceden herhangi bir işi olmayanlar, üretimdeki muazzam artış sayesinde işe kavuştu. Yavaş yavaş sınıf bilinci gelişen gerçek sanayi proletaryasının sahneye çıkmasıyla, “ayaktakımı” ortadan kalktı.
İşçiler, sayıca diğer kent nüfusunu geride bırakmaya başlamıştı, ama hâlâ oy hakkından yoksun ve korunmasızdılar. Kentin geniş bölgeleri, sefil çalışma koşulları yüzünden kasvet dolu kenar mahallelerle doldu; alelacele ucuz, çirkin ve sağlıksız toplu konutlar yapan spekülatörler bu süreci daha da hızlandırdı.
19. yüzyılın ürünü olan sanayi kentleri
Sanayileşmeyle birlikte eski zanaatlerin çoğu ortadan kalkınca, iflas eden zanaatkârlar da proletarya saflarına katıldı. Bu sürecin durup kısmen tersine dönmesi çok uzun bir zaman alacaktı. Yeni hizmet dallarının ortaya çıkmasıyla az sayıda işçi bağımsız girişimciliğe yönelerek garaj, dolum tesisi, tamirhane, lokanta, pansiyon ve benzeri işletmeler açmaya başladı. Profesyonel spor da, aksi takdirde fabrikalarda çalışacak olan pek çok kişiye ek iş imkânları sağladı.
Gerçi bu süreç hâlâ devam etmektedir ama, kimi değişimler olduğu da çok açıktır. Bu dönüşümlerin ardından kentin bazı temel özellikleri şöyle sıralanabilir:
1. Önceden mevcut kent tiplerine bir başkası daha eklenmiştir: 19. yüzyılın ürünü olan sanayi kenti.
2. Kırsal alanlar yakılıp yıkılırken az sayıda kişiyi surlarının ardında koruma altına alan müstahkem kent yoktur artık. İmtiyazlı yerleşimlere sağlanan koruma da surlarla birlikte yıkılıp gitmiştir. Modern tahkimat, sadece bir kentin değil bütün bir ülkenin savunmasına yöneliktir.
3. Hem kentlerin siyasi ayrıcalıkları hem de kentlere karşı siyasi ayrımcılık ortadan kalkmıştır. Kent ve kır aynı siyasi haklara sahiptir. Kent içindeki siyasi ayrıcalıklar da geçmişte kalmıştır yine. Zaman zaman seçim bölgeleri, yönetimdeki partiye avantaj sağlamak için doğal yerleşimlere uygun olmayan bir şekilde düzenlense de, evrensel oy hakkıyla birlikte üst sınıfların hegemonyası da sona ermiştir.
4. Siyasi olarak kentler artık sadece yerel özerkliği olan birer idari merkez durumundadır. Gerçek siyasi nüfuzları ise bütün bir ülkenin bileşimine, özellikle de kentleşmenin derecesine bağlıdır.
5. Modern kentin sınıf yapısı artık hukuki ayrımlara dayanmaz. Hukuki eşitliğin yanında grup prestiji, statü ve ekonomik koşullar bakımından farklılıkların bulunması, önceden bilinmeyen gerilimler yaratmaktadır.
Antik Çağ’da da Ortaçağ’da da üst tabakayı oluşturan soylular artık yoktur ve onlarla birlikte kent hayatındaki aristokrat formlar (saraylar, özel parklar, kalabalık hizmetkâr kadrosu) ortadan kalkmıştır. Ama ayaktakımının veya alt proletaryanın da önemi kalmamıştır. Modern sanayi işçisi nispeten iyi bir eğitim almıştır; yaptığı işin onurunun ve değerinin bilincindedir. Kentlerde şiddet ve kanunsuzluk olaylarına sık rastlansa da, bunlar artık belli bir toplumsal sınıfla eşanlamlı değildir.
Sovyet Modelleri. Rus yörüngesi içinde yaşamayan biri ne kadar doğru değerlendirebilir bilemem ama, Sovyet kenti yukarıda anlatılan kalıpların dışında değildir. Rus tarihsel ve kültürel kökeni de bizim kentlerimizinkiyle aynıdır. Rus kentleri tarihte çok geç – Girit’te kurulan ilk Avrupa yerleşiminden belki bin yıl sonra – ortaya çıkmıştır, ama bu Doğu Almanya’daki ilk kentlerden çok sonraya rastlamaz. Genel olarak Rusya, daha ağır bir tempoda olmakla birlikte Batı’daki modelleri izlemiştir. Komünizmden önce sanayi henüz emekleme çağındaydı ve gerçek “burjuva” sanayicilerden oluşan dikkate değer bir sınıf ortaya çıkmamıştı.
