Share This Article
İzlediğimiz her film benliğimizde ufak da olsa bazı değişimlere sebep oluyor diyebiliriz. Belki bir sahnesi, bir duyguyu anlatış biçimi, renk paleti, müzikleri… Parça parça birleşerek bizimle bütünleşiyor, bakış açımızı ufak bile olsa gerçek dünyaya dönmemizle değiştiriyor. Hatta bazı filmleri izledikten sonra o kadar etkileniyoruz ki, günlük rutinimizde yol açtığı değişimlere biz bile şaşırıyoruz.
Üçüncü bir göz olarak bir hayata derinlemesine inerek o karakterlerin hayat derslerini adeta biz yaşıyoruz, çıkarımlarda bulunuyoruz. Gerçek dünyada ise bu pek mümkün değil; izlediğimiz hayatlar, olaylar belki de asla yaşayamayacağımız olasılıkları tüm çıplaklığıyla bize sergiliyor.
Duygular ve hayaller savaşı
Film festivalleri ise adeta bir maraton. 10 gün boyunca (eğer saniyesinde tükenen biletleri alabilecek kadar şanslıysanız) her gün, hatta bazen günde 2-3 filme gitmek festival sona erdiğinde savaştan çıkmışsınız hissi uyandırıyor. Duygular ve düşünceler, hayaller savaşı… Festivalden sonra insan olarak da değiştiğinizi, dönüştüğünüzü hissediyorsunuz.
Animatörlerin nasıl bir hayatı olduğuna dair daha önce neredeyse hiç düşünmemiştim; bu sektörün iç yüzü nasıl, gösterilerini nasıl hazırlıyorlar, birbirleriyle, müşterileriyle hayatla iletişimleri nasıl… Merak bile etmemiştim. Bu dünyayı Sofia Exarchou’nun Animal adlı filminde ana karakter Kallia etrafında gözlemleme şansım oldu. Kendisi çok küçük yaştan beri bu işle ilgileniyor, eşi de aynı şekilde. Bir de küçük bir kızı var, o da annesinin yolundan gidiyor. Bazen ona özenip sahne makyajının ona da yapılmasını istiyor, dansları öğreniyor. O yaz sezonu için otele gelen birkaç kişi daha var. Onlardan biri Eva. Henüz 17-18 yaşında ve para biriktirmek için geldiğini, ailesiyle arasının çok iyi olmadığını söylüyor. Biraz sessiz birisi Eva diğer animatörlerin aksine. Hemen uyum sağlayamıyor, genelde arka planda kalıyor. Aralarında en iyi Kallia ile anlaşıyor. Kallia küçüklüğünü benzetiyor Eva’ya, “Ben de senin gibi sessizdim, sonradan böyle oldum” diyor.
Animal’ı izlerken, otelde çalışan animatörlerle koca bir yazı birlikte geçirdim. Depresyonlarına, istismara, bu işteki sürekli ve ne olursa olsun eğlendirme zorunluluğunun sürdürülemezliğine, emek sömrüsünün ruhu nasıl tükettiğine şahit oldum.
Benim için en öne çıkan karakterler onlardı diyebilirim. Kallia’nın yaşadığı kimlik krizini, insanları eğlendirmek zorunda kalmaktan bıkmasını ancak başka türlü nasıl yaşanacağını bilmediği için hayatından kopamamasını izliyoruz film boyunca. Rastgele bulduğu bir barda insanlara kendisini turist olarak tanıtan Kallia her ne kadar kendisinden uzaklaşmak istese de ait olmak zorunda kaldığı sahneye çıkıp insanları eğlendiriyor, sahnede şarkı söylerken ağlamaya başlıyor. Hayatta bazen gerçekten kendi kendimize çizdiğimiz ya da elimizde olmadan belirlenen sınırlardan kopamadığımızı ve bu sınırlardan ibaret olduğumuz hissinin, bu histen çaresizce kurtulmaya çalışmanın çabasını çok güzel yansıtan bir karakter.
Eva ise biraz daha farklı. Tam tersine asla o sahneye ait hissetmediğini, herkese karşı soğuk bir tavır takındığını daha ilk sahneden anlayabiliyoruz. İnsanların ondan nasıl faydalandığını, onu sürekli taciz eden çalışma arkadaşına sesini çıkaramamasını ve herkesin bu durumu bilmesine rağmen görmezden gelmesini izlerken sadece Kallia’nın ne yetersiz bir çabayla onu güldürmeye çalıştığını görmek Eva kadar yalnız hissettiriyor bize. Eva karakterinin ise zaman geçtikçe 40’larında olan Kallia’nın farklı bir versiyonuna dönüşeceğini çok net gözlemleyebiliyoruz.
Kız kardeşlerin hikayesi
Ardından üç kız kardeşin hikayesine daldım. Laura, Mira ve Steffi. Tek başlarına yaşıyorlar, en büyükleri olan Laura 18-19 yaşlarında ve diğer kız kardeşlerine o bakıyor. Anneleri ve babaları ise resimde değiller. Okula gitmiyorlar, başkalarının evine arkadaşlarıyla izinsiz girip havuzlarında parti veriyorlar, Hırsızlık yaparak geçiniyorlar.
Yine böyle geçen bir yaz günü sosyal hizmetler arıyor. Okula gitmediklerini fark ettiklerini ve daha öncesinde yaşanan olaylardan dolayı ziyarete geleceklerini söylüyorlar. Fakat anneleri aylardır ortada yok. Telefonda hiçbir sorun yokmuş gibi davranan Laura annelerini taklit edecek birisini aramaya başlıyor ve kız kardeşlerine bu durumu söylemiyor. Ardından Hannah ile tanışıyor. İşte bu hikayede de Laura ve Hannah arasındaki ilginç ilişkinin ve kız kardeşlerin araları ne kadar gerilirse gerilsin nasıl birbirleriyle kopamayacak bir dayanışma içerisinde olduğunu gözlemlerken arkadaki müziklere ve renklere dalıyoruz.
