Share This Article
Fustel de Coulanges
Eski çağlarda site ve şehir eşanlamlı sözcükler değildi. Site ailelerin ve kabilelerin dinsel birliği; şehir de bu birliğin toplanma yeri, genel merkezi ve hepsinden önemlisi de kutsal yeriydi. Günümüzde yükselen şehirlere dair kavramlarımız ilk çağlardaki şehirleri açıklamaz. Önce birkaç ev inşa edilir, bir köy oluşur; yavaş yavaş evlerin sayısı artar, köy bir şehire dönüşür; bir de bu şehrin çevresine bir hendek kazıp, büyük surlarla çevrelersek tamam… İlk çağlarda şehir, yapıların ve insanların uzun bir zaman sürecinde yavaş yavaş çoğalmasıyla meydana gelmezdi. Şehir bir anda kurulurdu, bütünüyle bir günde!
Fakat bundan önce sitenin kurulması gerekirdi ve bu iş de başarılması gereken işlerin en zoru ve her zaman belki de en uzun zaman alanıydı. Bir kez aileler, küçük klanlar ve kabileler, bir araya gelmeye ve aynı kültten olmaya karar verdiler mi, şehir eşzamanlı olarak bu ortak kültün kutsal tapınağı olmak üzere kurulurdu. Hem şehrin kurulması her zaman dinsel bir edimdi.
İlk örnek olarak Roma’yı ele alalım. Romulus‘un serüvencilerin lideri olduğu, serserileri ve hırsızları bir araya toplayarak kendisine bir halk meydana getirdiği ve bu seçilmeksizin bir araya toplanmış adamların da vurgunlardan ellerine geçen ganimetleri koymak için rasgele birkaç kulübe yaptıkları çok sık yinelenir.
Şehrin yerini seçmek tanrıların kararına bırakılırdı
Gelgelelim ilkçağın yazarları olayları bize farklı biçimlerde sunmaktalar; bize öyle görünüyor ki, eğer ilkçağları tanımak istiyorsak, ilk kural bize bu çağlardan gelen tanıklara dayanmak olacaktır. Bu yazarlar, bir barınağın varlığından bahsederler bize, bu barınak etrafı duvarlarla çevrili kutsal bir yerdir; Romulus gelenleri burada kabul eder, bu barınak konusunda Romulus’un kendisinden önceki birçok şehir kurucusunu izlediği de söylenebilir. Fakat bu barınak şehir değildir. Hatta şehir tamamen kurulup tamamlanmadıkça da açılmamıştır.
Roma’nın bir eklentisidir bu, ama Roma değildir. Romulus’un şehrinin bir bölümü de sayılamaz; zira barınak, Capitolin tepesinin eteklerine kurulmuşken, şehir Palatin yaylasını kaplar. Roma nüfusun bu iki bölümünü birbirinden ayırmak çok önemlidir. Barınakta yersiz yurtsuz serüvenciler; Palatin’de ise Alba’dan gelmiş, toplumsal bir düzen içinde yaşayan, soylarına ve aşiretlerine göre ayrılmış, evcil kültleri ve kanunları olan insanlar yaşamaktaydı. Barınak, kulübelerin rasgele ve kuralsızca yapıldığı bir kenar mahalle ya da küçük bir köy görünümündeydi; Palatin’de ise dinsel ve kutsal bir şehir yükselirdi.
Bu şehrin nasıl kurulduğuna gelince, ilkçağdan günümüze ulaşan bilgiler oldukça fazladır; bu bilgilerin kaynaklarını, kendisinden daha eski yazarlardan aldıklarını aktaran Halikarnassoslu Denys‘de; Mestrius Plutarchus‘ta; Ovidus‘un Fastes‘lerinde; Gaius Cornelius Tacitus‘ta; eski Roma yıllıklarını incelemiş olan Marcus Porcius Cato‘da (Caton l’Ancien) ve bize hepsinden fazla güven veren, antik çağın Roma’sını çok iyi tanıyan, gerçeğin dostu, hiçbir zaman kolay kolay inanmayan ve tarihsel eleştirinin kurallarını çok iyi bilen iki büyük yazarda, bilge Marcus Terentius Varro‘da ve yazdıklarından bazı parçaları bize Festus‘un aktarmış olduğu bilge Verrius‘ta buluruz. Bütün bu yazarlar, Roma’nın kuruluşuna damgasını vurmuş olan dinsel törenlere dair anıları bize aktardılar: bu kadar çok sayıda ve önemli tanıklığı bir yana atmamalıyız elbette.
