Share This Article
Daha eski tarih katlarını bir yana bırakırsak neredeyse üç yüz yıldır düşüncenin ürettiği her şeyi ithal ediyoruz. Göçerlikten çıkma sürecinde her şeyi yerleşmiş’ten öğrenmek gerekir. Göçer ekip biçmesini ve ev yapmayı oturmuş’tan öğrenir. Ne var ki Osmanlı dünya imparatorluğu 18. yüzyıla geldiği zaman Türklerin Anadolu’da yerleşik düzene geçmeye başlamaları üzerinden 700 yıl geçmişti. Ve imparatorluk halklarının büyük bir bölümü Türklerden önce de yerleşik toplumlardı.
Kentlerin ve yapılaşmanın bugünkü durumuna bakıp Türklerin hâlâ göçer oldukları için bu işlerin başımıza geldiğini söylemek, hemen her zaman ve sınıftan insanın yinelediği, fakat tutarsız bir hikâyedir. Başka bir deyişle kentlerimizin halini göçerliğe bağlamak mantıklı bir yargı değildir. Buna karşın ortaçağa kadar göçer kalmanın başka bir özelliğini vurgulamak Türkiye’deki bazı gelişemeyen olguları anlamak için önem taşıyor.
Göçerin yerleşmesi, alıcı bir kültür sürecini başlatıyor. Yerleşik yaşamın kurallarını eskiden beri deneyimi olanlardan öğreniyor göçer: Dini alıyor, tarımı, yapıyı, yerleşenin gözlem yapmasını alıyor ve zaman içinde özümsüyor bunları. Fakat kanımca kültürel gelişmesinin belki de en az değişen bir özelliği, yenilikleri dışarıdan ithal etmesi oluyor. Bu Türk kültüründe sentez olmadığı anlamına gelmiyor.
Bugün kent bağlamında dile getirilen her kavram ithal bir kavramdır
Özgünlüğün yaratıldığı dönemler ve yaşam alanları var. Osmanlı tarihinde en başta devletin yapısı kendine özgü. Sonra özgün bir mimari, İslami parametrelere bağlı kalsa da özgün bir kent dokusu, özellikle nefis bir konut mimarisi var. Osmanlı toplumu kendi özgün çevresini yaratmış. Fakat bazı sanat alanlarındaki özgün diyebileceğimiz gelişmelere karşın, edebiyat, bilim, dini düşünce alanlarında dünya kültür tarihine katkısı olan bir şey bulmak samanlıkta iğne aramaya benziyor. Kuşkusuz böyle yargılar insanları rahatsız ediyor ve şoven hücumlara hedef oluyor. Fakat bu durumu kabullenip nedenini aramadıkça daha iyi olması da beklenemez.
18. yüzyılda her şeyi Avrupa’dan almaya başladığımız zaman yerleşmiş bir toplumduk. Avrupa’da 400 yıl yaşamış bir toplumduk. Ve hiç olmazsa on bir yüzyıllık bir İslam kültür mirasına da sahiptik. Oysa bugün kent bağlamında uzman ve düşünenler katında dile getirilen her kavram ithal bir kavramdır. Biz Türk ya da İslam kentini de batılı kavramlarla anlatıyoruz. Burada İslam ve Osmanlı kültür tarihinin büyük bir zavallılığına tanık oluyoruz.
18. yüzyıla kadar, 1100 yıl boyunca ne Müslümanlar ne de 700 yıl boyunca Türkler kentin fiziksel boyutları bağlamında önemli bir söylem geliştirmemişler. Özgün kentleri var, anıtsal mimarlık ürünleri var, yaşanabilir bir konut geleneği yaratılmış. Fiziksel çevre bağlamında bugün bile övünülecek uygarlık ürünleri yarattıkları ne kadar gerçekse, bu bağlamda söylem yokluğu da yadsınamayacak bir gerçek.
