Share This Article
Ece Ayhan, Cemal Süreya
Şairler, şehirlerle gizli bir aşk yaşarlar, bazen fark edilen… Sirkeci’yi başkent ilan eden Ece Ayhan ile İstanbul’un köprülerini diyalektik, minarelerini lirik bulan Cemal Süreya karşılıklı konuştular.
CEMAL SÜREYA – Biliyor musun, ilkokulda ben adımdan, soyadımdan, okulumdan, mahallemizin adından, sokağımızın adından utanırdım. Düşün: Adım Cemalettin, soyadım Seber (ki anlamı yok, herkes yanlış anlıyor); Pürtelaş Mahallesinde oturuyoruz, sokağımızın adı da: Tavukuçmaz… Okulum da ahşap bir yapı; A, B, C, diye şubeleri olmayan çok küçük bir okul. Pürtelaş‘ın anlamını da bilmiyordum. Yıllar sonra anladım gerçeği: O adlar (benim kendi adım dışında) ne güzel adlarmış! Ben o sıralar 8-10 yaşlarındayım. Ama beş on yıl önce kocaman kocaman adamlar Tavukuçmaz gibi son derece ince bir sokak adını değiştirdiler. Şimdi Akyol Sokak, o sokağın adı. Şeyi de değiştirdiler, Sormagir Sokağının adını. Bilmem ne efendi sokağı yaptılar.
ECE AYHAN – Değiştirirler, değiştirirler! En ufak bir yapısal değişime gidilemediği içindir herhalde; hem de bin yıldır. Ben şimdi eski Sormagir’de oturuyorum. Semtlerin adı bile değiştirildi, galiba artık Denizabdal da yok.

1961’de “Papirüs” dergisini kuran Cemal Süreya, bu dergiyi 1981 yılına kadar aralıklı olarak yayımladı. Yazarlık hayatı boyunca “Oluşum”, “Pazar Postası”, “Yeditepe” gibi birçok yayında şiirler ve yazılar kaleme aldı. “Üvercinka” (1958) adlı şiir kitabıyla Yeditepe Şiir Ödülü’ne, “Göçebe”yle (1966) Türk Dil Kurumu Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.
CEMAL SÜREYA – Kış günlerinde Kazancı Yokuşu‘ndan aşağı bir iskemleyi kızak yaparak indiğimi anımsıyorum. Fındıklı Durağı‘nın oraları odun depolarıyla kaplıydı. Aralarından geçip denize yaklaşamazdın. Dolmabahçe Camii’nin yanındaki denizden ayrılmış havuzda suya girerdik. Fındıklı, Cihangir, Kabataş’ın set üstü baştan başa ahşap. Ben namaz kılıyorum. İki kez de Cihangir Camii‘nin minaresinde ezan okudum. Müezzin ödülü olarak.
ECE AYHAN – Ben bir şey ekleyeceğim: Dolmabahçe Camii‘nin yanındaki havuz değildi, cumhurbaşkanlığı deniz motoru Acar’ın bulunduğu bir korunaktı; ben yüzmeyi 1944 ya da 1945 yazında orada derin yerde öğrendim, önce ‘sivil’ giriyorduk. Taksim’de Sakızağacı’nda oturuyoruz.
Evet, insanın herhangi bir ‘iş’e kendi özel tarihinden girmesi bence iyidir.
CEMAL SÜREYA – Ama her zaman mı?
ECE AYHAN – Cumhuriyette özellikle (1453 gibi) 1955’ten bu yana (Keldani, Süryani.. kemiklerinin bekçisi olanlar ayrı – “Ben kemiklerin bekçisiyim!” diyordur bir Rum-Ortodoks patriği) süsüne kaçılmış olsun olmasın bütün Anadolu; aşiretleriyle, mezralarıyla, Zap Suyu’yla, cinleriyle, burun karıştırmalarıyla, töreleriyle, Siirt’deki ünlü Tillo köyüyle, Fırat’ın en kalın kollarından biri olan alabalıklı Tohma Çayı’yla… akın akın İstanbul’a, bir çağlayan gibi boşalır, boşalıyor.
Herhalde ve yalnız, 41 insan-yılı Dolmabahçe önlerinde denizde hiç kıpırdamadan yatan Missouri’yi görmek için değil ama!
Evet, geçmişte ve serüvende her bir şeyin bir başlangıcı ya da başlaması vardır: Missouri’nin Amerika’dan getirtildiği 1946 tarihi (iktisatçı Keynes de ölmüştür) bizler için bir bakıma bir “milat” (Amerika) sayılabilir, sayılmalıdır da. (Nasıl ki 1914 Osmanlısında [önce Göben, sonra da] Yavuz Zırhlısı eskiden bir başka “milat” [Almanya] sayılmışsa.)
