Share This Article
Mustafa Cezar
Sözlerimize, Türklerde şehir yaşamının bin yıldan daha gerilere uzanan bir geçmişi vardır, diye başlayacağız. Ancak ne var ki, böyle bir söz karşısında bize kuşkulu gözlerle bakabileceklerin olacağını da göz ardı etmiyoruz. Osmanlı devletini kuranların savaşçı göçebelerden oluştuğunu ballandıra ballandıra anlatanlar hala eksik olmadığına göre, Türklerin şehirde yaşamaya başlayışının bin yıldan gerilere gidişi görüşüne kuşkulu gözlerle bakanlar, elbette bulunabilecektir.
Toplumumuzda pek çok kimsenin kulağı, göçebe savaşçıların kahramanlık hikâyeleri ile dolu bulunduğuna göre, böyle bir kuşkuyu da olağan görmek gerekecektir.
Ülkemizde öteden beri savaşçılık, savaşlarla ülkeler fethetme o denli onur ve gururlanma nedeni sayılmıştır ki, tarihimizde, edebiyatımızda, masallarımızda hep savaşlardan ve savaş kahramanlıklarından söz edilmiştir. Ükleler fetheden savaşçı Türklerin de hep usta biniciler ve gözünü budaktan sakınmayan okçularla kılıç erlerinden oluştuğu zihinlere çakılırcasına işlenmiştir.
Böyle kahramanlıklar için de göçebelik, adeta en değerli yaşam şekli olarak tanıtılmıştır.
İşte böyle bir bilgilenmeyle biçimlenen düşünce yapısı nedeniyle, Türk tarihi araştırmalarında göçebelik konusuna fazlaca ağırlık verilmiş, göçebeliğe adeta övgüler düzülmüştür. Nitekim Osmanlıları Aşiretten İmparatorluğa gibi başlıklarla tanıtmanın arkasında, İslam fatih ve gazilerinin yaşam biçimi sayılan göçebeliğe karşı duyulan sıcak yaklaşımın payı bulunmaktadır.
Türk şehir ve şehirciliği
Hemen belirtmemiz gerekir ki; arkeolojik ve kültürel verilerin de incelenmesi ihmal olunmadan gerçekleştirilen bilimsel araştırmalar sonunda, Türklerde şehir yaşamının hayli eski bir geçmişe sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ancak ne var ki, bu vesile ile iki önemli tarihi gerçeğe de öncelikle işaret edilmesi gerekmektedir. Bunlardan birisi, Türklerin yüzyıllar boyu yerleşiklikle göçebe yaşamı birlikte sürdürdüğü, diğeri de yer değiştirmeler sonucu yeni vatanlar edinen bir ulus özelliği gösterdiğidir.
Türk kültür ve sanatının gelişim çizgisinde nasıl bu özelliklerin önemli iz ve yerleri varsa, Türk şehir ve şehirciliğinde de yine önemli ölçüde yer ve payları bulunmaktadır.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Yer değiştirmelerde karşılaşılan farklı kültürler, Türkler için şaşkınlık yaratan bir sorun değil, yeni kültür değerlerinin kazanılmasına yardımı dokunacak yaşamsal dinamik yerine geçmiştir. İşin ilginç yönü, Türk insanının farklı kültürlerle karşılaşmalarda, bunlardan bazı şeyleri kendi kültür değerleri arasına katarak zamanla kendine özgülük vasfı üstünlük kazanmış bir özümlemeyi gerçekleştirmesindedir. Bunun en dikkate değer örneklerini ise şehir konusunda görmek mümkündür.
Bilindiği gibi İç Asya’da Türkler arasında İslamlaşma sekizinci yüzyılda başlamış, dokuz ve onuncu yüzyıllarda da büyük oranlara ulaşmıştı. İlk İslam Türk devleti olan Karahanlılar’ in kuruluşu ise 840 tarihinde gerçekleşmişti.
İslamlaşmadan önceki dönemde Türklerin yerleşiklikle ilişkilerinin, kendilerinin ortaya koyduğu küçük yerleşim birimlerinden başka, etnik grupların şehirlerini meydana getiren küçük yerleşim birimlerinde, onlarla yan yana, iç içe yaşamaktan ibaret bulunduğu anlaşılıyor.
