Share This Article
Jean-Pierre Coursodon
Woody Allen sineması denildiğinde ilk akla, nevrotik karakterlerin etrafında örülen olay örgülerinin yanı sıra, varoluşsal sorgulamalara sık sık yer veren ve kent kültürünün fazlasıyla ön planda olduğu filmler geliyor. Komedi ve trajikomedi unsurlarını ustalıkla harmanlayan, insan ilişkilerinin karmaşıklığını ele alan Allen, felsefi temalara eğilirken, karakterlerinde hayatın anlamını, ölümü ve ahlaki değerleri sorgulamaktan geri durmuyor.
Bununla birlikte Woody Allen denildiğinde, evlatlık kızı Dylan Farrow’a cinsel tacizde bulunduğu iddiası, sanatının değerlendirilmesinde farklı bakış açılarını beraberinde getiriyor. Dolayısıyla, Allen sineması estetik olarak değerlendirildiği kadar etik olarak da her dönem masaya yatırılmayı sürdürüyor.
Allen, son filmi Coup de Change (Şans Eseri) farklı bir tarza bürünse de, sinemasında alışık olduğumuz karmaşık ilişkilere ve insan doğasının karanlık yönlerine odaklanıyor. Peki ama Allen sineması ne anlama geliyor? Coup de Change’den hareketle, sinema tarihinde kendine özgü bir yeri olan ve birçok yönetmene ilham kaynağı olmuş Allen’ın iç dünyasını ve sanatını yansıttığını düşündüğümüz bir röportaja yer vermek istedik. Dilerseniz başlayalım…
‘Çalışmanın erdemine inanan birinin yaşlılığı kabul etmesi mümkün değil‘
Amerika’da Fellini gibi film yapmakla eleştiriliyorsunuz. “Stardust Memories” sizin “8,5”unuz diyebilir miyiz?
Federico Fellini ile karşılaştırılmak hoşuma gitti. Fakat ben yaratım krizi içinde bulunan bir yaratıcının, oto incelemesi üzerine film yapmak istemedim. Fellini’yi beğeniyorum ve onu Michelangelo Antonioni, Vittorio De Sica gibi büyük İtalyan yönetmenler arasına koyuyorum. Ama onu saydığım kişilerin üstünde görmüyorum.
Büyük komedi yaratıcıları arasında Chaplin, Keaton, Marx Kardeşler, W. C. Fields gibi Amerikan sinemacıları beni Avrupa’dakiler kadar etkilemiyor. John Ford türü Amerikan yaratıcılarını beğeniyorum ama sadece teknik açıdan. Fransız, İtalyan ve İsveçlilerin ise bütün yönlerini beğeniyorum.
Amerikalıları sürekli değişiklik içinde görüyorum. Yaptıkları iş halkı eğlendirmek. İstekleri ise western, polisiye filmler ve müzikal komediler üzerinde toplanıyor. Sosyal, politik ve felsefi olan her şeyi reddediyorlar. Avrupalıların daha olgun bulduğum bir konu seçimleri var. Daha ahlaki ve daha ilginç. Biz de yapılan hiç bir şey Ingmar Bergman‘ın ya da Jean Renoir’nun yaptıklarıyla karşılaştırılamaz. İtalya’da ise saydıklarımın dışında Pietro Germi, Mario Monicelli, Bernardo Bertolucci, Pier Paolo Pasolini‘yi beğeniyorum. Fransa’da François Truffaut, Jean-Luc Godard, Jacques Tati ya da Philippe de Broca var.

“Stardust Memories”de her basamağını bildiğiniz sinema sektörünün bütün olanaklarını kullanıyorsunuz. Yaratıcı, oyuncu, yazar…
Bu film otobiyografik dünyaya ait değil. Burada artık komedi yapmak istemeyen, yaşamdan zevk almama noktasına gelmiş bir sinemacıyı gösteriyorum. Bu kişi ben değilim. Ben dünyanın temelde komedi üzerine kurulduğu inancını sürdürüyorum. Yapımcılar bana işkence etmiyor. Buradaki kişilik zengin, tanınmış, hayatın zevklerini tatmış fakat yolun yarısına gelmiş biri.
Zengin ve başarınızın doruğundaysanız ve bir Rolls Royce’la şoförünüz varsa kendinizi mutlu hissedersiniz. Ama bu mutlak değil. Benim hayattan zevk almak için, kıskanç bir hayranımın beni öldürdüğü hayalini kurmaya ihtiyacım yok. Komedi yapmaya devam edeceğim ve bu filmin çok komik unsurlardan oluştuğuna inanıyorum. Umarım buna inanan tek kişi ben değilimdir.
“Manhattan” geçmişi yaşatan görkemli ve duygusal sahnelerle açılıyordu, buna neden gerek duydunuz?
Gençken New York‘a hayrandım. Bütün sorunlarına rağmen bu şehri hâlâ seviyorum. Ama onu 5 yaşımdaki haliyle görüntülemek istedim. Bu da filmin yaşlılık temasına uyuyordu. Aksi belirtilere karşın Manhattan acıklı bir filmdir. Yıllar sonra şehrini gören birinin öyküsü. 45 yaşındaki bir adam, 17 yaşındaki bir kıza aşık olur. Bu arada hazırladığı televizyon programı aksadığı ve meslektaşları kötü rock müziği dinleyip marihuana içtiği için endişelidir. Geçmişine bağlı olan, çalışmanın erdemine inanan birinin yaşlılığı kabul etmesi mümkün değil.
‘Sorunlarımla iç içeyim’
“Manhattan“, otobiyografik bir film mi?
Diğerleri gibi, sadece bir kısmı. Geçmişte yaşama eğilimim olduğu doğrudur. Fakat aynı zamanda filmlerimde oynadığım kişiliklerin çoğunluğu da uydurulmuş kişiliklerdir.
Yakınınızdaki bir çok kişi “Manhattan”dan hoşlanmadı. “Annie Hall” benzeri filmler seyretmekten sıkıldıklarını söylediler. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bilmiyorum, zor bir soru. Filmi çevirirken değişik bir şey yapmayı düşündüm. Bu benim A’dan Z’ye kadar kronolojik olan ve “zaman”la oynamayan tek filmim. Manhattan, diğerlerinden daha az komik ve daha pesimisttir. Aynı zamanda yalnız olmadığım ve diğer insanların yaşamlarının da önemli olduğu tek filmdir.