Eski çağlarda olup da bizi şaşırtan olgulara pek de sık rastlamayız: Acaba, modern düşünceden çok uzaklaşmış olan bu olgular eski insanların fikirleri ve inançlarıyla kusursuz bir uyum içinde olsalar bile şaşırmamız, bütün bunlara masal deyip geçmemiz için yeterli bir sebep midir? Bu insanların özel yaşamlarında bütün hareketlerini düzenleyen bir din gördük, ardından da bu dinin onları bir toplum haline getirdiğin… Peki bütün bunlardan sonra bir şehrin kuruluşunun kutsal bir edim olmasında ve Romulus’un da her yerde gözlemlenen bu törenleri yerine getirmek zorunda oluşunda şaşılacak ne var?
Kurucunun ilk görevi yeni şehrin yerini seçmektir. Fakat çok büyük önem taşıyan ve halkın kaderinin buna bağlı olduğuna inanılan bu seçim, her zaman tanrıların kararına bırakılırdı. Eğer Romulus bir Yunanlı olsaydı, Delf tapınağına gider akıl danışırdı, bir Samoslu olsaydı kutsal hayvanı, yani kurdu veya yeşil ağaçkakan kuşunu izlerdi. Etrüsklerin hemen yan komşusu olan Latinler onlara falcılık bilimini öğretmişlerdi. Romulus tanrılardan kendisine kuşların uçuşu aracılığıyla arzularını ilham etmesini istedi. Tanrılar ona Palatin’i gösterdiler.
Kentin ocağı
Şehrin kuruluş günü geldi, Romulus ilk önce tanrılara bir kurban sundu. Arkadaşları etrafına çevrelenmişlerdi; çalı çırpı toplanarak bir ateş yaktılar ve her biri bu ateşin üstünden atladılar. Bu törenin amacı gerçekleştirilecek edim için halkın arınmış ve saf olmasının gerekliliğiyle açıklanabilir: Eski insanlar bütün fiziksel ve ahlaki lekelerden kutsal ateşin üstünden atlayarak temizleneceklerine inanıyorlardı da diyebiliriz.
Başlangıç niteliğindeki bu tören, halkı büyük temel atma edimine hazırlamıştır; Romulus küçük, yuvarlak bir çukur kazar. Alba şehrinden getirdiği bir parça toprağı çukurun içine atar. Ardından arkadaşlarından her biri, sırayla yaklaşarak, Romulus gibi, geldiği şehirden bir parça toprağı çukurun içine atar. Bu tören dikkate değer bir törendir, çünkü eski çağın insanında üzerinde durulması gereken bir düşünceyi açığa çıkarır.
Palatin’e gelmeden önce, bütün bu insanlar Alba’da ya da başka komşu şehirlerde oturmaktaydılar. Ocakları oradaydı, babaları oralarda yaşamış ve gömülmüşlerdi. Din, evin, ocağın bulunduğu, kutsal ataların yattığı toprağın terk edilmesini yasaklamaktaydı. Öyleyse günaha girmekten kaçınmak için, bütün bu insanların düşsel bir kurguya başvurup, bir parça toprakta simgelenen, atalarının gömülü olduğu ve kutsal ruhlarının bağlı bulunduğu o dinsel toprağı da beraberlerinde getirmeleri gerekmekteydi. Kişi, toprağını ve büyük babalarını yanına almadan yer değiştiremezdi. Bu tören yerine getirilmezse, kişi yerleştiği yeni toprakları göstererek “İşte burası da babalarımın toprağı, terra patrum patria; burası benim vatanım, çünkü ailemin kutsal ruhları burada” diyemezdi.