Bu yokluk bilimsel düşüncenin gelişmemesine paralel bir olgu. Dünyaya nesnel bakış boyutu İslam kültüründe kadük kalmış. Ortaçağdan öteye de tümden yok olmuş. Kuşkusuz bu kısırlıkları açıklamak için kısa bir tanımla yetinmek doğru değil. Bu konuda ciltlerle kitap yazılabilir. Fakat bu makalenin sınırları içinde bu yargıyla yetineceğim.
***
300 yıldır eşya, düşünce, kavram, yöntem örgütlenme modeli ve söylem ithal ediyoruz. Bu durumun sorunlarımızı çözmekte bir engel oluşturduğunu kuşkusuz çok insan görüyor. Avrupa tarihinin gelişmesi içinde ortaya çıkmış kavramlar, özellikle fiziksel çevre ile ilişkili olanlar, oradaki fiziksel çevrenin tarihsel gelişmesi ve güncel boyutları içinde ortaya çıkmıştır.
Bu kavramlar bizim kültür alanımızda oluşan fiziksel olgularla tam örtüşmüyor. Bizim “şehir”lerimizin, “medina”larımızın ville, cittá, stadt, city, ciudad denen Avrupa kentleriyle bazı farkları vardı. Biz bu küçük gibi gözüken farklılıkları göz ardı ederek ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle de son yirmi yılda gerçekleşen bir batıyla benzeşim süreci içinde, ortaya çıkan biçimlerin etkisinde kalarak, çağdaş kentlerimizden söz ettiğimizde, onların hiçbir zaman ulaşmadıkları yabancı standartlar ve imgelere dayanarak konuşuyor ve değerlendirmeler yapıyoruz.
Yakınma söylemi dışında, kendimize özgü bir fiziksel çevre, kent ve mimari söylem üretemedik. Bugün profesyoneller arasındaki mimari söylemi piyasaya ilk ambalajlı yiyecekler geldiği zaman mahalle bakkalının raflarında diğer mallarla karşıtlaşan görüntüye benzetiyorum. Türkiye’nin gecekondu dünyasında değil postmodernist, hatta modernist mimarlık söylemleri, eski bakkal dükkânındaki gazoz ve bisküviler gibi. Bu yargıya karşı büyük bir tepki olacağını da biliyorum.
Ne var ki kendim de bu tür gazoz söylemini çok erkenden yapanlardan biriyim.
Kent bağlamında bir ortak söylemin gelişmesi gerek
Batılı söylemi aynen alıp kullanma bir aydınlanma yöntemidir. Fakat bu, aradan üç yüz yıl geçtikten sonra hâlâ tek söylem modeli olur ve kendi ortamımıza özgü bir söyleme dönüşmezse, hâlâ göçer gibi oturduğumuzu söyleyemesek bile, hâlâ göçer gibi düşündüğümüzü söyleyebiliriz. Her alanda karşılaştığımız güçlüklerin temel nedeni bu tutum olabilir.
Türkiye’de kentsel sorunlar üzerinde düşünmek kentte yaşayanlar üzerin de düşünmekle başlamalı. Bunun da amacı halkı söylemimize katmak olmalı. Kuşkusuz her zaman bir profesyonel söylem, bir üst kültür söylemi olacaktır. Fakat kent bağlamında bir ortak söylemin gelişmesi gerekir. Ve bu sadece arsa alıp vermek, inşaat yapmak gibi olguların dışında gelişmelidir.
Kanımca bu demokratik katılım kavramının kent bağlamında gelişmesi açısından da bir zorunluluktur. Sivil toplum örgütlerinin okuması, yazması kıt olanlar arasında örgütlenmesini sağlayacak olan şey böyle bir söylemin yaratılmasından geçer. Geçmişte söz konusu olmayan bir boyutta yoğunlaşan kentsel yaşam, bu aşamayı gerektiriyor.