Kişisel sorunlarınızla ilgili filmler çevirdiğiniz için de suçlanıyorsunuz?
Ben sorunlarımla iç içeyim. Uzun zamandır da elimdeki en iyi materyal kendimi anlatmak. Ama bir gün herkes bundan bıkacak.
Ciddi bir film yazmak daha mı zor?
Evet, çok daha zor. Bana ciddi bir filmin senaryosunu yazmak çok güç geldi. Saatler boyunca şaka yapmadan, kelime oyunlarına girmeden film çevirmek de. Trajedi, sinema ve tiyatronun en soylu biçimidir. Elia Kazan‘ın filmlerini seyredin. Bu filmlerin ağırbaşlılığı, saygınlığı, derinliği… Bunları seviyorum. Benim ise komik filmler yapma alışkanlığım var. Bu nedenle Interiors‘ın çevrilmesi sırasında çok rahatsızdım. Toplumun bu tip bir filme nasıl tepki göstereceğini bilmiyordum.
Gelen tepkiler sizi hoşnut etti mi?
Evet. Bütün herkes bu filmden iğrenseydi bir an bile şaşırmayacaktım. Bu zor ve iç karartıcı bir filmdi. Büyük bir kesimin görmek için aradığı türde bir film değildi. Buna rağmen 3 milyon dolara mal olan Interiors bütün dünyaya dağıtılma başarısı gösterdi ve sonunda çok iyi bir kazanç getirdi.

1979 yapımı “Manhattan” iki kez boşanmış 42 yaşındaki bir komedi yazarının (Allen) 17 yaşında bir kızla (Mariel Hemingway) yaşadıkları ilişkiyi konu alıyordu. Yıllar sonra filmi değerlendiren Mariel Hemingway, “Allen’ın hiçbir davranışını onaylamıyorum. O film muhtemelen bugün kesinlikle çıkamazdı,” dedi.
‘Güldürü filminin sınırları içinde ciddi olmak zordur’
Sizin için ciddi ile komedi arasındaki ayrım çok önemli gibi…
Amerika’da Avrupa’dan farklı olarak insanlar dram yazarı ile komedi yazarı arasında büyük bir ayrım yapar. Özellikle, benim gibi komedi filmleri yapmadan önce, kabare ve televizyon filmleri çekenler arasında. Burada komedi filminin derinlik taşıması düşünülemez.
Charlie Chaplin için aynı şey söz konusu değil sanırım?
O bile ağırbaşlı konulara girmeseydi bence fazla ciddiye alınmazdı. Bazı eleştirmenler beni kaba bir çalışma yapmakla suçluyor. İçin için onlarla aynı fikirde olduğum söylenebilir. Her zaman güldürü filmleri yaptığım görünümü veriyorum. Ancak bunlar, üstünkörü, oyalayıcı şaşırtmacalı ve yemek artığı filmler değil. Belli gerçeklere, maddi temellere, kişisel programlara dayanıyorlar. Kaba güldürü, soytarılık benim için bir çeşit açmaz. Bu tür film yapanlardan bir tek Mack Sennett ve Chaplin‘i seyretmekten zevk alıyorum. Bunların benimle alakasına gelince şöyle diyebilirim: Yularından kurtulmuş bir komik, beni 1,5 saat boyunca güldürebilirse bu benim için yeterlidir. Kanımca ben de bunu yapabiliyorum.
Savaş ve Aşk özden yoksun bir film değildi. Bu benim en gözde filmim. Bana Oscar kazandıran Annie Hall bile bana onun kadar yeterli gelmemişti. Bir güldürü filminin sınırları içinde ciddi olmak zordur. İnsanlar gülmekten başka bir şey hatırlamıyor ve geriye kalan her şeyi unutuyorlar. Bu nedenle kendime ciddi bir film yapıp yapamayacağımı sordum. Esprilerin arkasına saklanmayacaktım ve bu da benim için iyi bir tecrübe olacaktı.
Shakespeare’deki soytarılar Hamlet üzerinde toplanan dikkati başka bir yöne çeviriyorlar ve bu arada da çok önemli şeyler söylüyorlar. Ve Hamlet, o dahi soytarı olmak istiyor, ama bunu yapamıyor.
Belki, ama ikisi birden olmak çok zor, seçmek gerekir. Benim için en büyük olan Charlie Chaplin‘in Şehir Işıkları ya da Altına Hücum‘da denediği gibi iki veya üç roldeki tarzı birleştirmeyi başaramadı.
Fransa’da bir komedyen daha çok bir filozof olarak kabul edilir ve güldürmek için derin konulara değinmesi gerekir?
Belki… Fakat örneğin ben Jerry Lewis‘in filmlerinde hiç bir derinlik bulamıyorum. Onu seviyorum, çünkü büyük bir yeteneği var, ama insan gerçeğiyle derinlemesine hiç ilgilenmez. Aynı şey kremalı pasta ve baston darbelerinin bulunduğu ilk “Şarlo” filmleri için de geçerli. Bu filmlerde olağanüstü komedi unsurları görüyor ve gülümsüyorum ama derin olan hiçbir şey yok. Daha sonrakiler belki Jerry Lewis ya da W. C. Fields‘ten farklı, ama orada da unsurlar aptalca.
Ya Woody Allen?
Bu ayrım bende de var. Başlarda sadece daha fazla güldürmeye çalışıyordum. Güldürmesine rağmen aptalcaydı sonuçta ve güzel olmuyordu. Daha sonra ciddi konulara eğilmeye başladım ve sanırım herkes beğendi. Daha önceleri liseliler ve kelime oyunlarından hoşlanan kişilerle sınırlı küçük bir çevrem varken şimdi bu genişledi.
Fakat ilk filmlerinizde de, örneğin aşk ilişkilerindeki güçlükler gibi, benzer konuları işliyordunuz?
