Share This Article
Richard Grenier
Ingmar Bergman, 2. Dünya Savaşı öncesinde, yani Hitler dönemi boyunca kendisini “Alman hayranı bir fanatik” olarak tanımlar. Bergman, bu politik yönelimini kendi isteğiyle 27 yaşına (1945) kadar sürdürmüştür. Bu, daha sonra değineceğimiz pitoresk bir ayrıntıdır. Ama Bergman‘ın ilk dönem filmlerini anlamamıza yardımcı olacak en önemli olgu, gençliğinde babasının İsveç kraliyetine bağlı Lutherci bir papaz oluşudur.
ABD’de tanınan ilk Bergman filmlerinden biri Hets’dir (Torment). Bu film, Amerikalı seyirci ve eleştirmenlerce görülmeye değer bir film olarak nitelendirildi. Filmin yıldızı, hızla ün kazanan ve hatta Danny Kaye’le birlikte başrol oynamak üzere Hollywood’a giden Mai Zetterling’di. O günlerde Hollywood’un dinsel filmlere yaklaşımına örnek olarak Bing Crosby’nin Going My Way’ini ve The Song of Bernadette‘deki Jenifer Jones’u gösterebiliriz. Ingmar Bergman’ın insanların yoksunluk durumu içinde ve haşin bir tanrının korkusuyla yaşadığı Kierkegaard’ın dünyasına hızla girişi bir şaşkınlığa yol açmış olmalı.
Bergman‘ın aynı zamanda hem yönetip hem de senaryosunu hazırladığı ilk önemli film Faengelse (Tutukevi) 1949’da Amerika’da gösterime girdi. Film intihar eden bir seks işçisinin öyküsünü anlatıyordu (intihar Bergman’ın yıllar boyu kullandığı bir leumonif olarak kalacaktır). Ama bu öykünün işleniş tarzı, bugünün liberal yönetmen-senaristlerinin konularını ele alış yöntemlerinden pek de farklı değildi. Öyküdeki genç kadının gazeteciyle yaptığı konuşmada (kadın gazeteciden daha namuslu görülmektedir) bize kadının durumundan toplumun, kapitalizmin, fakirliğin ya da işsizliğin sorumlu olduğu anlatılmıyor. Filmede bunun yerine Tanrı, Şeytan, iyi ve kötü, yaşam ve ölümle albeni kazandırılmış.
Bergman’ı en çok etkileyen Edvard Munch oldu
1953’de Bergman dikkate değer iki film yaptı. Monika ile Bir Yaz ve Gycklarnas Afton (İngiltere’de Sawdust an Tinsel ve Amerika’da The Naked Night olarak anıldı). Her ikisinde de başrolü Harriet Andersson oynadı. Monika ile Bir Yaz’da genç bir İsveçli burjuvanın, Güney Stockholmlü bir işçi kızın özgür cinselliğine aşık oluşu anlatılır. İki genç yaz tatillerini birlikte geçirirler. Plajda çıplak aşk sahneleri yaşanır. Genç adam aşıktır ve her zaman düşlediği duyguların cennetini bulduğunu sanır. Ama, yaz sona erer ve Monika’nın tensel ve kaygısız tavrının yanı sıra, maymun iştahlı da olduğu ortaya çıkar. Genç adamı yine birisi için, umursamazca ve pür neşe terk ederek, onu yalnız ve hüzün içinde bırakır gider. Filmin nihaî iskeleti, mutluluğun doğasının dinmek bilmez fırtınalarla dolu olduğu şeklindeki belirgin yorumdan oluşur.
Ama Bergman‘ın ifade gücünün tümünü ortaya koyabildiği ilk film Çıplak Gece‘dir. Bu filmde ilk kez, dünyanın en büyük sinematograflarından biri olan Sven Nykvist‘in paha biçilmez yeteneklerinden yararlanır. Ve bir daha hiç ayrılmamacasına birlikte çalışmayı sürdürürler. Bergman’ı o dönemde en çok etkileyenin, sık sık söylendiği gibi August Strindberg değil de, Norveçli büyük dışavurumcu ressam Edvard Munch olduğunu düşündüren, belki de Nykvist‘in görsel virtüözüdür.
Edvard Munch‘un herhalde en ünlü tablosu olan The Shriek’de (Çığlık) gördüğümüz dehşet dolu çığlıkta yankılanan, insanoğlunun koşullarındaki dehşetten başka ne olabilir! İçindeki tüm olaylarla The Naked Night’da karşımızda bulduğumuz hep Munch‘dur. Filmin öyküsü, kısa süreli turnelere çıkan bir sirkin üyelerinin toplu halde yaşadıkları bir tür metafizik kâbustur… Cinsel ihanet; Issız bir arazide yoluna devam eden bir sirk arabasında kendini öldürmeye çalışan, üzüntüyle isteriye kapılmış bir palyaço; hüzün verici numaralarla ayısının “işini bitiren” yaşlıca bir kadın… İnsan ruhunun, tümümüzün Çiplak Gece’si budur işte.
Sven Nykvist ve Ingmar Bergman, filminin setinde…
Bu dönemde, Bergman’ın kendi ülkesi dışında henüz tanınmamış olduğunu belirtmek gerek. Dünyaca tanınması içinse, Cannes Film Festivali’nde ödül kazanan Smiles of a Summer Night ve The Seventh Seal’ın (1957) ortaya çıkması gerekti. Bunlardan Smiles of a Summer Night, sonraları Hollywood’da A Little Night Music (kendi içinde dehşetli başarısız bir filmdi) adıyla basitleştirilerek müzikal haline getirilecek ve “komedya” olarak anılacaktı. Ne var ki, film Bergman‘ın eskiye göre daha ferah bir ruh halini yansıtıyordu. Ama Seventh Seal’de yeniden eski tezgâhında iş çıkarmaya başladı.