Halk kent konusunda kolay anlaşılan kavramları öğrenmeli, söylemde bütün toplum birleşebilmelidir. Bu söylemi ortaya koyup anlaşılabilir bir üslupla topluma ulaşmak birçok engelleri aşmanın aracı olabilir. İstanbul’la ilgili düşüncelerimi dile getirmem istenince, eğitimimle edindiğim kavramların baskısından kurtulmak için halktan biri ile konuşarak akademik söylemin, halk katıyla iletişim olanağını görmek istedim.
***
(X) çalışan bir kadın. Annesi ve babası köylü. Babası önce gezici kuran kursu hatibi, sonra market sahibi. Annesi ise hastabakıcı. Babası annesi çok genç yaşta iken ölmüş. (X) İstanbul’da doğmuş, yarım yüzyıla yakın İstanbullu. 6. sınıfa kadar okumuş, 12 yaşından sonra çalışmış, 17 yaşında yine köy kökenli İstanbullu biriyle evlenmiş. Kocası önce şoför, sonra gümrük memuru.
Üç kız büyütmüş bir kadın. Kızları üniversiteye gitmişler, en küçüğü üniversite sınavlarına hazırlanıyor. Üsküdar’da oturuyor. (X)’e fiziksel çevreyi, kendi evinden başlayarak ne kadar ve ne nitelikte anladığını öğrenmek için sorular soruyorum. Sosyal bilimler konusunda özel olarak eğitilmemiş biri olarak buradaki sorgulamaya temel olan yöntem, basit ve ampirik. 1950’li yıllarda İtalya’da Danilo Dolci’nin köylülerle konuşmalarını okumuş ve çok etkilenmiştim, O zamandan bu yana –yöntemini iyi kurgulayarak – halkla konuşmanın aydınlatıcı ve bizleri frenleyici niteliğine inanıyorum.
İlkokulu bitirmiş, okuma yazması oldukça iyi, İstanbul’da yaşamış, çevresine karşı uyanık, evde kapalı kalmamış orta yaşlı bir İstanbullu kadının anlayacağı sözcüklerle mimari ve kente ilişkin basit sorular sordum. Kentin bugünkü ve yarınki biçimini yönlendireceğini düşündüğümüz olgular ve yöntemler hakkında, halk katındaki bilginin niteliğini saptamak amacını taşıyan basit bir sorgulama:
Evini anlatmasını istedim: Oda sayısını, koridoru, servisleri ve balkon gibi öğeleri saydı. Hatta bunları kabaca çizdi. Maddi nedenlerle evinin bakımsız olduğunu söyledi. Fakat evi bir köşe bloğu olduğu için iyi aydınlanıyor ve güneş görüyordu. Apartmanın dış görüntüsünü, (güzel, iyi, sıradan, çirkin terimleri arasında) iyi olarak niteledi.
Evinin çevresi hakkında ne düşündüğünü sordum (çevreyi evin önü, sokağı, diğer yapılar olarak tanımladım). Çevrenin fiziksel görüntüsü onun için yeterliydi. Hatta onları güzel buluyordu. Sokağı temizdi. Yol asfalttı. Çöpü alınıyordu. Mahalle halkından ve komşulardan memnundu. Ve burada yaşamağa devam etmek istiyordu. Kısaca kent içinde yerleştiği niş ve onun kentteki konumu üzerindeki düşüncesi olumluydu. (Bu mahalle Çinili Cami çevresinde 1960-70’lerde oluşan sıra apartmanlarla oluşmuştur).
Yaşadığın yeri ne kadar biliyorsun?
Çevredeki yapıları sordum. Hemen aklına gelen iki yapı vardı. Kartal Baba Mescidi ve Türbesi ile Ömer Baba Türbesi. Kartal Baba Türbesi bahçe içinde tahta (ahşap yerine tahta diyordu) bir evdi (eski bir tekkeye ait bir ev kalıntısı olmalı). Bahçede başka mezarlar da vardı. Bir de mescit vardı. Ve mescidin altındaki camekânda evliyalara ait dört sanduka teşhir ediliyordu. Her evden çıkışında bunların önünden geçiyordu. Ve her seferinde karşılarından geçerken “üç İhlas ve bir Fatiha okuyarak” erenlerin Allah katında kendisine şifacı olmaları için dua ediyordu.