Evet, ama bilinçli değil. Eğer tesadüfen ya da kazara maddi bir takım şeyler içeriyorsa bu benim hatam değil. Eğer 50 film de yapsam öyle sanıyorum ki temalar hep aynı kalacak. Ama şu anda ne dediğimi daha iyi kontrol edebiliyorum. Belki filmlerimde gerçekten kimsenin anlamadığı derinliğine bazı şeyler var. Gorouchu Marx ile bir müddet birlikte oldum. Tabii ki çok yaşlıydı. Ve hâlâ komikti. Ama onunla birlikte hiç bir şey yapamadık. Sesinde müzikal bir hava vardı. Bu Mozart ya da Picasso‘nunki gibi doğuştan gelen bir armağandı.
Woody Allen Groucho Marx rolünde, New York (1972) Fotoğraflar: Irving Penn

Ya siz?
Zannediyorum ki, komik bazı şeyler yaratma yeteneğiyle birlikte doğdum. Bu sonradan öğrendiğim bir şey değil.
Ama insanları ağlatmayı da seviyorsunuz.
İnsanlara başka şeyler hissettirme kapasitemi keşfetmeye tapıyorum. Biliyorum ki, komik olmak isteyen insanlar var. Ama ben -tamamıyla kişisel olarak- Dostoyevski‘ye Buster Keaton‘dan daha fazla değer veriyorum. Tıpkı Çehov ve Ibsen‘e Molier‘den daha çok değer verdiğim gibi.
‘Ciddi yönetmenlerin ağırlığını ve görkemini seviyorum’
Peki saygı görme ihtiyacı duymuyor musunuz?
Biliyorsunuz, olağanüstü büyük bir topluluğu güldürmekle bir saygı elde ediliyor. Hatta belki bu hak edilmiyor, ama elde ediliyor. Öte yandan, çok çabuk yorulunuyor. Bu yalnız dondurma yendiği zaman böyledir. Bu da daha yoğun bir şeyler yapma isteğini doğuruyor. Bazı şeyler vardır ki, sadece ciddi bir film için söylenebilir. İnteriors‘da duygu ve düşüncelerimi belki komik bir filmden daha özgürce açıklayamıyorum. Ama bir komedide, toplum kahkahanın dışında bir şey toplamıyor. O’Neill‘in bir dramında, Çehov‘un bir piyesinde ise içeriğin her seviyesinde şeyleri derinlemesine elde ediyor.
Bir komediyi oluşturmak dramdan daha zor değil mi?
Bu gerçek. Gözü yükseklerde olan sinemacılar komedi yapmanın gücünü severler. Ama bunu nasıl elde edeceklerini bilmezler. Olağandışı, aykırı olmak lazım. Bir O’Neill veya bir Arthur Miller buna sahip değil. Arthur Miller veya Ingmar Bergman‘da güldüren şeyler görüldüğü zaman, bu eğlendirici bulunuyor. Bunun onlara doğuştan bir armağan olduğu düşünülüyor. Bunun aksine bir komedi yazarı ancak ciddi bir film yapabiliyor. İyi anlaşıldı mı? Bir Bergman’ın seviyesine erişmek için yaşam boyu çalışman gerekiyor, fakat ona sadece yaklaşabiliyorsun.
Bazı eleştirmenler bir Bergman’ın yeterli olduğunu, ama bir Woody Allen’a da gerek olduğunu öne sürüyorlar. Birini diğeriyle tamamlama isteği niye?
Komedyenlerin bir elin parmakları kadar az olduğu doğrudur ve Bergman ile Luis Buñuel taklit edilemiyorlar. Fakat öte yandan komedyenler zaman zaman ciddi filmler yaptıklarında iyi olma şansları var. Bu onları basitliğe ve rutine kaymaktan kurtarır. Gerçekten bunu çok sağlıklı buluyorum. Ayrıca ciddi yönetmenleri de seviyorum: Bunuel, Antonioni, Alain Resnais ve özellikle Bergman. Bunlar bende şok etkisi ve heyecan yaratan, hayatımı değiştiren isimler. Onların ağırlığını, büyüklüğünü ve görkemini seviyorum.
Ibsen ve Strindberg’i seviyorsunuz. “Interiors”da plaj sahneleriniz Edward Münch’ü çağrıştırıyordu. Çok belirgin, kuzeye bir eğiliminiz var.
Evet, Edvard Grieg, Wagner, Mahler ve Alman edebiyatının büyüklerini seviyorum. Ailem Alman kökenli ve ben de güneşin fanatik taraftarı değilim. Savaş ve Aşk’ı gerçekleştirdiğim zaman Çar dönemi Rusya’sındaki entelektüel ortama bağlanmıştım. Çünkü Fransızca konuşulan bu son dönemde romantizm tartışılıyordu ve beni büyüleyen kuzeye özgü bakış açıları vardı: ölüm, varoluşçuluk ve maneviyat. Bugün bile Ruslar beni güldürüyor. Kare şeklinde, duygusuz ve dikkatli yüzleri ile beni heyecanlandırıyor.
Denilebilir ki, Annie Hall sizin ilk olgun filminizdi. Bir gün “Bananas” ya da “Kızları Düşün” ve “Sus”taki Woody Allen’a dönmek mümkün olacak mı?
Hayır, zaten buna toplum da inanmaz. Bugün herkes beni olduğum gibi tanıyor. O benim daha önceki yaşamıma ait. Çok ılımlı olsam bile, seyirci benim adapte olmayan ve kem küm etmeyen biri olduğumu biliyor.
Sonuç olarak arkadaşınız Gorouchu gibi siz de ‘joker’ olabilmek için soytarıyı ardınızda bıraktınız. Tıpkı rönesans döneminde kendi çağlarını anlatmakla kalmayıp politik risklere atılan, entrikalar düzenleyen soytarılara benzeyen tipler bıraktınız. Filmleriniz daha seyredilir, daha iyi olsa bile bunu yapıyorsunuz.
Anlaşılması gereken Keaton, Chaplin, Langton gibi benim karşılaştırılamayacağım komedyenler dalgasından sonra, komedi fizikselden psikolojiye doğru bir evrim geçirdi. Kırk yıl önce sanayi devrimi içinde bulunan işçiler, lokomotif üzerinde duran Keaton‘u ya da montaj tezgahında oturan Chaplin‘i seyrederken heyecanlanırlardı. Bugün ise elektronik çağındayız. Kendimi vidalar ve bilyelerle karşılaştırabilir miyim?