Herkesin biraz toprakla doldurduğu bu çukura mundus denirdi; bu sözcük eski din anlatılarda kutsal ruhların yeri anlamına gelirdi. Geleneklere göre ölülerin ruhları, yılda üç kez bir anlığına ışığı görme isteğine kapılarak bu çukurdan dışarı çıkarlardı. Bu gelenekte de eskilerin gerçek düşüncesiyle karşılaşmıyor muyuz?
Eski yurtlarından getirdikleri bir parça toprağı bu çukurun içine koyarak, atalarının ruhlarını da buraya kapattıklarına inanmışlardı. Çukurda birleşmiş olan bu ruhlar, devamlı sürüp giden bir dinsel saygı görecekler, oğullarına göz kulak olacaklardır. Romulus, bu yere bir sunak koyar ve ateşi yakar. Burası kentin ocağı olacaktır.
Şehir, tıpkı bir evin aile ocağının etrafında yükselişi gibi bu ocağın etrafında yükselecektir. Romulus bir sabanla kapalı alanı simgeleyen bir çizgi çizer. Bu işte de en küçük ayrıntılar bile bir ayinle değiştirilemez bir biçimde belirlenmiştir. Kurucu, bakırdan bir saban demiri kullanmalıdır, saban siyah bir boğa ile beyaz bir inek tarafından çekilir.
Romulus başı örtülü, rahip kostümleri içinde sabanı tutağından tutar ve ilahiler söyleyerek sürer. Arkadaşları dinsel bir sessizlik içinde onun arkasından gelirler. Saban toprağı yarıp kaldırdıkça yanlara kayan topraklar özenle alınarak kapalı alanın içine atılır, bu kutsal toprağın en ufak parçası bile dışarda kalmamalıdır.
Din tarafından çizilen bu kapalı alan çizgisine hiçbir biçimde dokunulamaz. Ne bir yabancının ne de bir yurttaşın bu çizginin üzerinden atlamaya hakkı yoktur. Bu saban çizgisinin üstünden geçmek dine aykırı bir harekettir; Roma geleneği, kurucunun kardeşinin bu kutsallığa karşı günah işlediğini ve bunu yaşamıyla ödediğini söyler.
Fakat şehre girilip çıkılabilmesi için çizginin birkaç yerinden kesilmesi gerekmektedir; Romulus bunun için birkaç yerde saban demirini kaldırır ve taşır; bırakılan bu aralıklara portae adı verilir, bunlar şehrin kapılarıdır.
Kutsal çizginin üstünden ya da biraz daha gerisinden surlar yükselir; bunlar da kutsaldır. Hiç kimse bu duvarlara dokunamaz, hatta yüksek din görevlilerinin izni olmadan onarım bile yapılamaz. Bu duvarların iki yanında birkaç adımlık bir alan dine ayrılmıştır, buraya pomerium denir. Bu bölgeden ne saban geçebilir ne de üzerine hiçbir yapı inşa edilebilir.
Kentin kuruluşunda dini ritüeller
Roma’nın kuruluş töreni, bir yığın eski tanıklığa güvenirsek işte böyle olmuş. Bu törene ait anıların bunları bize aktaran yazarlara kadar nasıl ulaşabildiği sorulacak olursa bu sorunun yanıtı, Roma’nın doğum günü olarak adlandırılan ve her yıl aynı günde yapılan kutlama törenleri yoluyla bu anının halkın belleğinde sürekli olarak yenilenmesidir denebilir. Bu bayram bütün ilkçağ boyunca kutlanmıştır. Romalılar hâlâ aynı tarihte (21 Nisan) bu yıldönümünü kutlarlar: İnsanlar nasıl da durmak bilmez değişimler içinde eski geleneklere bağlı kalıyor!