(X)’e Üsküdar Meydanı’nı, oradaki önemli yapıları anlatabilir misin, diye sordum. Oraya gitmeden önce, önünden geçtiği için Çinili Hamam ve Çinili Cami’yi söyledi. Sonra Yaldızlı Tekke Mescidi’nden söz etti. Aziz Mahmut Hüdai Türbesi’ni de biliyordu. Babası Kuran hocası olduğu için, onları küçükken denize sokmak için Salacak’a götürürken, bütün bu aziz türbelerini öğretmişti. Fakat Üsküdar Meydanı’ndaki büyük camilerin hiçbirinin adını bilmiyordu. Biçimlerini hiç hatırlamıyordu. Sadece büyük yapısal varlıklar olduklarını söyleyebiliyordu.
Üsküdar çevresinde Selimiye Kışlası’nı, Haydarpaşa Okulu’nu, Numune Hastanesi’ni, Burhan Felek Spor Salonu’nu, Capitol ve Carrefour gibi büyük mağazaları biliyordu. Tanıdığı ve içine girdiği yapıları az da olsa tanımlıya biliyordu. Kuşkusuz bu tanımların mimari sözlükle bir ilgisi yoktu. İlgisini çeken, beğendiği herhangi bir yeni yapının adını söyleyemiyordu. Tanıdıkları şu ya da bu şekilde kullandıklarıydı.
(X)’e kendimce en önemli gördüğüm soruyu yönelttim: İstanbul’u biliyor muydu? Önemli bir yapısını hatırlıyor muydu? Buna verdiği yanıt en şaşırtıcı olanı idi: İstanbul’da bir kez Sultanahmet’e gitmişti. Oradaki hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Kapalıçarşı’ya bir ya da iki kez gitmişti. İki kez Beyoğlu’na, kızlarıyla gitmişti. Fakat orayla ilgili fazla bir şey hatırlamıyordu. Son yıla kadar Boğaziçi’ni hiç görmemişti. Şimdi orada çalıştığı için oraya giden otobüsü ve otobüsten görünen bazı yerleri öğreniyordu. Kızlarından birinin arkadaşı Ortaköy’de oturduğu için orada deniz kenarında bir kez kahve içmişti.
Kentin bütün sorunları, sadece kendinin sorunlarına indirgenmiş
(X) 12 yaşında çalışmağa başlamış İstanbul doğumlu kadındı. Fakat kent olarak bildiği kendi sokağı, gidip geldiği yollar ve binalardı. Bunlar hakkında hiçbir kritik düşüncesi yoktu. Yaşamak için gerekli parayı kazandığı anda hayatından, kentinden, belediyeden ve devletten memnun olacaktı. Kentin çirkinliği ve güzelliği diye bir sorunu da yoktu. İstanbul’a ilişkin endişelerimiz (X) için mevcut değildi.
Bu İstanbullu kadının algıladığı kent ve mimari ile bizim tartıştığımız kent ve mimari arasında bir ilişki olması gerek. Aynı şeylerden söz ediyoruz. Ve Türkçe konuşuyoruz. Gerçi bilgi ile söylem arasındaki doğrudan ilişkinin, alt kültür, üst kültür, profesyonel kültür katlarında farklı olması da doğal. Yine de bu kadının duyarlılıkları ve bilgisi ile İstanbul’un bugünkü durumu arasında da bir ilişki olması gerek.