Ortaçağda geçen bu alegorik öykü, açıkça Tanrı ve insan ilişkisi üzerine kurulmuştur. Tepeden tırnağa siyahlar giyinmiş ölüm, haçlı seferinden henüz dönmüş olan bir şövalyeye, (Max von Sydow) ölümlülüğü tartışmak üzere düzenli aralarla görünür. Gunnar Björnstrand şövalyenin yardımcısını canlandırırken, Bibi Anderson ise saf bir güzelliği sergiliyordu ve tüm film çok güzel oynanıp yönetilmişti.
Belki her şey bir tiyatroydu
Yedinci Mühür ile aynı zamanda yapılan Yaban Çilekleri, insanoğlunun yalıtılmışlığının sorununu anlatıyordu. Ünlü görüntü yönetmeni Alf Sjöberg‘in bencil, sözde sevgisiz, yaşlı ve huysuz bir adamı oynamasının verdiği hatırı sayılır yumuşaklık filmin ticari başarısını açıklamaya yardımcı olur (Tesadüfe bakın ki Hets‘i çeken de Sjöberg‘di).
Bergman, 60’lı yılların başları boyunca bu en gözde konularına sadık kaldı. The Virgin Spring (1969) ortaçağa ait diğer bir alegoriydi. Metafizik üçleme ise (Through a Glass Darkly, Winter Light, The Silence (Sessizlik)) Tanrıyı arayanları ya da onu kaybedenleri anlatır. Bunların en başarılılarından biri olan Winter Light’da bir papaz (Gunnar Björnstrand) Güney İsveç’te görevli olduğu yalnız ve çevreyle ilişkisi kopuk bölgede Tanrı’yı, artık kiliseyi nerdeyse terkeden, sayısı gittikçe azalan cemaatine getirmeyi dener ve ümitsizliğine rağmen duaya devam eder.
1964’de Bergman, alışılmış çizgisinden biraz uzaklaşarak hafif cinsel bir fars yaptı. Onun ilk renkli filmi olan All These Women‘daki yedi kadın rolünü bir tür narsizm ile eski karılarına ve sevgililerine oynattı. Bu film tartışmasız bir şekilde şimdiye kadar yaptığı en kötü filmdi ve ticari olarak da büyük bir başarısızlığa uğradı. Hafif komedilerdeki başarısızlık üzerine belki de yeni bir şeyler aramak üzere, zamanın ruhuna uygun davranarak oyunculuk üzerine çalışmaya başladı. İki yıl sonra, Liv Ullmann‘la çevirdiği ilk filmi Persona’da (1966) Tanrı’yı Sigmund Freud uğruna terkeder.
Bilindiği kadarıyla Bergman, Tanrı’ya hiçbir zaman inanmadı. Belki her şey bir tiyatroydu. Ama atalarının dinsel inançları onun içinde bir sorumluluk damarı bırakmıştı. Yine de Freud’un ve davranış-bilim alanına girdiği ölçüde çalışmalarının kalitesi hızla yükseldi. Persona, Shame, The Passion of Anna, The Touch, Scenes from a Marriage, İsveç’in soap-operalarıdır. Cries and Whispers’da (Fısıltılar ve Çığlıklar) Bergman, eski Bergman’ın bütün pırıltısını göstermesine ve filmin büyük bir ticari başarı kazanmasına karşın bazı eleştirmenler onu önemli bir yere koymadılar. The Magic Flute (Sihirli Flüt) ise iyi yönetilmiş bir filmdi.
Karşı-kültüre katıldı
Özetle, bütün büyük Bergman filmleri 1953-1963 yılları arasındaki on yılda meydana geldi. 60’lı yıllarda Bergman, Tanrı’yı, ölümü ve Kierkegaard‘ın hüznünü terketti. Yönetmenin son devresi 1976’da Stockholm yakınlarında iki sivil polis tarafından tutuklanıp, vergi kaçırmakla suçlanarak götürüldüğü karakolda suçlu olarak kaydedilmesiyle başladı. Bundan kısa bir süre sonra Bergman sinirsel bir çöküntüye uğradı ve depresyon tanısı ile hastaneye kaldırıldı.
Bütün suçlamaların geçersiz olmasına ve İsveç başbakanın bizzat kendisinin, ondan sanatına devam etmesini istemesine rağmen Bergman, kendi kendisini sürgüne yolladı. Ülkesini affedip Isveç’e geri döndüğünde çalışmalarına yeniden başladı. Fakat eski Bergman’dan neredeyse hiç iz kalmamıştı. Son filmi Fanny and Alexander – ona un kazandıran sinemanın görsel antitezi – yaparken ortalama bir çiçek çocuğu gibi, sahte hinduların Aşk, Aşk, Aşk felsefesini göklere çıkarıp, Charles Reichian‘ın Greening of Sweden adlı filminden etkilenip karşı-kültüre katıldı.
Bergman in “bir sinemacı olarak tüm yaşamımın özeti” diye tanımladığı ve yönetmenlik yaşamının son filmi olarak tasarlayıp çevirdiği, (daha sonra televizyon için Provadan Sonra adlı filmi çevirdi) Fanny and Alexander için şöyle diyor:
Bu, yaşam sevgisinin deklarasyonudur.
Çeviren: Peri Efe