Tüketim toplumunda soyut bir mesleğin insani olmayan duygularını daha çok kaldırabilir miyim? Bu daha irrasyonel ve daha anlaşılması güç geliyor. Komedi sınırları içinde ruhu tanımlamak zordur. Komedyenin diyaloglara ve anlatım tekniğine daha az dayanmasını sağlamak için, anlatım tekniğini geliştirmek gerekiyor. Annie Hall, Diane Keaton‘ın sözlerini bitirmediği, jestlerini Chaplin‘in tersine havada biraktığı, fizik olmayan bir filmdir.
Sinemada soytarıların zamanla azalacağına inanıyorum. Peter Sellers gibi düşünülemeyecek kadar yetenekli biri Müfettiş Clouseau kompozisyonunda çok güldürüyor. Fakat bu olgunluğu içermeyen ve yarını olmayan bir gülüş. Onu seyrederken herkes çok eğleniyor, fakat kimse sinemaya girerken yaşamının değişeceğini düşünmüyor.
‘Kimsenin bir filmin daha iyi olduğuna karar vermeye hakkı yok!’
Annie Hall size bir Oscar getirdi ve siz gidip ödülünüzü almak yerine o gece New York’taki Mieb’da klarnet çalmayı yeğlediniz?
Bu Oscar‘ın nerede verildiğini bilmiyorum. Aldığım bütün ödüller adresime gönderilir. Ama postadan henüz Oscar ödülü çıkmadı. Ne olursa olsun bu tarzda bir ödül beklemiyorum. Annie Hall‘ın diğerlerinden örneğin Main Streets‘den daha iyi olduğunu düşünmek bana gülünç geliyor. Kimsenin bir filmin daha iyi olduğuna karar vermeye hakkı yoktur.
Size göre başarınızın anahtarı nedir? Sizi böylesine gülünç yapan ne?
Çocukluğumdan beri her zaman başkalarını güldürdüm. Bunu bilerek yapmadım. Komik olmak için hiç bir çaba göstermedim. Bu bende bir içgüdü. Kafamdan geçen her düşünceyi yazarım. 18 yaşındayken metinlerimi daha fazla para kazanmak için yazar ve televizyona satardım. Başarım bana yazmaya devam etmek için gerekli güveni verirdi.
Gariptir belki ama gerçek hayatta kendimi komik bulmuyorum. Örneğin pazartesi akşamları Micheal’s Pub‘da (buranın orkestrasında klarnet çalıyorum) benimle karşılaşanlar bunun farkında. Daha hızlı ve komik olmayı isterdim.
Sizi ne güldürür?
Çok şey. Bir çok film. Marx Kardeşler, C. Chaplin, W. C. Fields. Sonuçta herkesi güldüren bütün komedyenler. Ama ben bir film çekiminde kendi ekibimi güldürmüyorum, bir saniye bile. Platoda herkes yapılması gereken işlerle ilgileniyor. Değişecek dekorlar gibi. Hepimiz çok kaygılı ve sürekli endişe içindeyiz. Çok gerilimli bir atmosferde çalışıyoruz. Benim platolarım asla eğlendirici değil. Eğer öyle olsaydı, güzel olan hiç bir şey yapılamazdı.
Senarist, aktör, yönetmensiniz ve aynı zamanda filmlerinizin montajını yapıyorsunuz. Hangisini daha çok seviyorsunuz?
Size söyleyeceklerim gülünç gelebilir, ama hiçbirini sevmiyorum. Sahneye koyma, bir filmde oynama, montaj… Can sıkıcı, bıktırıcı olgular. Bunların en kötüsü ise film çevirmek. Çünkü her sabah yedide hazır olabilmek için altıda kalkmak gerekiyor. Bundan da tiksiniyorum. Sabahları soğuk ve loş oluyor. Film montajı çok az olmakla birlikte nispeten daha iyi. Ama asla çok iyi değil. Hepsi, evet hepsi can sıkıcı.
Peki yazmak?
Yazmayı hepsinden üstün tutuyorum. Yazmak için sadece yatak odama gidip kapıyı kapatmak yeterli. Evden dışarı çıkmamalıyım, ama başka şeyler için (örneğin klarnet çalmak) çalışmamı bölebilirim. Ortaya çıkandan hoşlanmamışsam onu çöp sepetine atarım. Hiç bir şey kaybolmamıştır. Ama eğer bir film çekiyorsam 3 milyonu çöpe atmadan aynı şeyi yapamam.
‘Benim filmlerimi yapmak eğlenceli değil, beni eğlendiren tiyatro’
13 film yaptınız. Bize canınızı sıktığı için film çevirdiğinizi söylemeyeceksiniz herhalde?
Film yapıyorum çünkü herkes film yapmak istiyor ve ben film yapma yeteneğine, kapasitesine sahibim. Ve film yaparak para kazandım. Filmlerim gösterime çıktığında tepkiler olumlu oluyor ve bu da film yapmakla iyi ettiğimi kabul ettiriyor bana. Sinema benim için tedavidir. Ama çok ciddi söylüyorum, benim filmlerimi yapmak hiç de eğlendirici bir olay değil. Beni eğlendiren tiyatro… Tiyatro kişisel bir sevinçtir. Örneğin, Broadway‘de Play it again Sam’de oynadım. Bu çok güzel bir çalışma oldu. Bütün gün boyunca hiç bir şey yapmıyordum ve akşamın saat sekizinde tiyatroda Diane Keaton ve Tony Roberts’i buluyordum. İki saat boyunca sahnede oynuyorduk. Orada iyi eğleniliyor. 22.30’da ise perdeyi kapatıp arkadaşlarla kurtlarımızı dökmeye gidiyorduk.

Çalışmalarınızda büyük bir neşe, arkadaşlık, dayanışma ve sizin için hemen hemen kolay bir çalışma ortamı gözlemledik.