Anadolu’nun Selçuklular tarafından fethi
Batı Türkistan’ın, hatta biraz da Doğu Türkistan’ın bazı şehirlerinde Türkler, Ari (Hint Avrupa) kökenli olduğu söylenen etnik gruplar ile, ayrıca seyrek de olsa Çin ve Moğol kökenlilerle bir arada yaşamaktayken, Türklerle sair etnik gruplar arasındaki oran acaba ne idi? Bu hususta bir şey söylemek mümkün değildir, ama XI-XII. yüzyıllarda Doğu ve Batı Türkistan’ın tamamının Türkleşmiş olduğu da tarihi bir gerçektir. Onun içindir ki, Batı Türkistan’ın, X-XIII. yüzyıllarda üç elemanlı özelliğe sahip şehirleri de, Doğu Türkistan’ın üç elemanlı gruba girmeyen şehirleri de artık gerçekten birer Türk şehri idiler.
Kale, şehristan ve rabat diye iç içe üç bölümden oluşan ve her bölümü birbirinden kerpiç duvarlar (surlar) ile ayrılmış bulunan üç elemanlı şehir, aynen İran’da da görülür. Gerek Türkistan gerekse İran’da da aynı şehir tipinin görülmesinin nedeni, Batı Türkistan’daki ilk şehirlerin, etrafları kerpiç duvarla çevrili küçük bir dörtgenden ibaret bulunduğu dönemde de, daha sonra bunların genellikle onuncu yüzyıldan itibaren büyüyerek üç elemanlı şehir şekline dönüşmesi döneminde de ikisi arasında yoğun bir kültürel bağlantının varlığındandır.
Ressam Eugène Flandin’in resmettiği Isfahan’daki bir kervansaray.
Anadolu’nun Selçuklular tarafından fethi üzerine İslami Türkistan-İran kültür verileri Türkler tarafından Anadolu’ya taşınmıştır. Burada, yani Türklerin yeni vatanı Anadolu’ da, asıl kaynağından çok uzaklardaki topraklarda yaşamaya hazırlıklı dinamiğe sahip bir kültür sentezi oluşmaya başlamıştır.
Bu kültür sentezinin en dinamik tarafı şehirlerde, daha doğrusu eski Bizans şehirlerinin birer Türk şehri haline dönüşmesi olgusunda görülür.
Pratik zekalı Türk insanı, Anadolu’da üç elemanlı şehir tipini yaratmaya çalışmaz. Kısacası gereksiz bir zorlama içine girmez. Zaten Anadolu şehirlerinin bir kısmının etrafında sur vardır. Pek çoğunun da bir köşesinde ya da şehre yakın bir yerde bir kale mevcuttur. Savunma sorunları için şehir suru ya da gerekirse kalelerden zaten faydalanılacaktır. Ama bunlardan daha önde gelen asıl önemli sorun, şehirlere yerleşmek, buraları İslam, yani birer Türk şehri haline getirmektir.
Devlet gücü ve kaynakları
O yıllarda Anadolu’da nüfus yoğun değildi… kuruluşları, yerlerinin seçilişleri bin yıldan fala bir zamanın deneyim süzgecinden geçmiş şehirleri bir yana bırakarak yeni şehirler kurmaya çalışmak, hem yeni zahmet, masraf ve zaman kaybına yol açacak hem de bundan daha önemlisi, Anadolu’nun yerli halkı Türklerden tecrit edilmiş gruplar halinde benliklerini, kültürel özelliklerini daha rahatlıkla sürdürebilecekti. Onun için, yapılacak en doğru şey, ayrım gözetmeden bütün şehirlere, şehir içinde de semt ve mahalle ayrımı yapmadan şehrin her tarafına yerleşmekti.
Yerleşmede böyle bir yol izlenince, Hıristiyan yerli halkla ülkenin yeni sahipleri Türkler arasındaki ilişki, kısa zamanda sıcak bir dostluk ve gerçek bir vatandaşlık kaynaşmasına dönüşmüştür.