Fakat görüldüğü kadar kent bir sorun olarak onda henüz var olmamış. Kentin bütün sorunları, sadece kendinin sorunlarına indirgenmiş. Biz bütün bilgi ve etkinliklerimize karşın kentin şekillenmesinde bu kadının temsil ettiği halk kadar etkili miyiz? Bu soruna yanıt aramak için son günlerde yaptığım bir Avrupa gezisine ilişkin birkaç gözlemi dile getireceğim:
Nihat Güner 49 yaşında. Edirne-Havsalı. 1973’ten beri İstanbul’da işportacılık yapıyor. İşportacılıkta mobilize olacaksın. Bir dükkân açacak gücün yoksa, üç tekerlekli bir arabayla düşersin sokaklara. Zabıtası, polisi, mafyası ensene çöker. Biz bütün yollardan geçtik. Sonunda TIR’dan satışı akıl ettim. Ondan evvel hurda bir vosvos almıştım. Onunla Sarıyer’den Beşiktaş’a kadar sahillerde kebap, sucuk, tükürük köfte, tavuk yaptım. Bir Amerikan filminde görmüştüm, çölün ortasında adamlar TIR’da sosis satıyorlardı. Neden olmasın dedim.
TIR’ı nasıl edindiniz?
Dolapdere’deki Bilgi Üniversitesi’nin kampusunu keşfedince işi büyüttüm. Hiç yoktan bizi TIR sahibi yaptılar. Bir hurdayı alıp adam ettim. Gençler çok yiyor. Her ders arası bir dürüm götüreni var. Para da var çocuklarda. Sonra şubeler açtım. Taksim’de Beşiktaş’ta. Eylül 2002’den beri sokak fast food’una bir yenilik getirdik yani. Şimdi bizim açtığımız yoldan gelen başkaları da TIR’la aynı işi yapıyor. Büyükdere’de ResTIRant, Küçükçekmece’de DürümTIR, Bahçelievler’de Dürüm Days var. Ankara’da Dürüm Truck, Adana’da da Dürüm TIR varmış.
Müşterileri nasıl bağlıyorsunuz?
Duygusal sebeplerle (eliyle para işareti yapıyor). Beş milyonu bastıran tıka basa doyuyor. Adam Layladan, tayladan çıkmış, yüz, yüz elli milyon hesap vermiş doymamış. Sabaha karşı gelip karnını bizde doyuruyor. Hem de oralarda dağıttığı bahşiş parasına. Sonra bizde her şey müşterinin gözü önünde oluyor; sıcacık, taze. Bir de şöylesi var; “Gel ocak başına gidelim” desen, sosyetesine uygun görmüyor, maço buluyor gitmiyor da bize gelebiliyor. Böyle ayaküstü, değişik bir ortam falan, Amerikanvari buluyorlar.
Büyümenin işaretleri de görülmüyordu
Trenle Madrid’den ayrılırken kentin dış mahallelerindeki yapıların merkezdeki mahallelerden pek farklı olmadıklarına ve iyi inşa edildiklerine dikkat ettim. Kent sınırında düzgün planlanmış yollar içinde düzenli bir mimari vardı. Madrid’de gecekondu yoktu. Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen apartman dizileri de yoktu.
Sınırsız bir büyümenin işaretleri de görülmüyordu. Yarım kalmış, kaldırımsız, kaplamasız yollar, inşaat ve toprak yığınları da görmedim. Barselona ve Toledo’da da görmedim. Genelde Avrupa kentlerinde bizim kentlerimizin hemen tümünde görülen yozlaşma halkaları görülmüyordu. Orada kent belediyeleri kentin dışına da içi kadar egemendiler. Düzen ve temizlik belirgindi. Madrid bakımlı bir bahçeydi. Doğaya terk edilmemişti. Doğaya terk edilmişlikle, gelişmemiş davranışlara terk edilmişlik arasında çok fark olmadığını vurgulamak gerek.