Hayır, benim için güç ve zahmetli oluyor. Film çevirmek çok zor olan bir fiziksel çalışmayı gerektiriyor. Çok zor! Sadece benim için değil, benimle çalışan herkes için geçerli bu. Keaton ve diğerleri sadece bir şey bekliyorlar. Film çevirmeyi bitirmek ve evlerine gidip başka şeyler yapmak.
Zelig üzerinde 2,5 yıl çalıştınız. Bu diğer filmlerinize ayırdığınız zamandan daha fazla?
Her şeyden önce bu bütün kalbimle bağlandığım bir film olduğu için böyle. İkincisi de bu konu benim için işten çok bir zevkti. Bunun avantajlarını da gördüm. Bu süre içinde “Comedie erotique d’une nuit d’ete”yi yazdım ve gerçekleştirdim. Bir sonraki filmim olan Broadway Danny Rose‘un çalışmalarını bitirdim.
Çalışma gününden sonra her akşam (Zelig için) montaj salonuna dönüyorum. Burada meslektaşlarımla başka fikirler bulmayı deniyoruz. Ortaya çıkan çok sayıda değişik teknik soruna çözüm bulmaya çalışıyoruz. Zaman zaman Zelig‘e ayırdığım dinlenme haftalarını, kendime bahşetmem de bu gecikmede rol oynayan bir başka etken. Bu film benim için gerçek bir hobi oldu.
Bir kaç yıl önce teknik bilginizin sınırlı olduğunu açıklamıştınız. Zelig ile detayların ustası haline geldiniz?
Bu doğru değil. Her telden bolca çalıyoruz. Örnekse, çevirdiğimiz sekanslara çağın havasını verebilmek için filmi eskitmek gerekiyordu. Montajcılar her şeyi denediler. Filmi duş altından geçirmek, ayaklar altına alıp ezip, çiğnemek gibi. Modern hiçbir aletimiz yoktu. Her defasında yeni çözümler buluyorduk.
Genellikle el yordamıyla hareket ediyorsunuz?
Önce hikâyeyi yazdım, sonra filme alınmış dokümanlarını aramaya başladık. Yüzlerce, binlerce, milyonlarca metre film bulduk. Ama onları görmeye başladıktan sonra çok azını yazdıklarıma adapte edebildik. Büyük bir kısmını attık. Bazı şeyleri de yeniden yazdım. Film aylar boyunca daha bir çok değişikliğe maruz kaldı.
Ancak tema değişmedi değil mi?
Kesinlikle evet. Kişilik başlangıçta hayal ettiğim şekilde kaldı. Düşünüyorum herkes, bazı açılardan Zelig gibi davranıyor. Hemen herkes başkalarının yanında olduğu zaman, bu insanların duymak istediklerini söylemeye çalışıyor. Bu durum filmin içinde komikliğin sınırlarına kadar gidiyor. Ama öyle sanıyorum ki, seyirciler buradaki kişileştirme problemini anlayabilir. Çünkü bizim içimizdeki duyarlı bir noktaya dokunuyor.
Çizdiğiniz tutumu ciddiye alıyor musunuz?
Kendi kendini bu şekilde ele verme tarzı gerçekte politik değil. Birisi size bir kitap okuyup okumadığınızı sorarsa, hayır diyerek bir itirafta bulunmak istemezsiniz. Ve böylece anlaşılmaz bir şekilde kişiliğinizin bir bölümünü bırakmaya (terk etmeye) başlarsınız. Bu bir başlangıçtır. Sizi her şeyden el etek çekme durumunun çok daha ileri aşamalarına yöneltebilir. Zelig başka bir şeyden bahsetmiyor.
Aynı zamanda 80’li yıllarda da yaşayabilirdi?
Başlangıçta düşündüm bunu ama sonra… Bu tip olayları belli bir mesafeden gözlendiği zaman çok daha gülünç buluyorum. Zelig‘in hikâyesi günümüzde yabancı ve çok gerçekçi bir ton alır. Kendi günlük aile ortamımıza götürdüğümüzde bu daha çok peri masallarına, soyut bir hikâyeye benziyor. Sonra bir de 20’li yıllar tipik Amerikan çağıdır. Amerika’nın bütün karakteristik özellikleri 20’li yıllarda görülür.
Bu çalışmanız sırasında milliyetçilikle sınandınız mı?
Benim için efsanevi bir çağ. Birleşik Devletler’de bir çok insan bu efsanenin rüyasını görüyor. Harikulade bir dünya hayal ediyorlar. Seksi kadınlarla, müzikle, gangsterlerle ve müthiş beysbol oyuncularıyla dolu bir dünya. İçinde yaşadığımız büyük “yeteneksizlik çağı” düşünülürse, özlem içinde olunabilinir. Atom felaketi, cinayet, yoksulluk, bozulma tehdidinin altında kalmış bir kültürel anlamsızlık dönemi. Hatta Flaubert‘in mektuplarını okursanız, öz olarak bu eleştirilerinin aynısını orada da bulabilirsiniz.

Sahneye koyma tekniğinde çok kısa sürede büyük aşamalar yaptınız?
Başlangıçta komedi filmlerinin doğal, ipe sapa gelmez, W. C. Fields ve Marx Kardeşler‘inki gibi az gürültülü, fakat enerjik olması gerektiğine inanıyordum. Günlerimi bizim eleştirmenlerimizin alay ettikleri filmleri seyretmekle geçirdim. Çiğlik ve Fısıltı filminde kişilerin yemek yediği güzel sahne vardı. Bu sahne sanki sonsuza dek sürüyor, tabakların gürültüsünden başka bir şey duyulmuyordu ve bu çok ilginçti. Böyle şeyler Amerikan filmlerinde hiç olmaz. Hep bir hareket, ritim ve hız. Bizde hiç dram yoktur. Sadece Martin Scorsese, Francis Ford Coppola ve William Friedkin tarafından imzalanmış enerjik melodramlar vardır. Ben insanların yedikleri ve yeme tarzlarıyla ilgileniyorum.
Bir gün bütün yemeklerin komik olduğunu söylemiştiniz.