Anlaşıldığına göre, fetihlerin hemen arkasından şehirlere ilk yerleşmeler, küçük gruplar şeklindeydi. Şehirlere ilk yerleşenler, fatih grubu oluşturan insanlar sıfatıyla, çok defa, yerli halktan zapt edilmiş ya da onlardan boş kalmış binalarda oturmaya başlamıştır. Bu ilk yerleşimden sonrakilerde ise, yeni binaların inşaları gözetilmiştir. Bazı tarihi eserler ve vakfiyelerin satırları arasına sıkışmış bilgi kırıntılarından anlaşıldığına göre; ilk aşamadaki yerleşmeden sonrakiler, özellikle, önemli şehirlere yeni mahalleler eklenmesi şeklinde bir yol izlemiştir.
Türkler, Anadolu’da şehirlere yerleşirken, onlarla beraber bu topraklara cami de girmiştir. İlk planda Hıristiyanlardan alınan bir bina cami olarak kullanılmış, daha sonraları cami için özel binalar inşasına geçilmiştir.
Cuma namazı kılınan minberli camilerin ancak şehirlerde olabileceği şeklindeki geleneksel anlayış, Selçuklular zamanında da geçerliliğini sürdürdüğünden, cuma namazı kılınan büyük camiler, Selçuklu döneminde sadece şehirlerde yer almıştır. Köylerde ise, yalnızca Selçuklu döneminde değil, Osmanlı döneminde de tek gözlü büyücek bir odanın mescit şeklinde kullanılması geleneği yüzyıllarca sürdürülmüştür.
Selçuklular zamanında yazılmış tarihi eserlerden, büyük Selçuklu sultanı Melikşah’ın, Rumlardan alınan yerlere 1090 ya da 1091 yılında 50 tane minber koydurduğunu öğrenmekteyiz. Bunun anlamı, minberlerin yapılıp camilere konduğu yıllarda, Anadolu’da 50 şehir ve kasabada cuma namazı kılacak cemaat; oluşturacak miktarda Türk yerleşmesinin gerçekleşmiş bulunmasıdır.
Osmanlılar zamanında da yeni alınan topraklardaki şehirlerin önemli bir bölümü, Selçuklu dönemindeki usullere benzer yollardan Türk şehri haline geldi. Osmanlı döneminde, Selçuklulara nazaran deneyim daha da artmış. ayrıca devlet de hem daha güçlü hem de daha örgütlü olduğundan, şehirlere yerleşim konusunda, özellikle yeni binaların inşası ile şehre kısa zamanda yeni bir karakter kazandırılmasında daha başarılı sonuçlar alınmıştır.
İtiraf etmek gerekir ki, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Türk insanı, Anadolu ve Rumeli’de farklı kültür ortamlarında, özellikle Hristiyanlığın yüzyıllara dayalı kurumlarıyla biçimlenmiş şehirlere yerleşerek bunları birer Türk şehri haline dönüştürmek gibi çok zor bir sorunla karşı karşıya idi. Böyle bir konuda, şahıslar bir şeyler yaptırırken arkalarında devlet gücü ve devlet kaynakları olmadan kolay kolay başarılı olamazlardı.
Nitekim, Anadolu’yu vatan edinen Türk insanı, devlet gücü sayesinde şehir, kasaba ve köylere yerleşirken, yönetimin üst kademelerinde bulunan kimseler de, devletin hayır yapacak kimselere açık tuttuğu imkanlardan yararlanarak kamusal nitelikli binalar inşa ettirmek suretiyle şehirlere hizmette bulunacaklardır. Bu şekildeki davranışlar yaygınlaşıp gelişerek şehirlerin kaderinde birinci derecede rol oynayacak bir imar sistemi halini alacaktır.
Şehirlerin Gelişimi
Anadolu Türk şehri böyle bir başlangıçla kendine özgü biçimini alırken, Avrupa’da da şehirler yeni bir gelişme sürecini yaşamaya yönelmekteydi.