Yetişmiş bir mimarın duyarlığını rahatsız eden bir başka olgu daha var. Türkiye’deki alışkanlıkla kent içindeki yapılar arasında çirkin olanları aradım. Çirkin yapı yoktu. Kuşkusuz sıradan tasarımlar vardı. Fakat çirkin yoktu. Her şey, mimarın yeteneğine göre, doğru tasarlanmış, iyi inşa edilmiş ve bitirilmişti. Her yapı toplumun çevreye gösterdiği özene yanıt veren bir dikkatle inşa edilmişti. Kişinin topluma ve toplumun kişiye gösterdiği karşılıklı saygı toplum örgütlenmesi ve kültürünün bir göstergesiydi.
Türkiye’de biz sıradan ve çirkin olmayan bir yapı görebilmekte zorluk çekiyoruz. Gerçi bu gözlem ikinci bölümde düşüncelerini sorduğum İstanbullu kadının düşüncelerine uymuyor. O çevresindeki yapıları beğeniyordu. İstanbul’dan memnundu. Belediyeden de şikayetçi değildi. Kent idaresi ile belediye uyum içinde yaşıyordu. İstanbul Belediyesi de onun için çalışıyordu. Yani halk için, halkın algılayabileceği düzeyde çalışıyor ve oy’unu da, sırası gelince alıyordu.
Avrupada gördüğümüz ve bizi bir İstanbullu, bir Türk olarak huzursuz eden şey, Avrupa toplumunun sahip olduğu çevre, kent ve yapı bilinci, estetik duyarlık ve bunları gerçekleştiren örgütlenmedir. Geçenlerde bir toplantıda benzer konulardan söz edilirken dışarıda eğitim görmüş bir mühendis yerinde duramadı: Duyarsızlık, örgütsüzlük, çirkinlik ve bunlar üzerine kurulu spekülasyon ve bu bozuklukları açıklamağa çalışan sözde yanıtlar ne- deniyle toplumu suçladı ve işi yurdu terk etme gerekliliğine kadar getirdi. Gerçekten büyük bir rahatsızlık duyuyordu.
İki farklı duyarlığı tek bir noktaya doğru odaklamak
İstanbullu kadınla onun birkaç mahalle ötesinde oturan bu İstanbullu mühendis arasındaki düşünce ve duyarlılık uçurumunun, birisinin yarım yüzyılda kentlileşememesi, diğerinin ise bu kentlileşememeye alışamamasından kaynaklandığını söylemekle yetinirsek İstanbul sorununa bir yanıt getiremeyeceğimizi düşünüyorum.
Bu iki farklı duyarlığı tek bir noktaya doğru odaklamak, bir toplum kesiminin çirkin, pis, sağlıksız, düzensiz, bilgisizce, ahmakça bulduğu şeyleri diğerinin de benzer şekilde algılamasını sağlamak için özel bir çaba gerek. ‘Aydınlanma’ gerçeğin tanımında birleşmek olmalı Aslında aynı halk kesimi ile konuştuğunuz zaman, yapı tasarımının estetik boyutu bir kenara bırakılırsa, kentteki düzensizlikleri algılamadıkları söylenemez.
Konuşurken bunların farkına vardıklarını ve size yakın düşündüklerini, fakat bundan büyük bir rahatsızlık duymadıklarını, bunu olağan olarak kabul ettiklerini anlıyorsunuz. Çünkü bundan daha düzensiz çevre ve daha kötü koşullardan gelmektedirler, İstanbullu kadın, ara sıra köyüne gidiyordu. Oradaki değişme de köklüydü. Ve o değişimin niteliğini biliyordu.
***
Köyünden gelip apartmanlar arasında bir gecekonduda oturan yeni kentli yaşamından memnundur. Rahatsızlığı evinin konforundan ya da çevresinin pisliğinden ya da yolunun yetersizliğinden kaynaklanmaz. Bunlar sonu açık sorunlardır. Özellikle kadere inanan ve sabırlı bir toplumun insanları için, giderek daha iyi olma olanakları vardır.