Yemeklerin ve seksin güldürdüğü konusunda ısrar ediyorum. Rus filminin ismini önce Savaş, Aşk ve Yemek koymayı düşünmüştüm. Bir sahnede Diane Keaton ve ben Napolyon‘u zehirlemek için yola koyulmuşken Yahudi bir çiftin evinde dinleniriz ve boş tabaklardan harika bir yemek yeriz. Bu çok komikti.
“Savaş ve Aşk”ta bütün göç etmiş Ruslar yahudiydi; Amerikalı yahudi entellektüeller… Ayrıca “Interiors”da bütün kişiliklerinizden yahudilerin sizi etkilediği anlaşılıyor. Onların canlılık ve sıcaklığını yansıtıyorsunuz.
Pearl (M. Stapleton), Renata (D. Keaton) ve Eva‘da (G. Page) bunu yaptım. Bende bütün artistik eğilimlerde en iyiyi yapma ve başkalarıyla ilişkileri sık sık katletme yeteneği vardır. New York’lu bazı seyircilerin bütün mantığa karşın Eva‘in gerçek Yahudi anne olduğunu düşünmesine gelince; onlar bütün çizgileri, olasılıkları toplayarak bu kanıya varıyorlar. Bu yorum beni çok şaşırttı, ama aldırmıyorum.
Bir Yahudi komedisinin varlığına inanıyor musunuz?
Öyle bir şey olduğu doğrudur. Yahudilere karşı saldırganlık ve savunma mekanizmasından gelen bir duygu. Chaplin gibi bir yahudi, Keaton gibi bir İrlandalıdan daha komiktir. Keaton büyük bir sinemacıdır ama Chaplin‘in bizi güldürmek için yolun köşesini dönmekten başka bir şey yapması gerekmez.
Gorouchu Marx, kıyaslanmayacak bir virtüözdü ve kendi neslinin tek büyük komedyeniydi, tabi benim açımdan. Ben tamamen Yahudi bir bölgede büyüdüm. Irkçılık, ayrımcılık gibi bir zorlukla karşılaşmadım. Okulda Yahudi olduğum için hiç dayak yemedim. Beni, Goroucho‘nun tersine herhangi bir yerden kovmadılar. Ünlü bir söz vardır:
Benim çocuklarım yarı yarıya Yahudi, havuza dizlerine kadar girebilirler mi?
Benim esprilerimden büyük çoğunluğu Yahudi kökenli espriler değildir. Ben hiç de Yahudi kökenli olmayan bir sürü espri yapıyorum. 110 espri içinde sadece 10 tane Yahudi kökenli espri kullanırım. Ama yine de herkes bana Yahudi esprisinden başka bir şey yapmadığımı söylüyor. Bu konuda bir şey yapamam.
18 yaşında radyo için günde 50 sayfa yazıyordunuz. Bunların kaçı Yahudi esprisiydi?
50’li yıllarda en önemli espriler evlilik, otomobil ve boşanma üzerineydi. Örnekse, şu tür şeyler yazıyordum:
Eski karım evimi, otomobilimi ve banka hesabımı elimden aldı. Eğer tekrar evlenirsem ve çocuklarım olursa onları da alacak.
Eski karım bu yüzden dava açtı. Gerekçe olarak da onunla çok sık alay etmemi gösterdi. O zamanlar yazı makinama beyaz bir kağıt takıyor ve her sayfaya beş fıkra yazıyordum. Birbiri ardına 10 sayfa. Bunları yazarken zorlandığımı hatırlamıyorum.
Annenizin Gorouchu Marx’a benzediği doğru mu? “Bananas” filminde onu gülünç duruma sokmak için Marx bıyığı yaptığınız söyleniyor?
Tamamıyla doğru. İkisi arasında ailevi bir benzerlik vardı. Dahası Marx‘ın kendi ailesine olan benzerliğinden bile fazlaydı. Bunu görmek için Gorouchu‘nun bıyıksız fotoğraflarına bakmak yeterli. Tamamıyla benim anne tarafıma benziyordu. Gorouchu’ya Lindys lokantasında ilk rastladığımda kendimi dayılarımdan biriyle karşılaşmış gibi hissettim.
Bu dayılarla sadece cenaze törenlerinde ve barlarda karşılaşırım. Elinizi büyük bir samimiyetle sıkarlar. Yengenizin ya da kuzeninizin poposunu çimdikleyerek size olan yakınlıklarını gösterirler. Onlar için, yaptığınız hiç bir şeyin değeri yoktur. Taksi şoförü olan babam Fernandel‘e benzerdi. Yaşam standardı düşük orta sınıf etnik bir aileden geliyordu. Bizi saat yedide sokağa bırakırlar ve gece yarısından evvel dönmememizi tembihlerlerdi.
Bu yüzden mi atletik bir yapıya sahip olduğunuz söyleniyor?
İlginçtir ama ben hep atletik bir yapıya sahiptim. Çocukken sabahtan gece yarısına kadar top oynardım. Futbol, beysbol, hentbol, basketbol vs. oynadım. Mukavemet koşularında madalyalar aldım. Ayrıca çok iyi boks yapardım. Amerikan, Giants takımına girecek kadar iyi bir yapım vardı. Bu da en büyük hayalimdi.
Gençlik faaliyetleriniz arasında yankesicilik ve soygun da vardı. Çok iyi el becerileriniz olduğu söyleniyor!
Hokkabazlık, sihir ve kart oyunları yapardım. Gençliğimde profesyonel bir sporcu ya da dolandırıcı olacağımı düşünürdüm. Hatta cinayet ve soygunlarla dolu bir yaşam düşlerdim. Daha sonra bütün komedyenlerin bu tür hilelerden hoşlandığını fark ettim. Fotoğrafçılık kadar çok seviyorlar bunu. Aynı zamanda hepsi bir veya bir kaç müzik aleti çalıyorlar. Gorouchu gitar çalar; Jack Benny Chaplin gibi keman; Sid Caesear da saksafon. Ben de klarnet çalıyorum. Bunu neden yaptığımın bir açıklaması yok.
Kariyerinizin sizi değiştiren noktaları hangileriydi?
