Share This Article
Şimdi her şey açık; kader çizgisine değil bizim isteğimize bağlı!
Beyaz perdedeki kadercilik hikâyede değil ölümdedir: Ölüm de ne yazık ki kaçınılmaz bir şey. İncil için de uyguladığım bir buluş bu, dolayısıyla bir yenilik değildir. Ne Oedipus ne Iokaste, Sicilya ağzı konuşmaktadırlar. Yalnız çobanlar, köylüler gibi sıradan kişiler Sicilya ağzı konuştuklarından, bunlarla tragedyanın başkahramanları arasında bir düzey ayrılığı yaratmam gerekiyordu. Bu yüzden, aradaki toplumsal sınıf ayrılığını belirtmek amacıyla, sıradan kişiler için ara sıra belki biraz aşırıca (bilmiyorum) Sicilya ağzı kullandım.
Bir kez daha Aziz Matyas’a Göre İncil filmine değinerek, hiçbir filolojik çalışmada bulunmadığımı söyleyeceğim; esasen ne biçimde ya da hangisi olduğunu iyice bilmediğimiz bir devri filolojik, arkeolojik bakımlardan canlandırmak istemedim. Şunu düşündüm yalnız: Sofokles tragedyasını yazdığı zaman mythostan en az bizim kadar uzaktı. Bizim için olduğu gibi, Sofokles için de olay yaşantısından yüzyıllar, binyıllar önce olup bitmişti. Bu nedenle gerçek, ele değen, somut, halk düzeyinde tarihi sınırlara girmeyen bir devri canlandırmaya çalıştım. Örneğin giysiler konusunda Danilo Donato ve ben laboratuvara şu sloganı yazdık: “Barbarik ve indi (rastgele)”
Kesin olarak belirtilmemiş olsalar da Freud ve Marx gibi içinde yaşadığımız zamanın belli başlı sorunları bir köşeye atılamaz.
Filmimdeki her şeyin bir halüsinasyon olduğunun bilinmesini isterim
Bana soruyu soran, Oedipus’un İtalyalı değil de Fransalı olduğunu düşünebilir. Oedipus’un çocukluk, otuz yaş devresini Lodigiano’da değil de Bordeoux’da çevirebilirdim, aynı şey olurdu; çağdaş bir insanı, ulusallık sınırı tanımayan bir küçük burjuvayı ilgilendiren bir sorun bence bu.
Filmin siyasi temeli, siyasi ve alt çevresi bana yöneltilen soruda dendiği gibi değildir: Avrupa, ya da, bilmiyorum, Amerika küçük burjuvazi ortamında doğmuş bir çocuk yaşantısı boyunca birtakım kompleksler, zorluklar karşısında kalır. Bunlar filmimde sırf mythosa, halüsinasyona dönüşmüştür ve filmimdeki her şeyin bir halüsinasyon olduğunun bilinmesini isterim.
Pasolini’nin ikinci uzun metrajlı filmi, İsa’yı kilisenin gösterişinden çıkarıp, toplumun dışına itilmiş bir İtalyan köylüsü olarak sunmaya yönelik bir deneme olarak görülüyor.
Us evrenine döndüğü ve yeniden olgunlaştığı zaman toplumla buluşuyor. Bu olayı filmin son bölümünde, son beş on dakikalarında belirttim. Kör olunca, açıkçası annesine olan sevgisinden ve çocukluk travmalarından sıyrılınca, Tiresia gibi başkaları için flüt çalmaya, başkalarını anlatmaya başlar ve ilkin temiz yüreklilikle burjuvazi için çalar. Nitekim flütün sesi kaderiyle birlikte yürüyen bir Japon halk müziği motifini andırır.
Kısası (yanlış anlaşılmak istemem) “dekadan” bir ozandır; sonradan yaptığı işin yararsız olduğunu anlar, toplumsal ilerleme ozanı oluverir ve bir fabrikanın önünde bir Rus halk şarkısı çalar. Ama bundan da bıkar, ya da bunu da aşar, önceleri emzirildiği yere, yeşil kavaklar yuvasına döner ve filmin şu sözleriyle ölür:
Yaşantı başladığı yerde birer.
Oedipus’un sonunda söylediği ve anlamadığım bir esrarlı cümleyi Yunancadan olduğu gibi çevirip öylece koydum çünkü anlaşılmasa bile sözü edilen cümlede olağanüstü bir güzellik ve şiirsellik olduğunu düşünüyorum. Cümle şöyle:
Şimdi her şey açık, kader çizgisine değil, bizim isteğimize bağlıdır.
İşte bunu Sofokles’in Tragedya’sında olduğu gibi bıraktım. Bu cümleyi anlayabilsem bir filolog ya da filozof olurum; gelgelelim bu filmde kendimi halüsinasyona saplanmış bir kimseymişim gibi sunduğumdan, hiçbir açıklamada bulunmak istemiyor ve onu (cümleyi) esrarına bürünmüş olarak bırakmak istiyorum.