Bu sırada Doğu ve Batıda şehirlerin gelişmeleriyle ilgili kader çizgileri birbirinden farklı sistemler üzerine oturmaya hazırlanıyordu. Bunlardan birisinde şehirler, sorunlarını şehirden kaynaklanan örgütler yoluyla çözüme götürme yöntemine doğru adım adım ilerlerken, diğerinde böyle bir örgütlenme olmayıp şehirler, devletin genel yönetim ve hukuk sistemi içinde merkezi otoritenin değerlendirme şartlarına sıkıca bağlı kalmaktaydı. Batıda 12. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş da olsa beledi örgütlenmeye doğru gidiş başlarken, diğerinde, yani Türk şehrinde beledi örgütlenmeye ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında gidilebildi.
Batı Avrupa tarihinde beledi örgütlenme hakkının elde edilmesi olayının başlangıç dönemi, günümüzde hayli garip karşılanacak bir gelişim biçimi gösterir. Böyle bir hakkın elde edilişinin zemininde, 1116’da Flandre Kontu’nun yasal düello hakkını elde edişi gibi bir olay yatar. Aslında böyle bir hakkın elde edilmesinden kısa bir süre önce tüccarlar, aralarındaki anlaşmazlıkları çözmede yetkili bir hakem kurulunun kurulmasında anlaşmışlardır. Hakem kurulu kurma hakkının tanınmasından sonra sağlanmış olan düello hakkı, yargı hakkında özerkliğin kapısını açmıştır. Zira yargılama işini yapacaklar şehir halkı tarafından seçilerek göreve getirilmişlerdir. Onlar bu hakkı şehir halkı adına kullanacaktır.
Flandre’de görülen bu durum, daha sonra İtalya, Fransa, Almanya ve İngiltere’ye de yayıldı. Böylece, bu ülkelerdeki şehirler, bağımsız yargı hakkına sahip adacıklar halini aldı. Yargısal özerkliği yönetsel özerklik takip etti.
Bu durum, şehir sorunlarının çözümüyle uğraşacak yetki odaklarının şehir bünyesinde kurulması demekti. Daha açık belirtmek gerekirse, bu bir beledi örgütlenme olgusu idi. Kısacası, zamanımız Avrupası’nın sanayileşmiş zenginler grubunun topraklarındaki şehirler, 12. ve 13. yüzyıllarda beledi örgütlenmeyi gerçekleştirmiş durumda idiler.
Bu örgütlenmeden sonra Avrupa’nın bu ülkelerindeki şehirlerin sorunlarının çözümünde, şehri ilgilendiren olaylarda girişimci burjuvazinin görüş ve enerjisi söz ve rol sahibi olacaktır.
Avrupa’da şehir sorunlarının beledi örgütler yoluyla çözümü yönteminin doğması; şehirlerde meydan ve caddelerin düzenlenmesi, kamusal binaların yapım yerleri ve ölçülerinin saptanması, su, kanalizasyon ve temizlik işleri gibi şeylere şehir ölçüsünde eğilme fikrinin doğması sonucunu vermiştir. Bunun içindir ki, Batıda şehrin bütününü ilgilendiren bu gibi sorunlara çareler aranması hareketi, Doğudan çok daha erken başlamıştır.
Şehircilik Anlayışları
Yeniçağ başlarındaki Avrupa şehirciliği ile Türk şehirciliği arasındaki en önemli fark, bize göre, şehir halkının kendi şehirlerinin çeşitli sorunları karşısındaki tutumlarını biçimlendiren sistemde düğümlenir. Sistemin Türklerdeki şekli, tarihsel süreklilikten de kuvvet alarak dinsel ve ekonomik temeller üzerinde yükselir.
Avrupa’nın sistemi ise, yeni bir çağın başlayışının açık işaretlerini de yansıtan, toplumsal açıdan yeni bir filizlenme hareketidir. Bu filizlenmeyi de öncelikle ekonomik etkenler hazırlayıp biçimlendirmiştir. Ne var ki, Türk sisteminde, şehirlere bir şeyler kazandırılması konusunda, büyük çoğunlukla, devlete ait kaynaklar bireyin yararlanmasına açılarak devlet ya da şehir yönetim biriminin yaptıracağı şeyleri bireyler yaptırıyor, Avrupa sisteminde ise, şehir ve yakın çevre halkının ödediği vergilerden oluşan mali kaynağı, şehir yönetim birimi kendi şehri için kullanıyordu.