İki nokta var. Biri üniversiteden vazgeçip aileme bakmak için çalışmaya başlamam. Bu bana dört yıl kazandırdı. Bütün arkadaşlarım üniversitede zaman harcadılar, sonra da diplomalarını duvara astılar. Ben ise eğitimden vazgeçip şov dünyasına girdim. İkincisi ise radyo televizyon için yazmayı bırakıp, kabare numaraları yapmak için sahneye çıktığım dönemdir.
Bu benim bütün kariyerimi değiştirdi. Benden piyesler istediler, sonra da film yapmam için cesaret verdiler ve etrafımda yakın dostlardan bir çevre oluştu. Ve bu tahmin edilemeyecek kadar büyüktü. Filmlerim onlara para kazandırdı. Ama örneğin Annie Hall diğer Oscar ödüllü filmlerden daha az para kazandırdı. Bu da bana başka ölçüler getirmiyor. Ben trajedi ile komedi arasında dolaşmak istiyorum. Neil Simons ile ilk piyesimizi hazırladığımız zaman dramla komedi arasındaki tuzağa düşmemek için çok çaba harcadık ve sonunda oyunun her ikisini de içermesine karar verdik. Benim temel örneğim Çehov‘dur.

Prodüktörleriniz sizi beğeniyor mu?
Benim ciddi bir film yapmam için, iki komedi yapmam gerektiği görüşündeler. Çünkü şüphesiz, toplum da aynı şeyi diliyor. Ama ilk filmlerimden bu yana beni seçimlerimde hep serbest bıraktılar. Ze lig için kısaca şöyle dediler: “Bitirdiğinizde görmeyi tercih ederiz Çok şımardım…
‘Yazmayı sevdiğim için bana para ödeniyor; bu olağanüstü bir olay’
Sizin bir çalışma delisi olduğunuz söyleniyor. Doğru mu?
Yanlış. Ama bundan hoşnudum. Sonuçta bir beysbol takımında olan genç bir çocuk gibiyim ve Beysbol oynamam için bana para veriyorsunuz diyorum. Bunu kabul edemiyorlar. Ve aynı zamanda bu konuda hissettiklerimi anlamıyorlar. Yazmayı seviyorum ve bunun için de bana para ödeniyor. Olağanüstü bir olay. Bu işe benziyor ve bir i değil.
Mutlu bir insan mısınız?
Çok mutsuz değilim demek daha doğru. Derinlemesine tepkilerimin tarzı ise pesimist. Gerçekte bunaltıcı bir insan değilim. Faka üzgün yönlerim var. Bunlara karşı savaşıyorum.
Zaman zaman geleceğe bazı şeyler bırakmayı düşünüyor musunuz? Filmlerinizin 50 yıl sonra da seyredilmesi düşüncesi sizi mutlu eder mi?
Eğlendirici bir soru. Çünkü cevabı evet, ama neden olduğun bilmiyorum. Belki haksızlık ediyorum. Hemşerilerimin kalbinde yaşa maktansa kendi dairemde yaşamayı daima tercih ederim. Bu bir gerçek Her şeyden sonra insanlar filminizi görmek için 5 dolar ödüyorlar, 1 saat boyunca oturuyorlar, sonra diyorlar ki: Evet, bu gerçekten çok güzel bir film. Bu akşam nerede yemek yiyeceğiz.?»
Gişedeki yapımcıların istediği de bu değil mi?
Toplumda sükse yapan filmler, bana gerçekleştirdiğim için gurur veren filmler değil. Bana, toplum benim değer verdiğim şeylerden çok daha değişik şeylere değer veriyor gibi, geliyor. Sadece eğlendirmek için film yapmayı sevmiyorum. Bütün bunlar neye yarar. Sadece eğlenmek istiyoruz diyecek olan seyircileri hayal etmek bazen çok rahatsız ediyor: Ama ben düşünme çalışmasını seviyorum. Gençken iyi bir seçim yaptığım düşüncesindeyim. Tekrarlıyorum her zaman Bergman, Fellini, Renoir ve De Sica‘nın büyük sinemacılar olduğunu düşünüyorum. Filmlerini belki on kez izledim ve bunlardan hâlâ zevk alırım. Güncel yapımlardan % 90 daha fazla zevk veriyorlar.
Manhattan’dan sonra ‘Allen bir dahidir’ diye yazdılar. Okuduğunuzda nasıl bir tepki gösterdiniz?
Bunun piyasanın klişelerinden biri olduğunu düşünüyorum ve bütün klişeler gibi gülünç, tuhaf bir olay.
Gülümsemekle mi yetindiniz?
Hayır, daha önce de söylediğim gibi, bir kaç kere güldüm. Dahilikten konuşuyorlar ve hataları görmüyorlar. Öyle büyük hatalar ki… Ben filmlerimde bunları görüyorum. Örnekse, bir Bisiklet Hırsızları olmayan Zelig‘i gerçekleştirmek için bir deha olmaya gerek yok. Bir Çehov değilim. Dahice değil. Gerçekten bugün bir istisna olan, hiç bir şey yapmadım. Solunabilen bir derinlik derecesi var sadece. Deniyorum. Daha da deneyeceğim. Bir gün belki bazı şeyleri gerçekleştireceğim ve şöyle düşüneceğim: Mozart veya Tolstoy filmimi görmek için gelseydiler, şöyle diyebilirlerdi: ‘Zaman kaybetmedim. Bunu görmüş olmaktan mutluyum!’ Ümit ederim….
Woody Allen filmlerinin eleştirisini yapsaydınız, olaya hangi yönlerden yaklaşırdınız?
Sinemada ciddi olanların dışında hiçbir şeyin gerçekten büyük olabileceğine inanmıyorum. Büyük komedi filmlerinde (ki bunlar Chaplin veya Keaton) çok güzel olan, harika olan şeyler var. Ama temel olarak komik bir konunun en üst düzeye yükselebileceğini düşünmüyorum. Böylece filmlerimden iyi bir yönde giden sadece biri: İnteriors. O da tam olmaktan oldukça uzak. Eğer böyle derinlemesine yarım düzine film yapabilirsem kendimden hoşnut olacağım. Ama bu o kadar kolay değil. Kişisel (doğal) özelliklerim beni komediye doğru taşıyor.
