Share This Article
“Auschwitz’i anlatmak barbarlıktır; Auschwitz’i anlatmamak da barbarlıktır.” (1)
İnsanlık tarihi, anlatılması bu kadar zor hikâyeye daha önce hiç tanık olmadı. Altı milyon Yahudi, altı milyon masum insan çaresizlik içinde ölüme sürüklendi. Kadın, erkek, çocuk, bebek, güzel ya da çirkin fark etmeksizin “primal eşitlik uçurumu”ndan ölüme itildiler.
Hannah Arendt, bu durum için “kardeşlik ya da insanlığın olmadığı bu korkunç eşitlikte, ona sanki bir ayna tutulmuşçasına, bir cehennem imgesi görüyoruz,” (2) der. İnsanın havsalasının almadığı şeyin böyle bir eşitliği kuranların deforme habisliği olduğunu dile getiren Arendt, aynı derecede deforme olan ve beşerî adaletin menzili dışında kalan şeyin ise bu eşitlikte can verenlerin masumiyeti olduğunu söyler.
O’na göre ölüm fabrikalarında işleme konan fikir ve teknikleri ne bilim ne “bilimsellik” ne bilim insanları ne de şarlatanlar tedarik etmiştir. Bu fikirler güç politikasını ciddiye alan politikacılardan, teknikler ise tutarlılıktan korkmayan modern insan güruhlarından gelmiştir.
Arendt’in, Auschwitz’in zengin felsefi-estetik-bilimsel birikimin ortasında, insanların akşam Goethe okuyup gündüz Auschwitz’de işbaşı yaptığı bir kültürde gerçekleştiğini söyleyen Adorno’yu haklı çıkaran bu ifadeleri, “Alman demokrasisinin vahşeti teknik bir arızaymış gibi normalleştirmesine, ölüm kamplarını uygarlığın ilerleyişinde nahoş bir kazaymış gibi geçiştirmesine, Auschwitz’den sonra kültürün hiçbir şey yokmuş gibi yoluna devam etmesine” (3) bir karşı çıkış olarak da okunabilir.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Cennet ve cehennemi ayıran dikenli teller
İnsanların hayatını solduran bir felaket üzerinden anlam üretmenin anlamsız bir dehşete anlam kazandırdığını söyleyebiliriz. Bu, çekilen acının sanki bir anlamı varmış gibi davranmaktır. Nurdan Gürbilek, “ölüm acısının çekildiği yerde bunun bir estetik imgeye, bir haz kaynağına, kurbanları yıkıp yok eden dünyanın tüketimine sunulmuş bir sanat yapıtına dönüştürülmesinde kurbanlara yapılmış bir haksızlık vardır,” (4) diyor.
Jonathan Glazer’ın yönetmenliğini üstlendiği, son zamanların çok ses getiren filmi The Zone of Interest (İlgi Alanı), Auschwitz’i böylesi bir tüketim nesnesine dönüştürmeden, vahşetin yaşandığı yeri ve kültürü estetize etmeden soykırımı fail/lerin kulaklarına sızan bir gürültüyle ekrana taşıyor.
The Zone of Interest, Almanya’nın II. Dünya Savaşı sırasında Yahudi soykırımını sistematik olarak uyguladığı toplama kampı Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss, eşi Hedwig ve beş çocuğunun, kampın hemen yanında kurdukları soykırım ile huzurlu aile hayatlarının kısa menzili üzerinden çekilmiş uzun metraj bir film.
Yanı başlarındaki besili “ölüm fabrikası” Auschwitz’in çoktan yıkıp unutturduğu sakin ve gündelik hayatı kendileri için yeniden inşa eden bir aile: Kampın inşasından gaz odalarının teknik aksamına, hapishanenin işleyişinden silah endüstrisine dek “çığır açan fikirleriyle” yaşanılan vahşetin faili bir adam. “Auschwitz’in kraliçesi” olarak görülmekten kıvanç duyan, mahkûmlardan çalınanlarla kendine üst sınıf “cenneti” yaratan bir kadın. Mutlu olmaları için maddi olan her şeye sahip, ancak militarizm, korku ve şiddet üçgeninde hapsolmuş çocuklar.
