Share This Article
Martin Scorsese’nin yaşayan en büyük yönetmenlerden biri olarak anılmasının sebebi elbette mesleğindeki mahirliği 80 yaşını devirmesine rağmen hâlâ ilk günkü heyecanıyla üretmeye devam ediyor.
Scorsese’nin hep aynı oyuncularla çalışıp perdede maksimum verim almasını sağlayan kadrolar kurması, yıllardır birlikte çalıştığı kurgucusu Thelma Schoonmaker’ı, görüntü yönetmeni Rodrigo Prieto’su, sadece bugünkü Hollywood’u yaratan değil dünya sineması adına her biri birer yapı taşı olan hazine değerindeki filmleri restore edip koruyan vakıf için yaptıkları, elde ettiği muazzam başarılara rağmen her dem koruduğu mütevaziliği, izleyicilerine, sinema öğrencilerine, bu sanata aşık milyonlara yılmadan bildiklerini, deneyimlerini aktarması…
Tüm bunlarla birlikte bir şey daha yapıyor büyük usta elbette: Filmografisiyle bize büyücek bir resim çiziyor yıllardır. Evet evet; şu hep bahsi geçen, görebiliyor muyuz göremiyor muyuz diye tartışılan o büyük resmi ince ince işliyor. Hem kendini hem de Hollywood’u var eden, içinden çıktığı, beslendiği ülkenin, Amerika’nın portresini oluşturuyor.
Tarihin yazdığı, kimisini unuttuğumuz, kimisini kazananın kaleminden okuduğumuz, kanla, savaşlarla, beyaz Avrupalıların gelip yerinden ettiği, sömürerek kurduğu büyük medeniyetle bir derdi var desek çok ileri gitmiş olur muyuz acaba?
Martin Scorsese, biz ne dersek diyelim sanatıyla, perdede yarattıklarıyla bize modern dünyanın en büyük gücünü, ondan aldığı güçle gösteriyor. O gücü yaratan ve başına “vahşi” sıfatını eklemeden anamadığımız kapitalizmi, onun yarattıklarını ve yok ettiklerini belgeliyor.
Amerikan yerlisi Osage halkının hedef alındığı seri cinayetler
Scorsese, son filmi Killers of the Flower Moon (Dolunay Katilleri) araştırmacı gazeteci David Grann’ın 2017’de yayımlanan aynı adlı kitabından Eric Roth’la birlikte uyarlamış. Usta yönetmen kitabı okuduğunda “Bu filmi çekmeliyim” dediğini aktarıyor röportajlarında.
1920’lerin başında yaşanan ve aslında bu kitap yazılana kadar kurbanların aileleri ve onların çocukları, torunları tarafından olmasa da geri kalanlar tarafından “unutulmuş” Amerikan yerlisi Osage halkının hedef alındığı seri cinayetler filmin konusu.
Kendi topraklarında katledilen, daha sonra artık “efendileri” olan beyaz Amerikalılar tarafından rezervasyon bölgelerine yollanan ve orada yaşamaları söylenen yerli halklardan biri Osage’ler. Ancak Amerikalılar bu halkı oraya yollarken büyük bir hesap hatası yapıyor; artık yapılan sözleşmelerle sadece Osage halkına ait olan bu toprakların altında “siyah altın” denen petrolün yattığından haberleri yok.
Bu durum kısa bir süre içinde Osage halkını dünyanın en zengin halkı yapıveriyor. Topraktan fışkıran petrolü çıkarmak ve kullanmak için gelen şirketler, Osage halkına bunun karşılığında ödedikleri parayla onları zengin ediyor. Yine de kendilerinden aşağı gördükleri bu insanların sahip oldukları zenginliği idare edemeyeceklerini düşünüp onların başına paralarını düzgünce kullanabilsinler diye beyaz vasiler atıyorlar. Osage’lerin zenginliği işte böyle bir zenginlik…
Filmin başında önce Osage’lerin ritüellerini sonra da zenginliklerini aktaran bu döneme ait siyah beyaz fotoğraflar ve hareketli görüntüler izliyoruz.
Halkın en büyük dostu!
Film, savaş sonrası dayısı William Hale’in (Robert De Niro) yanına işte tam da bu topraklara gelen alık hatta yarım akıllı bile denebilecek Ernest Burkhart’ın (Leonardo DiCaprio) hikâyesini anlatıyor. Ernest, dayısının yanında şoförlük yaparken Osage halkından Mollie’ye (Lily Gladstone) aşık olup evleniyor. Ve film ilerledikçe bunun aslında beyazların Amerikan yerlisi bu halkın zenginliğini ele geçirmek için yaptığı sinsice bir plan olduğunu anlıyoruz.