Göstergebilim ile sinema aynı pencereye açılır
Estetik bir uç nokta değildir; bunu genel olarak sinemadan söz ederken söyledim ve burada çok karışık bir kuram alanına giriyoruz. Kısaca şunu söylememiz gerekiyor, sinema tıpatıp yaşantıya benziyor çünkü her birimizin önünde doğuştan ölüme değin aralık vermeksizin arkamızdan gelen, virtüel ve gözle görünmeyen bir film makinesi var. Gerçekte sinema yaşantımız boyunca süren sonsuz bir sekanslar düzlemidir. Bu bakımdan göstergebilim ile sinema aynı pencereye açılır.
Pasolini, Bakire Meryem rolü de dahil olmak üzere profesyonel olmayan oyuncuların ifade yüklü suratlarını kullandığı çekimleri İtalya’nın Calabria şehrinde çekti.
Bir film yapılırken, bu sekanslar düzlemi bir yerde kesilir ve işlenip geliştirilir. Kısacası birimiz öldüğünde ortaya çıkan aynı durum belirir. İçimizden birinin yaşantısı yalnız öldüğü anda bir anlam kazanır; o ana kadar yaşantı çözümlenmez, anlaşılmaz bir durumdadır. Çünkü her yeni eylemimiz önceki yaşantımıza da başka bir anlam katar.
Öldüğümüz zaman her şey bitmiştir ve bu bakımdan her davranışımız, her eylemimiz, her sözümüz kesin bir anlam kazanır, kısacası bir çeşit montaj meydana gelir. Yararsız, anlamsız her şey düşer ve değeri olan şey kalır. Montaj bir filmde aynı işi yapar. Tekrar ediyorum, bu bir estetik kuralı değildir, benim film yazarı olarak değil, göstergebilim üzerine amatörce söylediğim bir şeydir.
Bu film benim için bir düştür
Bu filmi çevirmeyi yıllardır düşünüyordum ama hep ertelemiştim, bu da onu çevirecek kadar olgunlaşmamış olduğumu gösteriyordu. Bu filmi çektim çünkü daha yaşlıydım ve filmin konusundan da yeri geldiğinde uzaklaşabiliyordum. Bilmem bu filmde, ötekilere göre nesnelerin estetik güzelliğinden kopuk bir anlama ulaşıldığını ve gülmece damarının konudan uzaklaştığını fark ettiniz mi? Öteki filmlerde bulunmayan bu hafif mizahi, örneğin asker bandosunun çaldığı (askeri) müzik, Ninetto’nun Sfynks’e bakan tuhaf gözleri vb… estetik konudan uzaklık demektir ve konudan uzak kalmak da yaşlanmaya başlamak anlamına gelir. Kısacası bu filmi üç dört yıl önce değil de şimdi yapmamın doğru olduğu kolayca anlaşılacaktır.
Ayrıca ne yazık ki film yapılırken seslerin kaydı ve bu seslerin filme yerleştirilmesi zorluğuyla her zaman karşı karşıya kalınmıştır. Bu bakımdan filmde geçen ve İtalyanca olmayan halk şarkılarında duyduğumuz o şarkılar aslından kayıt edilen Romen halk şarkılarıdır ve Yunan tragedyasındaki koronun yerini tutmaktadır. Bu noktada, akışı kesip bir episodla öteki arasına koro görevini yapacak bir ya da birkaç kişi sıkıştıramazdım. Dolayısıyla ortaya sürüp giden bu uzak şarkıya koro görevi yükledim.
Film, 1967 yılı Akademi Ödüllerinde ‘En iyi Sanat Yönetimi’, ‘En İyi Kostüm Tasarımı’ ve ‘En İyi Müzik’ dallarında aday gösterilmişti.
Çok kez filmlerimde Freud’un Oidipus kompleksine değindiğimi söylemiştim. Aziz Matyas’a Göre İncil’de bu olayı yeniden “mythos”laştırdım. Açıkçası benden beklenebilecek işlemin tersini yaptım ve Freud’tan yola çıkarak bir destana ulaştım. Bu bakımdan “mitoslar” anlaşılması zor metinler ve birkaç anlam ortaya çıkabiliyor.
Filmin iki bölüme ayrıldığını görmüş olacaksınız; birinci bölüm sessizdir ve bu bölümde aşağı yukarı yedi-sekiz diyalog geçer. İkinci bölüme ise Sofokles’in Tragedya’sı hâkimdir. Birinci bölümde fantastik eleman olarak doğal peyzaj ağır basıyor. Çünkü önce de söylediğim gibi bu film benim için bir halüsinasyon; estetizm elemanlarıyla ayık olarak gördüğüm bir düş.
Filmin kaderciliği öyküde değil, ölümdedir. Ölüm de ne yazık ki kaçınılmaz bir şeydir.
Çeviren: Adnan Gökçen