Gecekondu da oturan insanların bitmemiş kâgir ve beton evlere gıpta ile baktıklarını düşünmek gerekir. Çünkü içinde bulundukları durumdan sonraki aşama odur. Onlar oraya varmak için gerekli yasadışı yolları da iyi bilmektedirler. Yolun, suyun, elektriğin, çöpün, bitmemiş kaldırımların, kapanmamış çukurların kendi evlerinden başlayan bir süreç olduğunu biliyorlar.
Bir bölümü kaldırımları yapan, çukurları açan, elektriği kaçak alan, lağımlarını açık kanallara bağlayan insanlardır. Otomobillerin, kendi bahçelerine –eğer varsa – girmedikçe, nereye park ettiği, ona sahip olmayanlar için önemli değildir. Arabaları olanlar için önemli olan ise, arabayı mümkün olan her boşluğa yerleştirmekten ibarettir.
Bu temel işlevsel yaklaşım, toplumun çok okumuş en üst düzeyindeki bir azınlık dışında, hiç kimse için, sürekli şikâyet konusu olan bir kentsel sorun değildir. Bu tür gözlemleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Halkın büyük çoğunluğunu çöp, kaldırımsızlık ve ağaçların kesilmesi rahatsız etmiyor. Yolun yayaya ve araca ayrı ayrı tahsis edilmesi gibi bir olgunun farkındadırlar.
Fakat bunun kentsel yaşam düzeninin göstergesi olduğu şeklinde bir bilinçli ayrım yapmıyorlar. Çöpü de zaten kendileri atıyorlar ortalığa. Ve onlara ağaç kesmenin, bir kentli için önemli bir çevre suçu oluşturduğu şeklindeki söylem ve propaganda henüz erişmemiştir. Eğer belediye bir ağaç kesiyorsa onu sorgulayacak bir ortak kent ortamı düşüncesine ulaşmamışlardır.
***
Bu henüz oluşmamış ve paylaşılmamış kent bilinci ve kültürü ortamında Türkiye’de insan yapısı çevre birbirleriyle ilişkisi olmayan iki söylemin konusu olmaktadır. Mimar sayısının çokluğu karşısında ihmal edilecek kadar az sayıda mimarın gerçekleştirdiği, estetik endişesi olan, hatta bazen evrensel mimari kuramlara gönderme de yapan bazı yapılar üretiliyor. Fakat bunlar, bugün moda olan deyimiyle, butik için yapıtlardır.
Gerçi dünyanın önemli yapılarının hep butik için yapıt olduğu söylenebilir. Ne var ki kentin mimari ortamının oluşması için önemli olan kentin sokaklarının duvarlarını oluşturan yüz binlerce yapıdır. Butik için yapı bir üst kültür söylemi, bir azınlık yapısıdır. Kuramsal ve estetik mesajı önemli olabilir. Fakat sosyal mesajı sınırlıdır. Formula Bir otomobil yarışmasına, ya da Wimbledon Tenis Şampiyonası’na katılmak için hazırlanmıştır.
Toplumun büyük bir kesiminin sahip çıktığı bir olgu değildir. Toplumun büyük kesimi dergilere konu olan mimariden haberi olmadan yaşıyor. Kuşkusuz bu sınır kesin değildir. Bilboa’da Gehry, kentle iş birliği yaparak bir turizm heykeli dikmiştir. Fakat halkın böyle bir yapıta sahip çıkması, ancak mimari ve kent boyutları dışında, spesifik bir sosyo-kültürel ortamda söz konusu olabilir.
Halkın büyük bölümünü de katabileceğimiz bir söylem yaratmak gerek
Ona karşın, Sabancı gökdeleni, ya da bir turistik “compound” içinde güzel bir konut, halkın yapı söyleminin konusunu oluşturmaz. Bunların varlığı milyonluk kentlerin kent ve yapı sorununa hiçbir yanıt getirmiyor. Bunları yapan mimarlara ün ve para getiriyor, meslektaşları arasında statü kazandırıyor. Ama çevre bunlardan dolayı farkına varılabilir bir oranda değişmiyor. Duyarlığı az toplum katlarında ise, kent yaşamına farkına varılır büyüklükte bir kalite de katmıyorlar.