Çünkü orada yaşayan beyazlar (hatta kimi sırf bunun için başka yerlerden bölgeye geliyor) Osage kadınlarıyla evlenip onların bu zenginlik fışkıran topraklardaki haklarını kendilerine transfer etmenin peşinde. Artık göz göre göre soykırıma uğratamadıkları yerli halkı ve önce ellerinden alıp sonra geri verdikleri toprakların yaratacağı kapitali kontrol etmek gerekiyor.
Bu evlilikler ve kendine o tepelerin “kralı” diyen William Hale’in Osage halkının en büyük dostu olarak çizdiği portre arasında kan dondurucu bir bağ var. Ernest’ın cehaletinin, çok da şaşırtıcı olmayacak şekilde, dayısına biat ederek bir maşaya dönüşmesiyle kurulan sessiz suç ortaklığı, Dolunay Katilleri’nin klasik western, suç ve polisiye türleri arasında gidip gelen anlatısını kuruyor. Film üç buçuk saatlik süresinin yarısını bir mafya yapılanması gibi örülen bu suç ağının soğukkanlılıkla resmedilmesine veriyor.
Tek tek ortaya çıkartılan cinayetler
O tarihlerde henüz adı FBI’a yani Federal Soruşturma Bürosu’na dönüşmemiş, sadece Soruşturma Bürosu olarak anılan ve başında meşhur J. Edgar Hoover’ın bulunduğu istihbarat ve kolluk kuvvetleri kurumunun, büro ajanı Tom White’ı (Jesse Plemons) bölgeye göndermesiyle işler değişiyor.
Tom White ve beraberindeki ekibin soruşturmasıyla Osage halkının şüpheli ölümleri bir bir didikleniyor ve cinayetler ortaya çıkarılıyor.
Bir de küçük bir not düşelim: Filmde izlediğimiz kurumun 1935’te adı FBI olan ve J. Edgar Hoover’ın 1972’de ölene kadar başında kaldığı büroya dönüşerek kazandığı güç ve McCarthy dönemindeki cadı avına (yani komünist avına) verdiği büyük desteği bilmek de oldukça ironik.
Robert De Niro ve Jesse Plemons
Filmin süresinin uzunluğu, bu uzunluk içinde temposunun yer yer sarkması belki de tek sıkıntısı. Ancak bu uzun filmin bağlandığı finalde gördüğümüz radyo şovu (henüz büyülü ekranlar her Amerikalının salonundaki yerini almadığı için radyo elbette) ve bu şovun sürpriziyle karşılaşınca aslında gördüklerimize sinemada, o kocaman beyaz perdede şahit olmaktan mutlu ayrılıyoruz büyük ustanın filminden. Final, filmin kendisiyle çelişiyor ama bu filmi var eden gerçeğin yani “kossss kocaman” Amerika’nın da en başarılı biçimselleştirmelerinden biri olarak sinema tarihinde yerini alıyor.
Toplumların can damarlarına sinsice sızan bir yönetmen
Yazının başına dönersek Martin Scorsese’nin yıllardır inşa ettiği sinemasının bütünüyle Dolunay Katilleri’nin sahip olduğu bağ açıkça ortada. Onun çiziği o büyük resmin içine kusursuzca kesilmiş bir yapboz parçası gibi yerleşiyor son filmi.
Suçun gerek bireysel gerekse kurumsal şekilde işlenerek kişilerin ve bu kişilerden oluşan toplumların can damarlarına sinsice sızışının sesi Martin Scorsese.
Scorsese, New York Çeteleri’nde Amerika’nın kalbini ve kendi evini 1800’lü yıllara geri götürerek ve “Amerika sokaklarda doğdu” cümlesiyle varlık savaşı veren suç çetelerini göstererek anlatmıştı.
Sıkı Dostlar’da, The Irishman’de mafyayı, Arka Sokaklar’da büyük balıklara yem olmamak için büyümeye çalışan küçük kabadayıları, Köstebek’te mafyanın adaleti sağlaması gerekenlerin içine nasıl sızdığını, Para Avcısı’nda sermaye düzeninin çarpıklığını, Göklerin Hakimi’nde kapitalizmin insan bedeninde zuhur etmiş hali Howard Hughes’u ve Taksi Şoförü’nde de ruhunu sakatlayan Vietnam savaşının izlerini kendince adaleti sağlamaya çalışan Travis Bickle’ı anlattı…
Önce altına sonra da kara altına yani petrole hücum eden Amerika kısa yoldan zengin ve güçlü olanların ve sonra bu meşruiyeti şaibeli gücü çarpıtanların hikâyeleriyle kuruldu ve yükseldi.
Martin Scorsese de hem bir sinemacı hem de tarihe şahitlik etme misyonuyla bu kan ve şiddet sarmalının pişinden gitti.
Daha Dolunay Katilleri gibi anlatılacak çok hikâyesi var özgürlükler ülkesinin; kimi ortaya çıkmayı bekleyen, kimi çoktan yazılmış kimi de halihazırda çağımızda yazıla gelen… Büyük ustanın gözünden izlemeye devam edebilmek umuduyla…