Share This Article
Napolyon’un vizyona girmesinin birkaç hafta sonra sinema salonunda izleme fırsatı buldum. Efsane yönetmen Ridley Scott’ın son biyografik filmi Napolyon üzerine birçok söz söylenmiş, başarısız bir yapım olduğu çeşitli platformlarda vurgulanmıştı. Buna rağmen eleştirilerin yüzeysel olduğu ve tarihsel bağlarının yeterince ele alınmadığı ortadaydı.
Napolyon’un Waterloo’daki nihai yenilgisinin ardından hissettiği hayal kırıklığı, bu filmin yarattığı hayal kırıklığının yanında sönük kalıyordu. Öyle ki, yönetmen Ridley Scott, Hegel’in bir zamanlar “Dünyanın at sırtındaki ruhu” olarak tanımladığı Napolyon’un hayatını dayanılmaz derecede sıkıcı hale getirmeyi başarmıştı.
Türkiyeli sinema seyircisi filmi nasıl ele aldığı salondaki yorumlarda ortaya çıksa da, Fransız Devrimi içinde serpilip gelişen “Bonapartizm”in önemli başlıklarının filme yansıtılmamış olması ve filmin kimi “magazinsel” bilgiden süzülüp gelmesi bende ciddi bir hayal kırıklığına yol açtı.
Peki ama gerçek Napolyon Bonapart kimdi? Nispeten mütevazı bir geçmişe sahip genç bir Korsikalı nasıl oldu da Avrupa’ya hükmedecek bir imparatorluk kurabildi? Özellikle bugün tüm dünyada mantar gibi türeyen sağ popülizmin “cumhuriyet” ve “demokrasi” kavramının içini hızla boşalttığı günlerde, “Bonapartizm”in doğru şekilde ele alınması oldukça önem taşıyor. Dilerseniz, tarihsel bir simge isim üzerinden yaşanmakta olan “tasfiyenin” bir röntgenini çekelim ve filmin es geçtiklerini tartışmaya koyulalım…
Oscar ödüllü Phoneix ile Ridley Scott 2000 yılında en iyi film dalında Oscar ödülü alan “Gladyatör” filminden sonra ilk defa aynı projede buluştu.
Yolsuzlukla simgeleşen imparatorluğun tasfiyesi
Film Paris’deki Concorde Meydanı’nda Kraliçe Marie Antoinette’in kafasının giyotinle kesilmesiyle açılıyor. Coşkulu kalabalıkların yanı sıra meydanda yaşananları izleyen Napolyon biraz mahçup, biraz da üzgün…
İzleyici için hiç şüphesiz Antoinette denildiğindeki o meşhur “pasta” aforizması bir şeyler çağrıştıracaktır. Fakat bu infaz sonrasında filme pek yansıtılan kitle coşkusunun nedenini dilerseniz hatırlayalım ve Napolyon’un yüzündeki o “abuk” ifadenin nedenini anlayalım.
16. Louis parlak ve şatafatlı imparatorluğun tepesinde oturduğunda (1774), Fransız halkının korkunç yoksulluk ve sefalet içinde olması burjuvazi tarafından pek önemsenmiyordu. Küçük Nopolyon’un orduya ayak bastığı o dönemde, halk ayaklanmalarının muhtevası ise angaryanın ve fahiş miktarlardaki ürün vergilerinin kaldırılma talebinin çok daha ötesindeydi. Fransız proletaryasının oluşum döneminde siyasallaşan işçi sınıfının tek talebi “kan emici” imparatorun alaşağı edilmesiydi.
Öyle ki, Dijon’da aç işçi ve köylüler bir dilim ekmek için haykırırken, 16. Louis şu tarihe geçecek sözü haykırdı:
Tarlalarda otlar çoktan çıktı, gidin yiyin!
Bu lafın ardından imparator 10 milyon frank tutarında yeni bir saray yaptırdı. Kraliçe Antoinette ise altta kalmayarak Paris yakınlarında 6 milyon franklık yeni bir saray istedi. Vergilar harcamaları karşılayamadı, burjuvazi borç vermek istemedi. İmparatorun dilinden “yeni vergiler” sözcüğü çıktığında ise burjuvazi de devrime katılma kararını çoktan vermişti. Halk üzerinde uygulanan despotluğun simgesi olarak görülen Bastille düştü, Hotel de Ville (Belediye Sarayı) ele geçirildi ve Ulusal Meclis kuruldu.
16. Louis ve Antoinette, paralı askerlerle iktidarı yeniden ele geçirme çabası ise kendi ölüm fermanın ilanıydı. Yolsuzlukla simgeleşen Antoinette’in giyotine gitmesi esnasında Napolyon’un şaşkın şaşkın çevredekileri izlediği bu sahnenin tarihsel arka plânı işte tam da buydu.