Ailenin hizmeti için “esir” alınmış, her fırsatta “kül” edilmekte tehdit edilen, tecavüze uğrayan kadınlar. Üzerindeki dikenli tellerle cennet ve cehennemi ayırmak üzerine bahçeye konuşlanmış gri duvarlar… Ancak bu duvarların ardından kötülüğün fildişi kulesine sızan öyle bir uğultu var ki bu sahteliğin gerçeklikten “fersah fersah uzak olduğu gerçeğini salonun ortasına koyuveriyor.” (5)
Bir meltem gibi yumuşak bir esintiyle başlayan film, denizleri köpük köpük dalgalandıran bir poyraz kadar sert bitiyor. Yönetmen, “mutlakşeyleşmenin hüküm sürdüğü bir dünyada yazarın ayağını basacağı bir yer” kalmayınca bizi o “şey”in orta yerindeki bir mayına basmış halde, iyiliğin de kötülüğün de sıradanlığı hakkında düşüncelerle baş başa bırakıyor:
Felaket hakkında özerk bir kültür varmış ve biz bu kültürün dışındaymış gibi davranamayız… (6)
Farklı bir hakikat rejimi
Nurdan Gürbilek, sanatın çoğu kez tarihin gayri insaniliğini anlatmakta yetersiz kalabildiğini söylüyor. Felaketin ya psikolojiyle açıklandığını ya da toplumun canavarlığını insan-üstü bir durummuş gibi anlatıldığını, faşizmi ise “toplumun kendini bulması olarak değil de toplumun dışındaki birtakım şebekelerin çevirdiği dolap” olarak sunulduğunu dile getiriyor.
Bu bakış açısıyla Glazer’in Auschwitz’i anlatırken satıhta durmak yerine onu icat eden kültürle iç içe yorumladığını, dolayısıyla filmin tarihin gayri insaniliğini çok iyi tasvir ettiğini söyleyebiliriz. Glazer, siyah bir ekranla aslında hiçbir şeyin az sonra görüneceği tarzda pastoral olmayacağı konusundaki ikazlarla açtığı kamerasıyla film boyunca “felaket hakkında özerk bir kültür” olmadığını ispatlamak için dehlizlerde dolaştırıyor.
Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss rölünü Christian Friedel canlandırıyor.
Bu dolaşımlar esnasında sadece felaketi oluşturan kültürü değil aynı zamanda direnişi yaratan hikâyeleri de filme yerleştiriyor. Ve sonunda “dehşeti unutmayan, ama ona anlam kazandırmaya da çalışmayan, teselli sunmayan” bir film ortaya çıkıyor.
Şükrü Argın, Türkiye’de edebiyatın 12 Eylül felaketini anlatamadığından bahsettiği yazıların birinde, “Hayatta kalanlar artık farklı bir hakikat rejimine ait olduğu için, birinin yaşadığı dehşet bir başkasının refahlamasıyla geldiği için, anlatanlarla okuyacak olanlar artık aynı yerin sakini olmadığı için de anlatılamamıştır,” diyor. Bu bağlamda Martin Amis’in aynı adlı romanının serbest bir uyarlaması olan filmi, kendisi de İngiliz Yahudisi olan bir yönetmenin gözünden izlemek çok kıymetli. Çünkü Glazer filmi, tanıklığa yer açarak aktarıyor ancak duvarların ardında bize hiç göstermediği bir gerçeklikle:
ama tanıklık edilemez, felaketin tek tanığı ölümdür.
Dipnot:
1) Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı, Metis Yayınları, 2015, s. 125.
2) Hannah Arendt, Formasyon, Sürgün, Totalitarizm Anlama Denemeleri 1930-1954, Çeviren: İbrahim Yıldız, Dipnot Yayınları, 2014, s. 288.
3) Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı, Metis Yayınları, 2015, s. 125.
4) Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı, Metis Yayınları, 2015, s. 124.
5) Burcu Aktaş’ın 4 Mayıs 2024 tarihinde GazeteDuvar’da yayımlanan “Yaşamla memnuniyet bağı” başlıklı yazıdan.
6) Nurdan Gürbilek, Sessizin Payı, Metis Yayınları, 2015, s. 125.