Mimar Sinan’ın muhteşem eseri Edirne Selimiye Camii.
Türk sisteminde bireyler, kendi adı ile anılacak imar ürünlerini ortaya koyucu ve kurdukları vakıflar yoluyla yaşatıcısı oldukları halde, şehrin bütününü ilgilendiren sorunlarda belirli bir role sahip olmuyordu. Böylece kamusal nitelikli imar ürünü yoluyla gelecek kuşaklara aktarılan adına rağmen, bunları yaptıran birey, devlet kavramı karşısında adeta eriyordu.
Bugün olduğu gibi dün de şehirlerin gelişimlerini etkileyen faktörler arasında ekonomik özellikliler birinci derecede role sahip olmuştur. Bunun yanı başında merkezi yönetimlerin ilgisi de yine bugün olduğu gibi dün de şehirlerin kaderlerini olumlu yönde etkilemekten geri kalmamıştır. Ancak merkezi yönetimin ilgisinin gerçekleşmesi konusunda, dünkü ile bugünkü arasında, devlet sisteminin işleyişine bağlı olarak metotta farklılık vardır.
Böyle bir ilgi, zamanımızda, hükümet kararları, hatta bazen özel kanunlar yoluyla, bir yerde, kısa zamanda şehrin çehresini değiştirecek ölçüde kamusal nitelikli yapılarla sanayi tesislerinin kurulması şeklinde bir biçim arz etmektedir. Bunları gerçekleştirmek üzere de devlet bütçesinin imkanlarına başvurulmaktadır.
Dün ise, zaten geniş çaplı sanayi tesislerinin kurulması değil de, ancak kamusal nitelikli bina türlerinin inşası söz konusu olabilirdi. Sanayi tesisleri ve özellikle sanayiye bağlı sosyal tesislerin inşası gibi şeyler, zaten sanayi devriminden sonraki dönemde, devletçi sistemlerden başka, sanayiyi devlet eliyle kurmaya çalışan ve hızlı sanayileşme sürecini başlatarak bu süreci yaşama çabasında olan ülkelerde görülebilirdi. Onun içindir ki, eski Türk şehri için kısa zamanda kurulacak sanayi tesisleri yoluyla şehrin değişikliğe uğrayabilmesi ihtimalini unutmamak gerekir.
Dinsel kültürel ve sosyal eserler
Eski Türk şehirciliğinde, kamusal nitelikli yapılardan oluşan önemli imar ürünlerinin ortaya konması suretiyle, şehirlerin kaderlerini etkilemede öncelikle padişahın arzu ve iradesi, daha sonra da yüksek mevki sahiplerinin, padişahın kendilerine tanıyacağı imkan ölçüleriyle orantılı ilgileri rol sahibiydi.
Şehirlerde, şahısların kendileri için yaptıracakları özel konut, ticaret ve sanayi yapıları dışında kalan dinsel, kültürel, sosyal nitelikli yapılar da yine şahıslar tarafından yaptırılıyordu. Devletin yaptırması gereken kamusal tesisler, şahıslarca inşa ettirildiğine göre bireyci bir imar sistemi yürürlükte demekti.
Cami, medrese, darülkura, zaviye gibi dinsel eserler, mektep, medrese, kütüphane gibi kültürel eserler, hastahane ve çeşme gibi sosyal eserler hep şahıslar tarafından yaptırılıyor, bunların yaşamaları için de vakıflar kuruluyordu. Kamusal nitelikli bu tip eserler hep masraf gerektirici şeyler olduğundan, bunlara gelir getirmek üzere çok defa han, hamam, dükkan, bedesten gibi gelir getirici binalar da inşa ettiriliyordu. Bu tip binalar, vakfın gelir getirici yapılar bölümünü oluşturuyordu. Vakfın gelir getirici kısmı için çok defa arazi de vakfediliyordu.
