Share This Article
İKSV Filmekimi’nde gösterime giren, eski ABD başkanı ve iş insanı Donald Trump’ın gençlik dönemini konu alan The Apprentice – Trump’ın Hikâyesi, önümüzdeki ay yapılacak başkanlık seçimi öncesinde tartışmaların merkezine oturdu.
Popülist ve ırkçı söylemleriyle dikkat çeken, cinsiyetçi, doğa düşmanı ve daha bir sürü olumsuz meziyeti üzerinde toplayan Trump’ın yeniden başkan olma ihtimali bile ABD kamuoyunda derin endişelere ve kabus senaryolarının gündeme getirilmesine neden oluyor.
Tüm bu endişeye ve tepkilere rağmen Trump, ülkesinin “ferasetli yurttaşlarına” seslendiği ve salıncak eyaletlerde üstünlüğü elinde bulundurmaya çalıştığı bir dönemde vizyona giren yönetmenliğini Ali Abbasi’nin üstlendiği The Apprentice, sinemanın toplumsal hafıza üzerindeki etkisinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Trump cephesinden yoğun tepki gören filmin vizyona girmesinden sonra, Cumhuriyetçi seçmenler özel olarak uyarılarak filmden uzak durmaları istendi. Trump’ın kampanya sözcüsü Steven Cheung ise The Apprentice’in gerçeği yansıtmadığını ve filmin kasım ayında yapılacak seçimler öncesinde, “Hollywood elitlerinin seçim müdahalesi” olduğunu söyledi. (1)
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Peki, Trump cenahını bu kadar paniğe sürükleyen ne?
The Apprentice, yukarıda da sıraladığımız bir çok meziyeti üzerinde taşıyan Trump’ın utanmaz, ikiyüzlü ve demagog bir karaktere bürünmesinin ardında yatan nedenleri ele alması. Zengin bir ailenin gölgede kalmış küçük oğlu genç Donald Trump (Sebastian Stan) ile ilk dönem akıl hocası olarak görülen yozlaşmış avukat Roy Cohn’ın (Jeremy Strong) ilişkilerine odaklanan film, bir “canavarın” doğuşunu ve öğrenilen kötülüğün boyutlarını, çarpıcı bir perspektiften seyirciye yansıtıyor.
Film özellikle, başarıya aç, kazanmak için her türlü kötülüğü yapmaya hazır genç bir insanın “faustvari” bir biçimde ruhunu şeytana nasıl sattığının anlaşılmasına yardımcı oluyor. Ve elbette, yaratılan bu kötülüğün gün gelip yaratıcısını nasıl yok ettiği de gözler önüne sunuluyor.
‘Stüdyolar, misilleme korkusuyla uzak duruyor’
Prömiyerini 77. Cannes Film Festivali’nde yapan The Apprentice, Trump dostu milyarderler tarafından da hedef alındı. Cumhuriyetçi elitlerin filmi ABD’de vizyona sokmamak için yapımcılarına gönderdiği uyarı mesajları de kamuoyunun gündemine düşmüştü.
Filmin bütünüyle “kötü niyetli bir iftira kampanyası” olduğunun ileri sürülmesinin hemen ardından Hollywood’un en büyük dağıtım şirketleri birer birer filmi dağıtmayacaklarını açıkladı. Tam bu noktada, Briarcliff Entertainment‘tan Tom Ortenberg, filmin sinemalarda gösterime girmesi için satın aldığını duyurdu ve şu açıklamayı yaptı:
Hiç kimsenin The Apprentice’i dağıtmaya istekli olmaması, bunu yapmam için ahlâki bir zorunluluğu doğurdu. Ben değilsem, bunu kim yapacak? Ne yazık ki, büyük stüdyolar, misilleme korkusuyla topluca The Apprentice’ten uzak durmayı seçtiler.