Daha sonra Hannah son anda Laura’ya anne taklidi yapmayı kabul etmiş olsa da bunu yapmayacağını ve bir daha evine gelmemesini söylüyor. Ardından kızlar ormanda arkadaşlarıyla son bir parti veriyor. Hikayenin sonunda ise ne olduğunu görmüyoruz. Mika Gustafson’un Paradise Is Burning filminden çıkar çıkmaz kardeşimi aradım onunla konuşmak istedim, ardından da film müziklerini listelerime ekledim.
Eziyet gören iyi kalpli kişi mi, eziyet çektiren ama vicdan azabı yaşamayan kişi mi? Hangisisiniz?
Son olarak Zoltan Fabri’nin Ferenc Santa’nın aynı isme sahip romanından uyarlama The Fifth Seal’ı izledim. Filmin başında II. Dünya Savaşı esnasında Sofya’daki dört arkadaşın aralarından birinin barında gece gizlice içki içip tartışmalarını görüyoruz, ardından kapıdan savaştan yeni dönmüş yaralı bir fotoğrafçı giriyor ve sohbete dahil oluyor. Savaş ve kendi hayatlarından, insanlıktan bahsederlerken aralarından birinin sorduğu varsayımsal bir soru uzun tartışmalara yol açıyor.
Hayali bir adanın lideri Tomóceusz Katatiki ve kölesi Gyugyu hakkında bir soru. İnanılmaz güçlü ve acımasız olan Katatiki, Gyugyu’ya sürekli işkence ediyor, zalimce davranıyor, dayanılmaz acılar çektiriyor; her günleri böyle geçiyor. İnsan yerine koymuyor kölesini. Gyugyu ise her ne kadar rezil bir hayat yaşasa da başına gelen hiçbir şeyin onun suçu olmadığını ve vicdanının temiz olduğunu düşünüyor. İyi kalpli bir insan olduğu için huzurla yaşıyor. Dünyada gördüğü kötülüklerin hiçbirisine sebep olmadığını ve iyi bir insan olduğu için huzurlu olduğunu söylüyor. Katatiki ise hiçbir şekilde suçlu hissetmiyor, pişman olmuyor ve olmayacak da. Hayatınızı bundan sonra ikisinden biri olarak yaşayacak olsanız hangisi olmak isterdiniz?
Bu sorunun diğerlerinin benlik algısını nasıl sarstığını teker teker izliyoruz. Sadece bir soru üzerinden hepsinin karakterlerini bir büyüteçle inceleme fırsatımız oluyor. Aralarından birinin ihanetiyle ertesi gün barı basan askerler vatana ihanetten onları tutuklayıp bir koğuşa tıkıyor. Ardından Nazi rejimini protesto ettiği için yakalanan kollarından asılmış ölmek üzere olan bir idam mahkumuna tokat atmaları karşılığında serbest kalacaklarını söylüyorlar.
Askerlerin yanında olan gri takım elbiseli bir adam protesto edenleri, suç işleyenleri yakalayıp bu alevi söndürmenin kolay olduğunu ancak aslında evlerinde kendi aralarında konuşup sisteme zarar vermiyormuş gibi gözüken insanların sistemi çökertmede en büyük faktör olduğunu; çünkü bu düşüncelerin toplumun büyük bir kısmına böyle yollarla yayıldığını, bunu durdurmanın çok zor olduğunu, bu insanları sindirmenin yolunun onları dövmek değil, kendilerine olan saygınlıklarını kaybetmelerini sağlamak olduğunu anlatıyor.
‘Biz ne izledik?‘
İzlediğinizde kafanızı karıştıran ya da beğenmeyeceğiniz filmler illaki olacak. “Boşuna para vermişim” bile diyeceksiniz belki de.
Ancak aralarından izlediğiniz tek bir film belki de festival deneyimini sevmenize katkı sağlayacak. Kafanızı karıştıran ama bir bağ kurmanızı sağlayan yapımları sevecek, “Önemli olan film değil deneyim” diyeceğiniz filmlere de denk geleceksiniz.
İşte, Do Not Expect Too Much From the End of the World (Radu Jude) benim için böyle bir film. Üç saat boyunca Romanyalı bir kadının işinde geçirdiği saatleri ve politik sarkastik esprilerin, eleştirilerin sahneden sahneye, olaydan olaya işlendiği; hareketliliğiyle kafamı karıştıran ve salondan çıktığımda, “Biz ne izledik?” diye arkadaşımla uzun bir süre kendimize gelemediğimiz bir filmdi.
Çıktığınızda asla aynı kişi olmuyorsunuz
Kısacası bir festival size seveceğiniz “güzel” filmler izletmeyi vaat etmiyor ama sizi kendi başınıza deneyimleyemeyeceğiniz bir solucan deliğine sokuyor. Bu filmlerden bazılarından belki de nefret ediyorsunuz ama bazıları da bir daha başka yerde yakın zamanda çok zor bulacağınız inanılmaz deneyimler yaşatıyor.
Sinema salonundan çıktığınızda asla aynı kişi olmuyorsunuz ve sonraki festivali kovalıyorsunuz. En güzel yanlarından biri ise sevdiğiniz insanlarla bu deneyimi yaşamak ve filmden çıkıp oturunca üzerine konuşmak; belki de hiç konuşamamak…