Burada dile getirilen gözlemlere konu olan durum sade Türkiye’ye özgü değildir. Dünyanın her yerinde akademilerde ve mimari dergilerdeki mimari söylem, yaşanan çevreyi değil, mimarların küçük kulüplerini yansıtır. Fakat daha gelişmiş ülkelerde, mimarinin kalitesi ile kent arasında daha organik, daha yakın ilişki vardır.
Kent halkı, belediyeler, idareler çevreye ve mimariye karşı daha bilinçli ve duyarlıdırlar. Dolayısıyla güzel bir yapı, hele kentsel bağlamda bir programın parçası olarak tasarlanmışsa, kent halkının da sahip çıktığı bir değer olabilir. Ama elli yıl Üsküdar’da yaşayıp Üsküdar Meydanı’ndaki bir on altıncı yüzyıl camisinin adını bilmeyen bir kentlinin mimarlık söyleminin ne doğrudan ne de dolaylı dinleyicisi olabileceğini düşünmek olanaksızdır.
Bu düşünceler hiçbir mimari anlayışı olumsuz eleştiri hedefi yapmayı amaçlamıyor. Vurgulamak istediğim Türkiye’deki kentsel gelişmenin doğasına bağlı olarak, fiziksel çevre söyleminin kent ağırlıklı olması gerekliliğidir. Mimarinin kalitesinden çok kentin kalitesi üzerinde, halkın büyük bölümünü de katabileceğimiz bir söylem yaratmak gerektiği kanısındayım.
Halkın sahip olacağı değerlerin yaratılması için, kişiden öteye geçmek gerek
Bu tutum, mimarların kişisel performansları ve onun kendine özgü eleştiri ortamını ve söyleminin varlığına engel olmaz. Mimari, sanat olarak varoldukça sanatçının özgürlüğü de olacaktır. Müşterileri de olacaktır. Fakat Türkiye gibi ülkelerde, kentlere doluşan kentlileşememiş halkın yarattığı kaotik yerleşmelerin yaşanabilir olması kentsel boyutta düşünce üretilmesini gerektiriyor. Böyle bir isteğin toplumun tümel eğitiminden geçtiği söylenecektir. Bu doğru. Fakat böyle bir yaygın eğitime kenarda köşede birkaç güzel bina yaparak varılamaz.
Toplumun görsel eğitimi çoğunluğu çirkin yapılardan oluşan bir çevrede gerçekleşiyorsa, bu oluşumun bütününe ilişkin ve halkın anlayacağı bir söylemin yaratılmasına çalışmak daha doğru gibi gözüküyor. Böyle bir çaba, giderek, daha büyük bir mimar grubuna kentin şekillenmesinde daha fazla rol alma şansı yaratabilir.
Bu bağlamda belediyelerin ve devlet kurumlarının kentlerin biçimsel ve yapısal sorunlarını, vaktiyle olduğu gibi, mimarlar arasında yarışma platformuna taşıması halkın kente karşı duyarlığının artmasına da yardım edebilir. Ünlü mimarların projelerine tahsis edilmiş dergiler, büyük firmaların reklamlarıyla birlikte, garip bir zevk parselasyonunu teşvik ediyorlar. Halkın sahip olacağı değerlerin yaratılması için, kişiden öteye geçmek gerek. İstanbul gibi kentlerde böyle bir eğilimin mimari söyleme yansıması arzu edilir bir akım olurdu.
Alexander Herzen vaktiyle Avrupalılara, “Biz doktor değiliz, biz hastalığız” demiş. Her şeyi dışarıdan ithal edip, kendimize göre bir şey üretmediğimiz zaman doktor muyuz, hastalığın kendisi miyiz, diye sormamız gerekebilir.
Kaynak: Bu yazı ilk kez Cagito’nun 35. sayısında yayımlanmıştır.