Senarist Gabriel Sherman ve yönetmen Ali Abbasi tarafından kapsamlı bir şekilde ele alınan senaryo, Trump ile ilgili hikâyelerin ve söylentilerin bir araya getirilmiş hali. Fakat, Trump’ın geçmişteki bilinmeyen karanlık yüzü bizlerin ilgisini çekse de ABD seyircisinin bütününü yakalayıp yakalayamayacağı belirsiz. Hatırlanacaktır, Netflix‘de gösterilen mini dizi When They See Us‘daki (Central Park Beşlisi) Trump detayı bile bizim için dikkat çekiciydi.
Bununla birlikte, ABD’de genellikle politik filmlerin gişe yapmadığı da biliniyor.Filmi değerlendiren bazı eleştirmenler ise filmin fiyasko ile sonuçlanacağına neredeyse emin. Durum ABD’de böyleyken bizde farklı olabilir mi? Kısıtlı sayıda Türk seyircisinin görme fırsatı yakaladığı The Apprentice’ın görülmeye değer olduğunu söyleyerek işe başlayalım.
İki kötünün kesişen yolları
Kötülüğün büyüsüne kapıldığımız sekansların arasında dolaşırken, kötülüğün döl yatağı olarak nitelendirebileceğimiz Roy Cohn ile karşılaşmak oldukça dikkat çekiciydi. Jeremy Strong’un Succession sonrasında sergilediği performans görülmeye değer diyebilirim.
Bu noktada Cohn üzerinde durmakta yarar var. 1950’lerdeki komünistlere karşı yürütülen cadı avı sırasında Senatör Joseph McCarthy‘ye yardımları dokunan, 1951’de Julius ve Ethel Rosenberg‘in SSCB’ye devlet sırlarını sızdırdıkları için casusluktan hüküm giymelerine ve ölüm cezasına çarptırılmalarında büyük pay sahibi olan kişi Cohn’du.
ABD’nin timsahlarla çevrili politik çevrelerinde kendisinden bir hayli söz ettiren Cohn, ABD başkanı Richard Nixon‘ın danışmanı ve yakın arkadaşıydı. İlişkileri bununla da sınırlı kalmıyor, önde gelen mafya babalarından Tony Salerno başta olmak üzere, geniş bir yelpazesi bulunan “kanaat önderi” olduğu biliniyor.
Anti-komünist bir fanatik olarak anılan Cohn, Amerika’ya karşı vatanseverlik görevi olarak hukuku uygulama konusunda çoğu zaman yasadışı yöntemlerin tercih edilebileceği felsefesini benimseyen bir figür. Çeşitli başlıklarda birçok kez suçlansa da hiçbir zaman mahkûm edilememiş.
70’li ve 80’li yıllarda Cohn, bürokrasiyi yönlendirecek güce ulaşabilmek için pek çok güçlü insanı şantajla dize getirmiş. Bunun için kendisinden danışmanlık almak isteyen siyasetçi ve bürokratları kendi evinde ağırladığı esnada ses kayıtlarını alarak bunları şantaj malzemesi olarak kullanmış. Bunun yaparken hiçbir etik değeri bulunmadığı bilenen Cohn, uyuşturucu partileri düzenleyen ve Studio 54‘deki partilerde kaydettiği pek çok görüntüyü şantaj olarak kullanan bir insan.
Cohn ile ilgili en ilginç ayrıntılardan biri ise şantaj yaptığı hiç kimsenin ona karşı tavır almamış olması. Cohn’ın kariyerini noktalamasına neden olan şeyin ise eşcinsel ilişkilerini gizleyememesi olduğu düşünülüyor. Öyle ki, Cohn’un her fırsatta eşcinsel olduğunu inkar etmesi, eşcinsel bir erkeğe göre çok güçlü ve otoriter bir insan olduğunu iddia ederek, yüksek sesle homofobik söylemlerde buluduğu biliniyor.
Filmde de Trump ve Cohn’ın ilk karşılaşma anı üzerinde de dumak lazım.