Devrim’den önceki Rus kentleri, 19. yüzyılın Batı Avrupa kentlerine benziyordu; tüccar ve sanayiciler, orta ve üst sınıflarda seyrek bir dağılım göstermekteydi. Dolayısıyla bütün işletmelerin devletleştirilmesi, aynı sürecin Batı’da yaratabileceğinden daha az etki gösterdi. Komünist yönetimde hızlandırılmış sanayileşme, fabrika işçileriyle birlikte büro çalışanlarının ve idari personelin de sayısını artırdı.
Sonuç olarak bugün Rus ve Batı kentleri arasında temel bir fark yoktur; tek istisna, Rusya’daki kentlerde özel ticari girişim bulunmamasıdır. Ama bu zaten özel girişimin olduğu ülkelerde de küçük denebilecek bir grup oluşturur. Rusya’da sınıf ayrımlarının ortadan kalkmış olmadığı genel olarak kabul edilen bir gerçektir. Rusya’da da siyasi ve idari liderler, meslek adamları, bir işletmeciler grubu, her türden büro çalışanı ve sanayide ileri düzeyde katmanlaşmış bir emekçi sınıfı mevcuttur.
Amerika’da bile maaşlar ve ücretler ulusal gelirin yüzde 70’ini oluşturur; çiftçilerin geliri yüzde 20 dolayındadır. Böylece geriye, iş adamları ile profesyonellerin oluşturduğu yüzde 10’luk bir kesim kalmaktadır ki, her iki grubu çıkardığımız zaman kentin temel yapısında esaslı bir değişiklik olmaz. Bu da Rusya ile diğer yerlerdeki kent yaşantısı arasında meslekler bakımından bir farklılık bulunmamasını açıklamaktadır.
Amerikan kentleri soyluları, köylüleri ve proletaryayı bilmiyor
Amerikan Kenti. Amerikan kenti, feodal çağların hantal yükünü hiçbir zaman taşımadı. Amerikalı koloniciler, büyük ölçüde yerleşim bulunmayan bir ülkeye göçmüşlerdi; Yerlilerin bir kısmı avcılık evresindeydi, bir kısmı da ilkel yöntemlerle tarım yapmaktaydı. Kentsel yerleşim yoktu.
Amerikan kentlerinin çoğu (konuyla ilgisiz birkaç istisna hariç), şaşmaz bir şekilde ekonomik nedenlerle kurulmuştur. Amerikan kentleri, ticari faaliyetlere dayalı birer yığışımdır ve her zaman da öyle olmuşlardır. Hiçbiri esas olarak savunma veya saldırı amacıyla kurulmamıştır. (14) Hiçbir zaman kent devleti doğrultusunda bir gelişme olmadığı gibi, kentsel ve kırsal alanlar arasında siyasi haklar bakımından bir farklılaşma da görülmemiştir.
Daha koloni döneminin başlarında bile tüccarlar üzerinde kralın, önemli bir siyasi, askerî ya da bürokratik sınıf oluşturacak kadar hükmü yoktu. Sınır yerleşmelerinin ortadan kalkmasından sonra da kırsal alanda, kentlere göçü gerekli kılacak bir nüfus fazlası oluşmadı. Belki burada daha da önemli olan, Amerika’da serflik geleneğine sahip bir köylü sınıfının hiçbir zaman gelişmemiş olmasıdır.
Amerika’nın kırsal nüfusunu oluşturanlar, kentte oturanlarla aynı atadan ve memleketten gelme çiftçilerdi. Unvan sahibi soyluların bulunmaması, geniş bir bürokrasinin çok geç ortaya çıkması ve ticaret loncaları olmaması, Amerikan kentinin daha basit bir model izlemesini sağladı.
İkinci sorun, seçici olmayan büyük göç dalgalarından kaynaklanır; bunlar, yabancı – bireyleri değil – grupları bu ülkeye getirerek kentsel nüfusun bileşimini değiştirmiştir. Bu grupların kültürü, eğitimi ve gelenekleri, dinsel ve moral değerleri her zaman ilk kolonicilerin yerleştirdiği standartlara uymamaktadır. Eyaletler arasındaki savaştan sonra gelen göçmenlerin çoğu çiftliklere değil kentlere yerleştiği için, kır ile kent arasında daha önce var olmayan bir farklılık ortaya çıkmıştır.
Üçüncü kategorideki güçlükler ise kentlerin neredeyse inanılmaz bir hızla büyümesiyle bağlantılı olarak sınır yerleşmelerinin kapanmasıdır. Kentler, uygun yaşama koşullarının sağlanması için gereken teknik yeterlilikten daha hızlı gelişmiştir.
Bu zorlu işin üstesinden gelmek için yegâne doyurucu yöntem, geniş ölçekli bir standartlaştırma ve basitleştirmedir. Böylelikle Amerikan kentleri öyle birbirine benzer hale gelmiştir ki, bir ana caddeyi diğerinden ayırmak neredeyse imkânsızdır.
Amerika nasıl soyluları ve köylüleri bilmiyorsa, Avrupa’daki anlamıyla proletaryayı da bilmez. Haddizatında bu terim çok ender kullanılır. Fabrika işçileri ile çiftçiler, hayat tarzları, alışkanlıkları ya da hayata bakışları açısından kentli orta sınıftan esaslı bir farklılık göstermezler. Gelir farkı bile çok azdır, hatta bazen yoktur.