Antik dünyanın önemli merkezlerinden ve bugünkü Suriye toprakları üzerinde bulunan Palmira kentinin Romalılar tarafından inşa edilen tapınağı.
Bütün bu törenlerin ilk defa Romulus tarafından yaratıldığını varsaymak kuşkusuz pek de akla uygun bir düşünce değildir. Tersine, Roma’dan önce pek çok şehrin aynı biçimde kurulduğu kesindir. Varro, bu törenlerin Latium’da ve Etrurya’da yapıldığından söz eder.
Soylar adlı kitabını yazmak için bütün İtalyan halklarının yıllıklarını incelemiş olan Caton l’Ancien bunlara benzer törenlerin bütün şehir kurucuları tarafından yapıldığını öğretir. Etrüsklerin dinsel törenlerin usul ve sıralamasını anlatan (liturgique) kitapları vardır ve bu kitaplarda şehir kurma törenlerindeki ayinlerin nasıl yapılacağına dair bütün bilgiler bulunur.
Yunanlılar da İtalyanlar gibi şehrin yerinin tanrılar tarafından seçilmesi gerektiğine inanırlardı, tanrılar bu yeri esin yoluyla bildirirlerdi. Bunun için, Yunanlılar bir şehir kurmak istedikleri zaman gidip Delf kahinine akıl danışırlardı. Heredot, Spartalı Doriee‘nin tapınağa gitmeden ve yapılması zorunlu kılınmış törenlerin hiçbirini yapmadan bir şehir kurmayı göze almış olmasını bir günahkârlık ya da delilik işi olarak niteler, bundan dolayı dindar tarihçi, kurallara böyle karşı gelinerek kurulmuş bir şehrin ancak üç yıl ayakta kalabilmiş olmasına pek şaşmaz.
Tukidides, Sparta’nın kuruluş gününü anımsarken, dini şarkılardan ve kesilen kurbanlardan söz eder. Yine aynı tarihçi, bize Atinalıların özel bir ayin yaptıklarını ve hiçbir zaman bu ayini yerine getirmeden bir koloni kurmadıklarını söyler.
Aristofanes‘in bir komedisinde, benzer bir durumda yapılan bir törenin oldukça eksiksiz bir tablosu görülür. Şair, kuşlar şehrinin eğlendirici kuruluşunu betimlerken, kuşkusuz insan şehirlerinin kuruluşunda gözlemlenen alışkanlık ve gelenekleri düşünmüştür: Sahneye tanrılara yakararak ocağı yakan bir papaz, ilahiler söyleyen bir şair ve kehanetler savuran bir kahin bile koymuştur.
Yeni şehrin dini
Pausanias, Hadrianus zamanına yaklaşılırken Yunanistan’ı bir uçtan bir uca dolaşmıştır. Messenia‘ya geldiği zaman, karşılaştığı rahiplerden Messenia şehrinin nasıl kurulduğunu kendisine anlatmalarını istemiş, onların anlattıklarını da bize şöyle aktarmıştır: Şehrin kurulması olayı pek eski değildi; Epaminandos zamanında olmuştu. Bundan üç yüzyıl önce Messenialılar yurtlarından kovulmuşlardı ve o zamandan beri de başka Yunanlıların arasında dağılmış bir biçimde yaşıyorlardı; vatanları yoktu. fakat geleneklerini ve ulusal dinlerini sofuca bir özenle korumuşlardı.
Tebaililer, Sparta’nın başına bir düşman daha musallat etmek için onları Pelloponez’e geri götürmek istiyorlardı, fakat işin en zor kısmı Messenialiların buna karar vermelerini sağlamaktı. Böylece işi, boşinanları (usun almadığı şeylere inanış) olan adamlara düşen Epaminandos, bu halka eski yurtlarına döneceklerini müjdeleyen bir kehanetin ortalıkta dolaşıp kulaktan kulağa yayılmasını sağlamanın gerekliliğine inandırdı.