Sevgilisi tarafından pahalı bir restoranda terk edilen genç Trump, ilk kez orada Cohn ile göz göze geliyor. Fakat Cohn’ın bu bakış profesyonel bir ilgiden ziyade, uzun boylu sarışın ve saf bir gence yöneltilen cinsel bir arzunun sonucu gibi. Trump ile Cohn’ın birlikte çalışmalarına yol açan tesadüfler zinciri ise peşi sıra geliyor.
Yardımsever ve hayat dolu bir abinin kaybı
Trump ailesi bilindiği gibi Almanya kökenli. 1885 yılında Almanya’nın Mannhaim yakınlarındaki Kallstadt kasabasından Amerika’ya göç eden Frederick Christ Trump, 20-30 yıl gibi kısa bir sürede ciddi bir sermaye birikimine ulaşıyor. Oğlu Fred ise bu servet birikiminin üzerine 1927 yılında henüz 22 yaşındayken Brooklyn ve Queens bölgelerinde düşük ve orta gelirli aileler için uygun fiyatlı konutlar inşa ederek aile servetini arttırarak işe başlıyor.
Fred Trump’ın (Martin Donovan) otoriter bir baba figürü olduğu ve küçük oğlu Donald’ın karakterinin şekillenmesinde büyük pay sahibi olduğu biliniyor. Buna karşın, ailenin asıl veliahtı olarak görülen Fred Jr. (Charlie Carrick) ailedeki yoz ilişkileri midesi kaldıramıyor. Fred Jr., yardımsever, hayatı doya doya yaşamayı seven ve sınıfsal-etnik farkları umursamadan inanlarla ilişkiler kuran bir isim. Kısacası babası ve kardeşinden taban tabana zıt bir karakter.
Film, bir canavarın yükselişini ve öğrenilen kötülüğün boyutlarını, çarpıcı bir perspektiften seyirciye yansıtıyor.
Dolayısıyla, Fred Jr., babasıyla beraber emlakçılık yaptığı dönemde yaşadığı mutsuzluk nedeniyle kendini alkole veriyor. Nihayetinde, yıpratıcı aile ortamına daha fazla dayanamayarak 42 yaşında hayatını noktalıyor.
Ağabeyini kaybeden genç Donald Trump’ın kendini kanıtlaması için eline önemli bir fırsat geçiyor. Babası Fred’in Queens’deki dairelerinde kiraları elden toplayan genç Donald, Afro-Amerikalı kiracılara yönelik ayrımcılık yapması nedeniyle başlatılan soruşturmada babasına yardım etmesi için yeni arkadaşı Cohn’un kapısını çalıyor.
‘Barzo kralın’ yükselişi
Donald’ın yaşam koçu haline gelen Cohn, ilk iş olarak Fred Trump’a karşı açılan davayı mahkeme koridorlarının dışında çok makul bir para karşılığında çözmeyi başarıyor. Bu noktadan sonra Cohn, genç Trump’ın karakterini ilmek ilmek işliyor. Servet ve güç elde etme konusunda öğütleri ise şöyle:
Sürekli saldır; her türlü suçlamayı reddet ve her zaman zaferi talep et!
Babasının emlak şirketini devralan, New York’da prestijli projelere odaklanan bu genç için kuralların altın değerinde olduğunu görüyoruz. Karakterini şekillendirirken Cohn’un direktifinden çıkmayan genç Donald, ezberletilen her şeyi bir papağan edasıyla tekralıyor ve kendi saçmalıklarını da bu konuşmalara serpiştirmeyi ihmal etmiyor.
Bu noktada film, Trump’ın 1970’lerin başında beceriksiz ama hevesli ilk dönemi ve 1980’lerde New York sosyetesinin “barzo kralı” olarak nam saldığı, akıl hocasından giderek uzaklaştığı dönem olmak üzere ikiye ayrılıyor.
Bu dönemi biyografi yazarı Tony Schwartz‘a (Eoin Duffy) anlatan Trump, doğuştan gelen bir katil içgüdüsüyle doğduğunu, zirveye ulaşmasının da sanıldığı gibi başkalarının yardımıyla değil, genetik üstünlüğü sayesinde mümkün olduğunu anlatıyor.