Sürekli olarak yaşamın bir toplama kampı olduğunu söylüyorsunuz. Bu ne demek?
İki açıdan bakmak lazım. İnsanlar kendilerini düşmanca bir ortamda, açıklanamayan bir esaret altında buluyorlar. Ve çoğunluk yaşarken bu ortamdan kaçıp kurtulamıyorlar. Bu korkunç gerçeğe çeşitli şekillerde meydan okuyorlar. Bazıları yüzünün akıyla, şerefiyle hareket ediyor. Diğerleri ise hayır. Ama her iki durumda da hayatta kalabilmek için gerçeği reddetmek gerekiyor. Kamplarda tutuklular söyleniyorlar: Bizleri yok etmeye götürmeyin. Bunun yaşamda da aynı olduğuna inanıyorum. Çok zor bir ortamda yaşıyoruz. Hoş olmayan ve ruh- sal sağlığımızın gerçeklere karşı sürekli savunmalar geliştirdiği bir ortamda.
‘Bütün gün bilinçli olsaydık yaşam çekilmez bir şey olurdu’
Nasıl bir şey bu?
Bütün gün bilinçli olsaydık yaşam çekilmez bir şey olurdu. Yaşlandığımızın, ölmeye başladığımızın bilincinde olmak ve bir gün kalbimizin duracağını bilmek: Ölenleri ‘çökmüş’, ‘korkunç’ ve ‘ölü’ olarak etiketliyorlar. Nietzsche‘nin dediği gibi, her şeyi bilmemek iyidir. Gerçek her zaman en iyisi değildir.

Bütün komedyenlerin de her zaman vermek istedikleri bu değil mi?
Bilmiyorum. Bence bu büyük yazarların bakış açısıdır. Dostoyevski ya da Tolstoy bu bakış açısını az kalsın yıkıyordu. Bazıları bu gerçeğe doğrudan bakarak da başarılı olmuştur. Örnekse, Heidegger. Ama bu bana fazla gelir. Ben henüz orada değilim.
Peki gerçeklerle birlikte yaşamayı nasıl başarıyorsunuz?
Eğer yaşamımı incelersem, burada düşünmemi engelleyen kaderin belirlediği dolgunluklar görüyorum çok çalışma, müzik. İşte benim oyun sıralarım. Kendimi meşgul edecek şeyler bulmaya çalışıyorum. Eğer kötülersem bu durumda psikanalistim veya arkadaşlarım iyi durumda olmadığımı söylüyorlar. Böylece bir maça gidiyorum veya bir başkasının filmine.
Hayır, ne ölüme karşıdan bakacak ne de bu konumdan artı bir durum çıkartacak kadar olgunlaşmış değilim. Ama deniyorum. Psikanalizde yaptığım çalışmalarla birlikte, yeni kişilikler ortaya atarak, yeni kavramlar yaratarak. Kaygılarımı, iç daralmalarımı, bunalımlarımı onlara vererek, onları daha iyi ve daha objektif gözlemleyebilmeye çalışı yorum. Ama tıpkı toplama kamplarındaki gibi acıya, üzüntüye kapılmamak çok zor, depresyona veya öfkeye.
Sosyal bir hareketle kişisel bunalımlarınızı, düşmanlıklarınızı aşmayı hiç düşünmediniz mi?
İnsanın yaşamını başkalarına bağlaması veya adaması çok yararlı bir reçete. Ama ben bunu başarabilecek kapasitede değilim. Arada sırada deniyorum. Kazandığım paranın çok küçük bir kısmı dışında hiç bir şey tutmuyorum elimde. Böylece yaşama sitilimi değiştirmeye çalışıyorum. Bu yapabildiğim bir şey.
Politika!
Politika kısa bir yanıtla geçiştirilebilecek bir olay değil. Psikanalizde olduğu gibi. İnsanlar hükümet değiştiğinde ya da ihtilal yapıldığında her şeyin radikal olarak değiştiği inancını taşıyorlar. Ben aksini düşünüyorum. Nixon ve Carter arasında fark var, ama benzerlikleri çok daha fazla. En son tahlilde sorunun ruhsal olduğunu sanIyorum.
Tabi bu kadar şey arasında ve ekonomi ve psikoloji tarafından çözümlenemeyen yaşamda bir şey bulamıyorsunuz. Bu çözümsüzlük kötü gidişe süreklilik sağlıyor. Bizleri yönetenler ve psikanalistlerimizin sayısının kabarıklığı da buna bir çözüm getirmiyor. Hiç bir zaman neden böyle bir konumda yaşadığımızı anlayamıyoruz. Ve gelecekte başımıza gelmesi muhtemel olaylardan korkmaya devam ediyoruz.
Ya siz ne düşünüyorsunuz?
Gerçek bir değişiklik olması için sonuçta güzel bir kaza olması gerekir. Ben konsantrasyon grubundan geliyorum. Bettelheim kamplardaki tutukluların kaçmak için hiç bir şansları olmadığını gösterdi. Sonunda kurtulanlar ne en iyileri ne de en üstünleriydi. Onlar müttefikler geldiği zaman orada bulunanlardı sadece. Aynı şeyin bizim için de söz konusu olduğunu düşünüyorum.
Kendi düşünce yapımızı gözden geçirmek için bir kaza gerekiyor. Çünkü rastlantılar, düşündüklerimizden daha önemli bir rol oynuyor yaşamımızda. Nükleer ya da daha değişik bir kazadan sonra yaşayanların, olumsuz ya da olumlu yönde değişmesi mümkündür. Bizim kendi kendimizi kontrol ettiğimizi düşünmek, 20. yüzyıl kendini beğenmişliğidir. Ama ben buna inanmıyorum. İnsan, ancak çok belirgin sınırlar içinde kendi kendine yardım edebilir; politika, psikanaliz ve yaratıcılıkla… Son tahlilde her şeyin rastlantıya bağlı olduğuna inanıyorum. Bu korkunç bir şey.
Çeviren: Nuray ve İlker Yaşar
Bu röportaj, 1983 yılında “American Directors, vol. 2” kitabında yayımlanmıştır. “… Ve Sinema” dergisinin 2 Nisan 1986 tarihli sayısından alınmıştır.