Birtakım mucizelerin ortaya çıkması, Messenialılar için işgal zamanında onları terk eden ulusal Tanrılarının tekrar onların lehine döndüklerinin bir kanıtıydı. Böylece bu çekingen halk, bir Tebai ordusunun arkasında Pelloponez’e geri dönmeye karar verdi. Fakat asıl sorun yeni şehrin nereye kurulacağının bilinebilmesiydi; ülkenin eski şehirlerine gidip yerleşmeyi düşlemek bile yersizdi: Bu şehirler işgalle kirlenmişlerdi. Şehrin nereye kurulacağını seçmek için Delf kahinine gidip akıl danışmak gibi sıradan bir kaynağa başvurmaları da olanaksızdı, çünkü Pythie, Sparta’nın bir parçasıydı.
Neyse ki tanrıların isteklerini bildirmek için başka yolları da vardı; Messenialı bir rahip, düşünde ulusunun tanrılarından birinin kendisine göründüğünü ve şehrin İthome tepesine kurulacağını söylediğini bildirdi. Tanrı halkın kendisini oraya kadar izlemesini istiyordu. Yeni kurulacak şehrin yeri böylece belirlendikten sonra da ortaya hangi ayinlerin yapılacağı sorunu çıkıvermişti.
Messenialılar bu ayinleri çoktan unutmuşlardı; üstelik ne Tebaililerin ne de başkalarının ayinlerini kendilerininmiş gibi kabul edip uygulayamazlardı; hem bir şehrin nasıl kurulacağından bile haberleri yoktu. Bu kez de tam zamanında başka bir Messenialıya bir düş vasıl oldu: Tanrılar bu adama İthome tepesine gitmesini, bir mersinin yanındaki bir porsuk ağacını aramasını ve bu ağacın altındaki toprağı kazmasını söylemişlerdi.
Messenialı, denileni yaptı ve bu porsukağacının altını kazdığında bir eski kavanoz buldu. Bu kavanozun içinde kalaydan yapılmış levhalar vardı, bunların üzerine kutsal törenin bütün ayinleri eksiksiz olarak kazınmıştı. Rahipler hemen bu levhalardan bir kopya çıkarıp kitaplarına geçirdiler. Bir yandan da bu levhaların buraya işgalden önce Messeniali eski bir kral tarafından konulmuş olabileceğini düşündüler.
Ayinin nasıl yapılacağı öğrenilir öğrenilmez, şehrin kuruluşu başladı. İlkin rahipler bir kurban sundular: Messenia’nın eski tanrıları, Dioscures’ler. Ithome’un Jüpiter’i, eski kahramanların, tanınan ve saygı duyulan ataların ve dedelerin ruhları yardıma çağırıldı.
Bu eski insanların inanışları uyarınca tüm bu koruyucular, ülke düşman boyunduruğuna girdiği gün kuşkusuz terk etmişlerdi burayı; bu koruyucu ruhların dönmesi için yakarıldı. Bu ruhları, yeni kurulacak şehirde yurttaşlarla birlikte kalmaya razı edebilmek için, etkili kutsal sözler söylendi. Önemli olan tanrıları kendileriyle birlikte tutabilmekti: bu iş, insanların görev bildikleri en önemli işti; bu açıdan dinsel törenin başka bir amacının olmadığına inanılabilir.
Romulus’un arkadaşlarının bir çukur kazıp içine atalarının kutsal ruhlarını kapattıklarına inanmalarıyla Epaminandos’un çağdaşlarının kahramanlarının, kutsal atalarının ruhlarıyla, ulusal tanrılarını çağırmaları arasında pek bir fark yoktur.
Hiçbir şehir doğuşuna damgasını vuran kutsal törenin anısını yitirmez
Messenialılar da kutsal sözler ve ayinler sayesinde bu ruhlan yerleşecekleri toprakla bağlayacaklarına, onları çizecekleri alan içine kapatacaklarına inanırlar. Şöyle derler bu ruhlara: “Bizimle gelin, ey ilahi varlıklar! Bizimle birlikte oturun bu şehirde.” İlk gün kurbanlar ve dualarla geçmiştir. Ertesi gün kapalı alan çizilerek belirlenir, bu sırada halk ilahiler söyler.