Boynuzlandığı için mi Avrupa’yı fethetti?!
Tarihsel figürlerin resmedilmesi her zaman zordur; çünkü kandırma veya kolaya kaçma durumu bir noktadan sonra ortaya çıkar. Napolyon’da da benzer kopukluklar ve kolaya kaçma durumaları gözden kaçmıyor.
Hikâyenin bağlamında yaşanan kopukluk ve gerçek bir anlatının eksikliği, Napolyon (Joaquin Phoenix) ile sevgilisi Josephine (Vanessa Kirby) arasındaki tuhaf etkileşimlerinden tutun da diyalogların saçmalığına kadar pek çok alanda kendisini gösteriyor. Bazı sahneler var ki, General Napolyon’un yerlerde sürünerek mekanı terk ettiğine dahi şahit oluyoruz.
Daha da kötüsü, bu tuhaf aşk hikâyesinin çevresinde dönen “küçük” anlatı, filmi şekillendiriyor. Öyle ki, Scott’ın yarattığı dramaturjinin içinde Napolyon’un Josephine tarafından “boynuzlanmasının” üstesinden gelemeyerek Avrupa’yı fethettiği sonucu çıkıyor. 1815’te Elba’daki sürgünden kaçıp Waterloo Savaşına katılmasının yine Josephine olan aşkının bir ürünü olduğu gösteriliyor.
Çoğu tarihçi, Napolyon’un, piyadeleriyle birlikte çarpışan, savaşa hazır bir General olarak tasvir edilmesine karşı çıkıyor. Onun genellikle cephe gerisinde bulunduğu ve nadiren fiziksel tehlike altında olduğu ileri sürülüyor.
Şüphesiz ki, bir film tarihsel belge niteliğine ele almak doğru değil. Fakat böylesi bir yapımda yaratıcılığın yerini baygın bir romantizm aldığında ve bu durum hikâyenin önüne geçtiğinde ortaya tuhaf bir tablo çıkıyor.
Ya da farklı bir açıdan bakarak, Ridley Scott’ın Napolyon üzerinden alaycı ve siyasi içerikli bir mesaj verdiği düşünülebilir. Yaratıcı hiciv şüphesiz ki değerlidir ancak, toplumsal tarihin tam olarak doğru ele alınamadığı durumlarla karşı karşıya kalındığında, maalesef bu mizahi bakış kendi çelişkilerinin içinde boğulup kalıyor.
‘Orada değildin kapat çeneni!’
Filmin bana göre en sıkıntılı yanlarından biri cumhuriyetin tasfiye süreci ve Robespierre’in yakalanıp öldürülmesinin basit bir olay gibi gösterilmesiydi. O süreci hatırlamakta fayda var.
1789’un ardından siyasi çekişmelerin içinde çıkış arayan Fransa, yabancı istilalara ve isyanlara karşı Napolyon’u görevlendirdi. Peki ama kimdi bu görevleri verenler?
Burjuvazi Napolyon’un askeri yeteneklerini kullanmanın yanı sıra onu askeri bir güç olarak da yanlarından ayırmadı. Fransız Devrimi sırasındaki en etkili siyasi dernek olan Jakoben’lerin devrimci diktatörlük süreci çıkmaza girdiğinde burjuvazi, Robespierre’i düşürmek için karşı-devrimci hükümet darbesini başlattı. 1794 yılının Thermidor (Temmuz) ayı içinde başlatılan harekatta, Robespierre ve Saint-Just başta olmak üzere Jakoben’lerin önemli kısımı yakalanarak infaz edildi.
Austerlitz Muharebesi, Napolyon’un en iyi askeri başarılarından biri olarak kabul edilir. Ancak bu tam olarak Scott’ın filmindeki gibi gerçekleşmedi. Filmdekinin aksine, savaşın meydana geldiği bölgede dev bir göl bulunmuyordu.
İtalya seferinden sonrasında Habsburg monarşisine ve Osmanlı İmparatorluğuna karşı kazandığı zaferlerle yıldızı parlayan Napolyon, iç isyanları bastırmış ve burjuvazi için “güvenilir bir kılıç” haline gelmişti. Öyle ki Napolyon, burjuvazinin haklarını korumanın yanı sıra, yeni nüfus alanları için Avrupa devletlerine ve İngiltere’ye boyun eğdirme sözü vermişti.