Amerika’da veya başka bir yerde tam anlamıyla eşitliğin mevcut olmadığı açıktır tabii. Ama eşitlik yönünde belirgin bir yönelim bulunduğu da tartışılmaz; belki başka ülkelerden gelen bir gözlemcinin bakışıyla bu, Jones’lara yetişeceğim diye sıkıntıya giren yerli Amerikalı için olduğundan daha da belirgindir.
Bu yazı, Cogito dergisinin 1996 yılında ‘Kent ve Kültürü’ sayısından alınmıştır. Çevirisi Özden Arıkan’a aittir.
Dipnotlar:
(*) Ayna alaya dayandığı kabul edilen gens adlı klanların üyeleri. /ç.n.
(**) Londra’nın kent merkezi; ilk ticaret ve zanaat loncaları burada doğmuştur, bugün de kentin ticaret merkezidir. /ç.n.
Kaynakça
1) Bu yorumda öne sürülen hipotezin kanıtlanmış olduğu söylenemez ve hålä da pek genel bir kabul görmemektedir; dolayısıyla tartışmalı sayılmalıdır. Şu farklı yaklaşımlarla karşılaştının: Niles Carpenter, The Sociology of City Life, New York, 1932, s. 2 ve devami; Ralph Turner, The Great Cultural Traditions, 1. cilt, 3-4. bölümler, “The Rise of Urban Cultures in the Ancient Oriental Lands.”
2) Margaret A. Murray, The Splendor That Was Egypt, New York, 1949.
3) Sümer yıllıklarının yazarlanı, hükümdarların “cennet’ten indiğini belirtir (Leonard Woolley, Ur of the Chaldeans, Londra, 1929, s. 18) ve Yunanlı işgalcilerin liderleri de birer kahraman, yani yarı tanrı olarak tarif edilmiştir.
4) “Bunların neolitik birer köy olarak ortaya çıkıp sonra şu ya da bu şekilde surla çevrili kentler haline geldiğinden, bazılarının da büyük imparatorlukların başkenti olduğundan şüphe yoktur.” (Stuart A. Queen ve L. F. Thomas, The City, New York, 1939, s. 19.) Ancak sur, kente özgü bir nitelik değildi, çünkü köylerin de çoğu tahkim ediliyordu. “Kent ne yegâne tahkimattır ne de tahkimatların en eskisi.” (Max Weber, “Die Stadt”, s. 520, Wirtschaft und Gesellschaft, Stuttgart, 1924.)
5) H. G. Creel, The Birth of China, New York, 1937, s. 278-279. Alıntı yapılan bölümde Çin’in Shang hanedanı tarafından fethi anlatılmaktadır (MÖ 5. yüzyıl). Shanglar istilacıydı. “Belki de eski Çin köylüleri üzerinde hakimiyet kuran, nüfusu nispeten az bir sınır halkıydılar. Tunç kullanan aristokratlar’, yani aynı anda hem yönetici hem savaşçı, toprak beyi ve rahip olduklarına ise kuşku yoktur. Ortaya çıkış süreçleri, kentsel kültürün diğer erken merkezlerinde benzer topluluklar yaratan süreçlerden büyük bir farklılık göstermiyordu herhalde.”
6) Bu yazar, sadece saldırganların aynı grup içindeki uzmanlaşmış askerler olduğu varsayımına katılmamaktadır. Bu varsayım, aynı grup içinde niye sadece bir kesimin metal silahlara sahip olduğunu açıklamayı güçleştirir. Tarihte bilinen bütün örneklerde saldırganlar yabancı istilacılar olmuştur
7) İtalikler bana aittir.
8) age.
9) Woolley, age, s. 25.
10) “Yunan polisinin savaşların ürünü olduğunu vurgulamak gerekir. Kurucuları, klanlar ve kabileler halinde örgütlenmiş savaşçılardı; silahlı bir azınlık olarak bunlar bir kale diker, oradan köylü nüfusa hükmederlerdi. “(Turner, age, s. 454.) Son örnek için bak. Friedrich Ratzel, Volkerkunde, Leipzig, 1888, 3. cilt, s. 647.
11) Roma yurttaşı./çn
12) Uzak Doğu ve Hindistan’da biraz daha farklı seyreden gelişim, yer yokluğundan ötürü burada ele alınamamıştır; bu Doğu kentleri içinde muhteşem olanları vardı, ama modern dünyada kent modellerinin gelişimini pek etkilemediler.
13) Çeşitli yazarların verdiği rakamlar arasında büyük farklılık vardır; en düşük rakam 250 bindir.
14) İlk başta kurulan birkaç “kale” (fort), aslında Yerli saldırılarına karşı pek de sağlam bir şekilde korunamayan ticaret karakollarıydı.