Share This Article
G. W. Pabst, 1930 yılında Brecht in Beş Paralık Roman‘ından, yapımcıların baskısına da uyarak, idealist ve kötümser bir film yaptı. Brecht, kendine senaryo üzerinde son sözü tanıyan sözleşmeyi çiğneyen S.A. Nero-Film şirketini dava etti. Sonunda, mahkeme şirketi suçsuz buldu. Brecht bu olay üzerine, Beş Paralık Dava-Toplumbilimsel bir deney, adlı bir deneme yazdı. Yazar, ilerici sinema düşüncesinin temel kaynaklarından sayılan bu denemesinde, sinema-sanat-ideoloji-endüstri-sermaye ilişkilerini büyük bir açıklıkla gözler önüne sermişti.
Sinema ticaret ilişkisi
Sinemayla mesleki ya da ticari ilişkiler içinde bulunan herkes, karşısında bir endüstrinin, paralarını bir kağıda yatıran ve yalnızca bu parayı kaybetmemek için binlerce salonda başarı kazanmak zorunda olan kişilerin bulunduğunu akıldan çıkarmamalıdır.
Kinematograph
Bir filmin sanat değeri en yüksek olanının bile, bir meta olduğu konusunda herkes hemfikir. Ama bazıları bunun bir zararı olmadığını, filmin yalnızca ikinci dereceden bir meta olduğunu ama bunun kendi öz biçimi olmadığını ve sanatın işinin de onu bu durumdan kurtarmak olduğunu düşünüyorlar. Kimileri ise filmin bir sanat yapıtı olmaktan daha farklı bir anlamı olduğunu, meta ürün haline geldiğinde ise bir sanat yapıtından ayrılacağını belirtiyor. Hemen hemen herkes bu tartışmaların etrafında ilerliyor.
Böyle tüketimin bir sanat yapıtı için yararlı olduğunu kimsenin düşünmeyeceği açık. Oysa, birşeyin satın alınabileceği gerçeği (nesneleri oldukları gibi görmek gerekir), “kahramanca bir gerçeklikle” görmezlikten geliniyor. Hiç bir iş insanının yapmayacağı bir şeydir bu.
O zaman geriye başka türler içinde meta olmayan ya da meta niteliğinin hafifçe dokunduğu sanat eserleri kalıyor. Ancak, bu dünyadaki bütün nesneleri metaların dolaşımına katan devrimci sürecin korkunç gücü karşısında gözlerini kapayanlar, sanat yapıtlarının ondan kurtulabileceğini sanabilirler. Çünkü bu sürecin gerçek anlamı hiçbir şeyi bir başkasıyla ilişkisiz bırakmamakta, herşeyi birbirine bağlamaktır.
Demek ki, şu iki meseleyle uğraşmamız gerekiyor :
1. Sinema yapıtının meta niteliği sanat tarafından geçersiz kılınmış ve aşılmıştır.
2. Öteki sanat türlerinin sanat niteliği sinemayı etkileyen bu süreçten etkilenmemiştir.
1920 yılında gösterime giren “The Cabinet of Dr Caligari”
Sinema bir eğlencedir
Yapımcılar için başka yol yoktur. Bir film belli bir ekonomik girişimi, belli bir atılganlıklar, sermayeler ve emek toplamını temsil eder ve kimsenin onu Prima donna kaprislerine, sinemanın zorunluluklarının bilmezden gelinmesine ya da hatta, Brecht olayında olduğu gibi, yaratıcının politik niyetlerine teslim etmeye hakkı yoktur.
Frankfurter Allgemeine Zeitung
Sinemanın toplumsal işlevi eleştirilmediği sürece, her sinema eleştirisi yüzeysel bir eleştirisinden başka bir şey olmayacaktır. Beğeni sorunları içinde yitecek, sınıfsal ön yargıların bütünüyle tutsağı olacaktır. Beğeninin bir meta ya da bir sınıfın silahı olduğunu görmeyecek, onu mutlak olarak değerlendirecektir (Herkesin kesesine uygun, herkesin satın alabileceği bir şeydir; gerçekte, herkes bir şeyi satın alamadığında bile).
Oysa belli bir sınıfın içinde beğeni, çok üretken bir şey olabilir: bir yaşama biçimi yaratarak (1918 Burjuva devriminin hemen ardından, sinemada bu yönde eğilimler görülmüştür. Enflasyon döneminde, egemen sınıfa ulaşabilme olanağı gören geniş orta sınıflar, Bruno Kastner‘den bütün kahvelerde izleyebileceğiniz çok üsluplaştırılmış davranış biçimleri öğreniyorlardı). (1)
Açıkça, bütün zihinsel faaliyetleri, çalışmaya yarayan ve dinlenmeye yarayan faaliyetler diye ikiye ayıran ve ikincileri, iş gücünün yeniden üretimini sağlayan bir sistem olarak örgütleyen, çalışma ve dinlenme arasındaki kapitalist üretim tarzına özgü keskin karşıtlıktır. Boş vakitlerde yapılan İşler, çalışmanın içerdiği hiçbir şeyi içermemelidir. Boş vakitler, üretimin yararına olarak “üretmemeye” ayrılmıştır.
Doğaldır ki, tek ve geçerli bir bütün oluşturan bir yaşama biçimi böyle yaratılmaz. Bunun suçu sanatın üretim devresine sokulmuş olmasında değildir; bir “üretmeme adacığı” yaratmak zorunda bulunmasındadır. Bilet alan kişi perdenin karşısında bir aylak ve sömürücü olur ve sömürü nesnesi de kendisi olduğundan, onun “sömürülme”nin bir kurbanı olduğunu söyleyebilmeliyiz.
Çeviren: İzzet Yaşar
Dipnot:
1) Bruno Kastner: (1890- 1932). Alman komedyeni.