Tam bu noktada filme dönecek olursak, Scott’ın anlatısında Napolyon’un neden birdenbire Austerlitz’de birleşik Avusturya-Rusya ordusuyla savaştığı ya da iki yıl sonra Rus Çarı Aleksandr’la Tilsit’te buluştuğu konusu bu tarihsel arka plândaki eksiklik nedeniyle havada kalıyordu.
Bu hatalar ve eksiklikler nedeniyle Fransız sinema eleştirmenlerinden ve tarihçilerden gelen eleştirilere yanıt veren İngiliz yönetmen, şöyle bir açıklama yapmayı uygun gördü:
Affedersin dostum, orada mıydın? Hayır mı? O zaman kapa çeneni!
Ödüllü yönetmen bu tür bir çıkışla kendi “postmodern sinizmini” ortaya koymayı başardı. Böylece tarihsel bir anlatı, herhangi bir iç mantık ve nesnel gereklilikten yoksun olarak, bir dizi öznel anlatıya indirgenebiliyordu.
Bu noktada izleyiciye şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, Scott’ın anlatmayı seçtiği Napolyon ne doğru, ne ilham verici ne de eğlendiriciydi!
Büyük sermaye ile kol kola başlatılan darbe
Anladığımız kadarıyla Scott, hikâyeyi baştan yazmaya, tarihin “Büyük General” sembolünü tersine çevirmeye ve kişisel ihtirasları için Avrupa’yı dize getirmek isteyen “beceriksiz” bir zalimin kaprisli dünyasını yansıtmaya çalışıyor. Fakat bunu da eline yüzüne bulaştırıyor! Bir noktadan sonra filmi izlediğiniz esnada saçma kurgusunu eleştirirken buluyorsunuz kendinizi.
Örneğin, 18 Brumaire’de (9 Kasım 1799) hükümet darbesi düzenlemeye hazırlanan Napolyon’un teşebbüsünün arka plânında, anne sevgisinden uzak büyümesinin ve Josephine kendisini ispatlama çabasının büyük etkisi olduğu ortaya çıkıyor. (!) Bu komedinin ardından sinema seyircisine ulaşan “mağrur imparator” imgesi de cabası…
Napolyon, Ridley Scott’ın filminde büyük bir beceri ve hakimiyetle ata binerken görülüyor, ancak gerçekte bu konuda oldukça berbattı. Ata binerek büyümedi ve askeri binicilik eğitimini tamamlamadı.
Filmde bahsedilmeyeni de biz dile getirelim; burjuvazi Napolyon’u büyük bir coşkunlukla karşıladı. Sermaye sınıfı kralcılara ve Jakobenlere hakim olabilecek, İngiltere’ye karşı girişilmiş olan savaşı iyi şekilde idare edebilecek güçlü bir hükümete ihtiyacı vardı. Hükümet darbesine karar verildiğinde Parisli bankerler Napolyon’a gerekli olan parayı verdi. 9 Kasım’ın (Cumhuriyetin 8. yılında) şafağında başlatılan hükümet darbesinde Napolyon, filmde anlatıldığı üzere ne meclisten sürünerek kaçtı, ne de bu planı tek başına hayata geçirdi.
İşin doğrusu 1799 yılında iktidar, büyük burjuvazinin desteklediği bir adamın eline, bu burjuvazinin çıkarlarını orduya dayatarak korumakla görevli bir askeri diktatörlük kuran Bonapart’ın eline geçti. Filmde pek değinilmese de söyleyelim, “Bonapartizmin” özü budur ve egemen sınıfın düzen arzusunun bir yansımasıdır.
Retrospektif bir yaklaşım sunamayan film, savaş sahneleriyle heyecen yaratmaya çalışan, tuhaf bir tarih anlatısı sonrasında seyircisine kendilerini boş hissettiren bir dram tasvir etmekle ilgileniyor.
Ya Kubrick bu filmi çekseydi?
Film arası verildiğinde, izleyicilerin yorumlarına kulak kabartmak gibi bir alışkanlığım var. Salonda bulunan izleyicilerin bir kısmının İlber Ortaylı ve “Prusya asilzadesi” Celal Şengör’ün filme dair yaptıkları programı izlemiş ve bu merakla sinemaya gelmiş olabileceklerini düşünüyorum. Çünkü seyircilerin büyük çoğunluğu Lise ve Üniversite öğrencilerinden oluşuyordu.
İzlecilerin yorumlarından anladığım kadarıyla, “Yahu kim bu Napolyon?” sorusunun cevabına ulaşamadıkları açık. Hatta tarihsel bir aralıktan Avrupa’da yaşanan egemenlik ve güç ilişkilerine ilişkin kafalarında net bir fikir oluşmadığı da ortadaydı.