Tecavüz sahnesine Trump destekçilerinden tepki
Homofobik ve kadın düşmanı Trump’ın genlik döneminden itibaren kadınlarla kurduğu ilişkiler de dikkat çekici. Trump’ın ilk eşi Çekoslavakya doğumlu ünlü olimpik kayakçı-manken Ivana Zelnickova (Maria Bakalova) ile olan güvensiz ve bencil ilişkisine tanıklık ediyoruz. Genç Donald tarafından çocukça bir tutkuyla başlayan bu ilişki evlilikle sonuçlanıyor.
Fakat, Ivana kariyer planları yapmaya başlayınca Trump tarafından “bir rakip” olarak görülüyor. Cohn’a “Ona karşı hiçbir şey hissetmiyorum bir eşten çok iş ortağına benziyor,” dedikten sonra filmin en tartışmalı sahnesine geçiliyor. Trump’ın Ivana’ya vahşice tecavüz ettiği sahneye…
Bu sahne, filmin vizyona girdikten sonra Trump destekçileri tarafından büyük tepki ile karşılandı. Öyle ki, Trump cephesi tarafından yapılan açıklamada, yönetmen Ali Abbasi’nin gerçeği yansıtmayan sahneleri nedeniyle yargıya başvuracakları ileri sürüldü.
Trump insancıl mı gösteriliyor?
Yukarıda da belirttiğimiz gibi The Apprentice, Trump’ı var eden koşulları ve yeni dönemin “histerik lider profili”nin doğuşunu gözler önüne seren bir yapım. Sinematografik açıdan isteneni veremediği değerlendirmeleri ile karşı karşıya gelsek de, filmin yeni dünyanın“çıkarcı, homofobik ve popülist” lider profilini yansıtması açıdından farklı bir anlam taşıdığını anlamamız gerekiyor.
Dolayısıyla, The Apprentice, dünyanın başına tebelleş olan ve tutarsız değer yargıları ile insani normları ayaklar altına alan liderlerin doğuşunu ele alması açısından değerli. Günümüzün popülist liderlerine baktığınızda, The Apprentice’de ortaya koyulan profile olan ortak yanlarını, yaklaşımlarını ve toplumsal ilişkiler içersinde kendilerini nasıl konumlandırdıklarına yakından bakmış oluyoruz.
İran asıllı yönetmen Ali Abbasi.
Filmin bitiş noktası da bir hayli dikkat çekici. Karısından boşanan, mide yağlarını aldıran, saç ektiren şişman Donald Trump’ın politikaya atılmaya hazırlandığı günlerde film noktalanıyor.
Filme yöneltilen önemli eleştirilerden birisi ise Trump’ın “masum” gençlik yıllarında kurduğu ilişkiler nedeniyle yanlış tercihler yapması ve “insancıl” yanının bu çerçevede ön planda tutulması. (2) Bunun yanlış bir değerlendirme olduğu görüşündeyim. Özellikle, fazlasıyla Trump’a maruz kaldığımız bir döneme denk gelen filmin, ırkçı bir insana karşı “hümanizm” aşılayacağını düşünmüyorum. Öyle ya, Trump gibi bir figürün yaptığı yığınla korkunç davranış hâlâ zihinlerdeyken, Trump’ın insanlığına kim ciddi olarak kefil olacak?
Hadi net olarak ifade edelim: The Apprentice, Trump’ın ne derece iğrenç bir insan olduğunu çarpıcı ayrıntılarla açıkça ortaya koymuş! Gelinen noktada, Faust’u andıran Roy Cohn’ın mı yoksa Donald Trump’ın mı daha kötü olduğunu düşünürken buluyoruz kendimizi. Ve günün sonunda sinema perdesinden kafamızı çevirip baktığımızda, dünyayı cehenneme çevirme konusunda kimin daha başarılı olduğu gözünüzün önünde canlanıyor.