Herhangi bir şehrin çehresini değiştirmede etkili olacak dinsel, kültürel, sosyal nitelikli yapılarla, bunlarla ilişkili ticari özellikli yapıların inşasında ekonomik ve sosyal faktörlerin rolü önde gelmekle beraber, padişah ve yüksek görev sahiplerinin ilgileri asla küçümsenemezdi.
Zaten padişah ve yüksek görev sahipleri, öncelikle başkente, bunun arkasından da ticaret, yönetim ve kültürel açıdan önem arz eden yerlere ilgilerini eksik etmiyorlardı. Örneğin, birkaç yüzyıl boyunca İstanbul’dan sonra ikinci derecede ilgi Edirne ve Bursa’ya gösterilmişti. Onun için buralara kamusal nitelikli pek çok bina yaptırılmış, bunların yanı başında çok sayıda han, hamam ve dükkan gibi yapılara da yer verilmiştir. 1529 yılında yapılmış bir sayımda Edirne’de 149 mescit, 19 cami, 6 imaret, 14 medrese, 31 zaviye, 27 hamam ve 16 hanın varlığı saptanmıştır.
Toplumsal dinamik
Aşağı yukarı bir buçuk yüzyıllık süre zarfında bu kadar eserin inşa edilerek vakfa bağlanmış olması, Edirne’ye gösterilen ilginin derecesini ortaya koyar. Edirne’ye karşı ilgi, 1529’dan sonra da eksilmeden sürecek, şehrin çok sayıdaki camilerinin arasına Selimiye gibi bir şaheser de katılacaktır.
Oysa, böyle bir özel ilgi şurada dursun, beylerbeyilik merkezi olmalarına rağmen imardan pek pay alamayan şehirler de vardır. Örneğin, Sivas ve Erzurum’a, beş yüzyıl zarfında Bursa ve Edirne’ye yüz elli yılda yapılanın onda biri kadar dinsel ve kültürel eser ancak yapılmıştır.
Selçuklu ve Osmanlı dönemleri Türk şehirciliğinde, planlı bir şehircilik anlayışı olmadığı gibi beledi bir örgüt de olmadığından, şehirlerin gelişmeleri, toplumsal dinamiğin doğal iradesine bağlı kalmıştır.
Toplumsal dinamiğin oluşumunda; toplumdaki güçlü dinsel inanç, inanca bağlı olarak hayır yapma arzusunun arz ettiği yaygınlık ve canlılık, bunların yanı başında devlet yapısının da, hayır yapmak isteyen, özellikle yüksek görev sahiplerine devlet imkanlarının kapısını açık tutan bir özellik taşıması, birinci derecede rol oynamıştır.
Öte yandan, devlet gibi uzun ömre sahip vakıf kurumunun varlığı ise, devletin yapması gereken bir kısım hizmetlerin vakıflar yoluyla yerine getirilmesine imkan veren bir düzenin gelişmesine neden olmuştur. Böylece şehirler, cami, mescit, medrese, hastahane gibi yapılar ile bunlara gelir getirici türden han, hamam, dükkan, bedesten gibi yapılar kazanarak gelişirken, bunların işletilme ve yaşatılmaları da vakıf kuruluşları yoluyla yürütüldüğünden, vakıflar da şehirlerin sosyal ve kültürel kuruluşları yerine geçmiştir.
Vakıflar, özerk kuruluşlar halinde varlıklarını sürdürerek, devletin bir kısım görevlerini düzenli bir işlerlikle yerine getirmekteyken beledi bir örgütlenme gerçekleşemezdi. Zaten Osmanlı devletinin klasik sistemi varlığını koruduğu, klasik sistem ve bünyeye göre bireyci imar sistemi de iyi bir şekilde işlerliğini sürdürdüğü sırada, Batı ülkelerindeki gibi bir beledi örgütlenmeye de pek ihtiyaç duyulamazdı.
Türkiye’de beledi örgütlenmeye gitme, şehir sorunlarına beledi örgütler yoluyla da eğilme hareketi, Batıya açılış döneminde, 19. yüzyılda başlayacaktır.