Filmin ikinci bölümü başladığında, Waterloo Savaşı sahnelerinde bir an Stanley Kubrick’in Barry Lyndon filmine gittiğimi itiraf etmem lazım. “Naiplik devri”ni yansıtan pastelsi savaş sahneleri ve aynı anda başlayan tınıların bir an beni yıllar önce izlediğim filme götürdü. Aynı zamanda aklıma şu soru takıldı, “Acaba bu filmi Stanley Kubrick çekseydi nasıl olurdu?”
Tarihçi Dan Snow, filmin posterinde yazan, “Hiçlikten Geldi, Her Şeyi Ele Geçirdi” sözünün doğru olmadığını açıkça belirtiyor. Napolyon, Korsika adasında küçük bir soylu olarak doğdu ve adını duyurmak için çoğu kişiden daha fazla fırsata sahip olduğu anlamına geliyordu.
Bu filmi ayrıntılara gösterdiği titizlik ve yenilikçi hikâye anlatımıyla ün salan Kubrick çekseydi, destansı bir anlatımla karşı karşıya kalabilirdik. Bu arada biraz araştırılırsa, yıllar önce Kubrick’in Napolyon’u çekme arzusunda olduğu ve buna çok yaklaştığı görülecektir.
Ünlü yönetmenin, 1970’li yıllarda 148 sayfadan oluşan kapsamlı bir plân çıkarttığı ve Napolyon Bonapart’ın 1769’daki doğumundan 1821’deki ölümüne kadar ayrıntılı bir biyografi yaratma niyetinde olduğu biliniyordu. Öyle ki, Kendine güveniyle tanınan Kubrick, çekeceği Napolyon’un “Şimdiye kadar yapılmış en iyi film” olacağını cesurca ilan etse de, bu proje hiçbir zaman başlayamadı.
1970’lerin başında dokuzuncu filmi olarak planlanan Napolyon, bütçesinin devasa olması nedeniyle iptal edildi. Kubrick, yoğunlaştığı bu projeden biraz uzaklaşarak bir yıl sonra Otomatik Portakal‘ı çekti. Ardından, tarihi destanlara olan tutkusu Barry Lyndon‘da ifade buldu.
Ne hazindir ki, günün sonunda bu hikâyeyi anlatmak Ridley Scott’a kaldı!
Devrimci bir değişim düşünüyorsanız, ne dilediğinize dikkat edin!
Son olarak ben Scott’ın Nopolyon kurgusunun tesadüf olmadığını ve filmin açıkça karşı-devrim masajını taşıdığını düşünüyorum. Filmin ilk başlangıç sahnesinden itibaren bu yönelim açıkça ortadaydı.
“İnsanlar umutsuzluk içinde devrime sürükleniyor ama bu sadece daha fazla sefalet getiriyor” denilerek başlayan film de kitle ayaklanmaları ve hak talepleri, kana susamış bir güruhun başının altından çıkıyor izlenimi veriliyor.
Örneğin Scott, Marie Antoinette’in idamı sırasında kalabalığın coşkusuna odaklandığı sırada, insanlar için politikanın önemli olmadığını ve halkın temel derdinin zenginleri giyotine göndermekten zevk almak olduğunu düşünmemizi istiyor.
Kapitalizmin mevcut krizi göz önüne alındığında, yaşam standartlarının her geçen gün kötüleştiği böylesi bir dönemde, bir endişe havasının varlığının filme de sirayet ettiğini düşünüyorum. Öyle ki, “Evet işler kötü gidiyor ama ayaklanmanın sonuçları daha kötü olabilir. Eğer devrimci bir değişim düşünüyorsanız, ne dilediğinize dikkat edin!” uyarısı da filmden çıkartılabilecek sonuçlar arasında.
Nihayetinde, Ridley Scott’ın Napolyon‘u kapitalist çürüme çağında kültür endüstrisinin bir başka kurbanı olarak görülebilir. Şayet, Fransız Devrimi sonrası yaşanan siyasal süreçlere ilişkin bir şeyler okumak ve izlemek isterseniz, George C. Comninel’in “Fransız Devrimini Yeniden Düşünmek”ini, François Furet’in Devrim’in Yorumu’nu ve tabii ki, Karl Marx’ın “Fransız Üçlemesi”ni okumanızı tavsiye ederim. Bununla birlikte, Fransız burjuvazisinin yükselişine dair değerli bir film izlemek istiyorsanız, Sergei Bondarchuk’un Waterloo‘sunu izlemenizi tavsiye ederim.
Evet olan oldu ve İmparatorluk pelerini Bonaparte’ın omuzlarından düştüğü gün, Napolyon’un tunçtan heykeli, Vendöme dikilitaşının tepesinden gümbürtüyle devrildi!