CEMAL SÜREYA – Almanlarda ürkünçlükle trajik duygu her zaman iç içedir. Bunu da en çok mimarı biçimleriyle dışa vurur bu ulus. Korkunçtur evlerinin çatıları Almanların. Almanı, Nietzsche’den, Rilke’den daha iyi anlatırlar. Londra’da ise çatılardan kanguru akar.
ECE AYHAN – Ee, ne olsa Freud (1939) Londra’da ölmüştür. Bile isteye uzatıyorum, uzatırım da.
Missouri Zırhlısı, Türkiye’yi özellikle Şiir’i (Dağlarca’nın tarih düşürmüş ünlü bir Missouri siiri vardır) ve Resim’i (Bedri Rahmi Eyüboğlu‘ nun da Missouri resmi) tam da ortadan ikiye bölmüştür! Ama zaten (Cumhuriyet tarihinde hem ‘sıkı’ hem ‘uç’ önemli ve aşağı yukarı ‘ilk sivil bir düşünür’ olarak İdris Küçükömer‘in ya da ondan aktararak iktisatçı Sencer Divitçioğlu‘nun kullanışıyla) ‘battal bir süreç’ içinde (eskiden ‘Bektaşi’ olan, şimdi ise ‘Laik’) ‘dar kalabalıklar’ ile taşradaki ‘İbrahim toplumu’ ayrı köşelerinde kendi ya- şamaları sürüp gidiyordur…
İktisadın da (yok yok yalnız iktisadın değil her türlü kültürün de) Altın Ölçüt kesin bir kuralı vardır: ‘Bir kentte toplanma’ (‘temerküz’)! Düşünün ki devletçi ve faşist Mussolini bile İtalyan taşrasından kentlere (tabii giderek büyük kentlere) göçü engelleyememiştir!

CEMAL SÜREYA – 27 Mayıs’tan hemen sonra çıkan Ülke dergisinin yazarları olarak Eskişehir dolaylarında bir geziye çıkmıştık. Muzaffer Erdost, Fakir Baykurt, Süleyman Ege ve ben. Bir iki kişi daha vardı galiba. Bir Alevi köyünü, bir de Tatar köyünü ziyaret ettik. Tatar köyündeki evlerin içi nasıl güzel! Renk renk, tüller, kilimler, ibrişimler, bir arı peteği sanki. Alevi köyündeki evlerde ise yüksek tavan, boşluk hakim: Öyle bir yerde tek bir kadın vardı ve önündeki teknede hamur yoğuruyordu. Ozanmış. Adı: Döne Sultan. Şiirler okudu bize. Evde hemen hiç eşya yok. Bu iki evdeki çelişik durum beni çok etkiledi. O boşluk (duvarlar da badana edilmemişti) Alevinin ruhsal durumunu çok iyi anlatıyordu. Göçebeydi ya da göç zorunda kalabilirlerdi her an. (O yüzden) Maddi hayat koşuluna önem vermiyordu..
ECE AYHAN – İncir ağaçları benim için tarih demektir. Hele yıkıntılarımızdaki incir ağaçları hiç unutulmamalıdır derim. (Bence Cumhuriyet şiir ve düşünce tarihinde ve İkinci Yeni akımında 1962′ ye, -1968 de olabilir -, vazgeçilmez ve önemli bir yeri bulunan – zaten her zaman üç, bilemedin dört yer vardır! – şair Sezai Karakoç‘a göre keçiler de incil seslidir.) Olof Palme İsveç’te öldürüldükten birkaç saat sonra Londra’da bilinmeyen biri bir haber ajansına telefon etmiştir: “Tarihe bakarsanız anlarsınız!” İnsanlar söylencelere karışmış çok eski haklarını bile arıyorlar, ararlar, hem neden aramasınlar?
Bunun gibi.
İnsanlarımız da, yeniyetmelerimiz de artık Anadolu’da tutulamıyor!
Geliyoruz 1940’a:
Ünlü Milli Korunma Kanunu (ve bu arada eş anlayış çerçevesi içersinde Köy Enstitüleri Kanunu da zamanın Milli Eğitim Bakanı kendi ‘ikizleri’nin fotoğrafını okul kitaplarında yayımlatır) Ankara’ da yürürlüğe sokulmuştur. Paris düşmüş, Troçki Meksika’da kazmayla öldürülmüş ve yapılan nüfus sayımına göre de Türkiye 17 milyonu bulmuştur.
CEMAL SÜREYA – Ankara’da Baraj’ın biraz ilerisindeki Solfasol köyünde bir dere vardır; söğüt ağaçlarının arasından bir melodi gibi akar. Daha doğrusu bazı notaları sürükleyerek akar; re-re-mi.. (Nazilli’de de, kahvelerde ne isterseniz yanında mutlaka bir bardak su getirirler. Bir bardak su isteseniz, yine yanında bir bardak su..) Nerede kalmıştık?