Eski yazarlarda, aradan ne kadar çok zaman geçmiş olursa olsun, kurucusunun adını ve kuruluş tarihini kesin olarak bildiğini öne sürmeyen bir şehire rastlamamış olmak, ilk başta insanı şaşkınlığa sürükler. Hiçbir şehir doğuşuna damgasını vuran kutsal törenin anısını yitirmez; çünkü her yıl bu törenin yıldönümünü bir kurban sunarak anar. Atina da Roma gibi doğum gününü kutlar.
Bazı subayların ve fetih askerlerinin önceden kurulmuş bir şehire yerleşmeleri sık sık görülen bir şeydir: Bunların yeniden evler inşa etmelerine gerek yoktu, zira yenik düşmüş olan şehir halkının evlerine girip oturmamaları için hiçbir neden yoktu. Fakat ilkin kuruluş töreni yerine getirilmeliydi, yani kendi ocaklarını kurmalı, ulusal tanrılarını yeni oturma yerlerine bağlamalıydılar. İşte bunun için Tukidides ve Herodot‘ta Dorların Sparta’yı, İyonyalıların Milet’i kurduğunu okuruz, oysa ki bu iki halk da şehirleri kurulmuş, hatta kurulmalarının üzerinden çok zaman geçmiş olarak buldular.
Bu yerleşmeler bize eski insanların şehir kavramını açıkça göstermektedir. Kutsal, etrafı çevrilmiş bir kapalı alanın içinde, bir sunağın etrafında yükselen şehir, tanrıları ve şehrin insanlarını barındıran dinsel bir evdir. Tite-Live, Roma için, “Bu şehirde dinle dolu olmayan, tanrılar tarafından işgal edilmemiş tek bir yer bile yoktur… Tanrılar bu şehirde oturur” der.
Tite-Live’in Roma için söylediğini, bütün insanlar kendi şehirleri için öne sürebilirler; çünkü eğer bu şehir dinsel kurallara uygun olarak kurulmuşsa, kapalı alanının içine mutlaka toprağa ekilmiş ve bu toprağı hiçbir zaman terk edemeyecek bitkileri andıran koruyucu tanrılanı da almıştır. Bütün şehirler bir tapınaktır; hepsi kutsaldır.
Tanrılar sonsuza kadar şehre bağlı kaldıklarından, halk da tanrılarının bulunduğu yeri terk edemez. Bu açıdan karşılıklı bir anlaşma, bir tür kontrat vardır tanrılarla insanlar arasında. Pleblerin temsilcileri, Galyalılar tarafından yakılıp yıkılan Roma’nın artık bir harabeden başka bir şey olmadığını, yapılacak en akıllıca işin, buradan beş yerleşme merkezi ötede bulunan, büyük ve güzel bir şehir olan, üstelik Romalıların fetihlerinden sonra terk edilmiş olan Veii şehrine göçmek olduğunu söylerler. Fakat dindar Camille onlara karşı çıkar: Şehrimiz dinsel bir biçimde kurulmuştur. Burayı tanrılar seçmiş, burada babalarımızla birlikte oturmuşlardır. Ne kadar harap olmuş olursa olsun, burası hâlâ ulusal tanrılarımızın oturdukları yerdir. Böylece Romalılar Roma’da kalırlar.
Tanrıların kurdukları ve varlıklarıyla doldurmayı sürdürdükleri bu şehirlere doğal bir biçimde eklemlenmiş olan kutsal ve tanrısal bir şeyler vardır. Roma geleneklerinin, Roma’ ya sonsuzluk vaat ettiklerini biliyoruz. Her şehrin benzer söylenceleri vardır. Bütün şehirler kalıcı olmak için kurulurlar.
Çeviren: Zeynep Küpüşoğlu