Ece Ayhan’ın ilk şiiri 1954’te Türk Dili’nde yayımlandı. Bu dönemde, sonradan ilk kitabı Kınar Hanımın Denizleri’ne (1959) aldığı, kendine özgü çağrışımlar ve göndermelerle örülü şiirleriyle hem Türk şiirinde hem de İkinci Yeni’nin içinde kendine farklı bir kanal açtı.

ECE AYHAN – Dağlarca’nın o günlerin toplumsal ‘muvazzaf konumuyla ‘uyaklı’ Çocuk ve Allah‘ı çıkmıştır.
(İlerde ‘marjinal bir insan’ olacak) Cahide Sonku, Muhsin Ertuğrul ile Şehvet Kurbanı filmini çevirmiştir.
(Yine ilerde benim yeniyetmeliğim açısından önemli olacak) Disney’in Fantasia‘sı çekilmiştir.
Nazım Hikmet, “içerdedir ve Memleketimden İnsan Manzaraları‘nı yazmaktadır. Yani kısacası Sivillikler, Aykırı Dallıklar (belirtileri dahi) ortaya çıkmamıştır daha.
Biz de; 1940 kasımında bir gün baba Behzat, anne Ayşe, abla İffet ve ben 9 yaşında kısa pantollu bir çocuk olarak Çanakkale’den (ön kapıdan girilemeyen İstiklal İlkokulu’nu, o zaman her şeye yukardan bakan üç katlı Saat Kulesini, kömür çuvalları taşıyan ayakkabısız kahverengi develeri, o develerin uzun kirpiklerini, İngiliz Bahçesini, Şeyh Ahmet Şeyhin Oğlu (1968) filmini, çelmeli kaçmalı deve güreşlerini, Sarıçay’ın üstündeki tahta köprüyü, perdeleri bile bulunmayan bomboş bir evi, bir (ve her) “vurulan” türküde adı geçen Aynalı Çarşıyı, sarışın höşmerimleri, okul kapısında yaşlı bir kadının sattığı üvezleri, suyu döküldükçe kuş gibi öten küçük testileri, karantina rengini, çatanaları… ve de Hastane Bayırını çok seviyordum) vapurla (belki üstten mahmuzlu Antalya vapuru olabilir, neredeyse kaptan köşküne, bacasına kadar siyaha boyalıydı) güverte yolcusu olarak ama ambarda ince cacalalarla, 1916’da Gelibolu yarımadasından (Datça da bir yarımada’ dır Kherkonessos) kaçan İngilizlerden kalma ve 1978’e kadar, gittiğimiz her yere, görünmeyen bir köpeğimiz gibi, taşıdığımız açılır kapanır hafif bir masayla – orta ikiden başlayarak işte şiirleri bu masada kurdum – çiçeklerle (camgüzeli ve ıtır), sepet içinde bir kediyle birdenbire kalktık, Demirkapı’daki bir asker-sivil terzisinin mıknatıslı bir çelik makasla yere düşen toplu iğneleri toplaması gibi, bir toplanma’ (ya da bir ‘toparlanma’) gereği İstanbul’a, Gerçeküstücülerin düzenlediği bir haritaya baka dünyanın iki başkentinden biri olan (öbürü Paris) İstanbul!-, işte Cankurtaran’a geldik.
CEMAL SÜREYA – Cankurtaran’dan 3-4 istasyon sonra Kocamustafapaşa var. Kocamustafapaşa dolaylarında bir durak vardı: Merhaba durağı. Kumbaracı Yokuşu‘nun bir adı da İtalyan Yokuşu. Selçuk Baran orada oturur. Çeşmenin yanında.
ECE AYHAN – Ece Ovası, annemin köyü Yalova, Ece Baba; Akbaş’daki Hero’nun kalesi, bugün Tekke; Dağ Baba, Boğalı (Bigali) köyü, Anafartalar, Ece Limanı, Sarıkız yamaçları, Kilya küçük körfezi, Maydos (Eceabat), Bolayır, babamın kasabası Gelibolu’daki denizfenerli Hamzakoy, Evreşe yolları; anneannem Hesna, teyzem Zakire; annemin ve ablamın arkadaşları Unzile, Baise.. artık geride kalmıştır.
CEMAL SÜREYA – Evreşe türküsünü bilirsin. Tek türküsüyle var olan o (köyü) şiirime sokmuştum. Evreşe’nin de adını değiştirmişler, Kadıköy yapmışlar.
ECE AYHAN – Ekliyorum: Denizabdal bir deniz evliyasıydı. Ne yani hep kara evliyaları olacak değil ya!
Kapak fotoğrafı: Salt Araştırma kent fotoğrafları arşivi
Bu yazı, Çağdaş Şehir dergisinin aralık 1987 tarihli sayısında yayımlanmıştır.