Share This Article
Kabul etmek gerekir ki çağımızda İstanbul’da sosyal yaşam; kültürel, sosyal, politik, ekonomik çelişkiler ve çatışmalarla her geçen gün zorlaşmakta. İstanbul’un en köklü ve güzel muhitlerinden birinde çalıştığım halde, orada geçirdiğim yoğun saatlerin temposu, öfkesi ve tahammülsüzlüğü ile İstanbul’un bütün kalabalık semtlerdeki durum aşağı yukarı aynı.
İstisnalar dışında ele alındığında kozmopolitliği bir avantajdan çok dezavantaj olarak gören, yıllar hatta kuşaklar önce buraya göçmüş olmasına rağmen İstanbullu olmayı bir türlü kabullenemeyen birçok insan var. Tabii ki bu insanların çoğunluğu, çalıştıkları sektör ve yaptıkları iş ne olursa olsun en nihayetinde sabit ve düşük ücretle hayatta kalmaya çalışan emekçiler oldukları için, şehrin en güzel varlığı boğaz bile onlar için bir buçuk dakikalık metrobüs serüveninden ibaretken, onları anlamamak mümkün değil.
“Onları” demenin sebebi, sınıfsal açıdan onlardan farklı olmakla ya da Türkiye’nin vahşi ekonomi-politiğinden aynı şekilde muzdarip olmamakla ilgili değil. Ancak, hem öğrenciliğimin ve sorumluluklarımın az olduğu hem de gazetecilik, yayıncılık, fotoğraf gibi sürekli şehir içinde oradan oraya koşturma fırsatı sunan işlerle hayatımı sürdürmem, beni biraz daha sağa sola bakabilmek; gökyüzüne ve güneşe odaklanmak, apartmanlardaki mimari detayları incelemek, sokak isimlerine odaklanmak, denize, vapurlara ve hatta vapur isimlerine, modellerine duyarlı hale gelebilmek konusunda ortalamanın biraz daha üzerinde fırsat sahibi yaptı diyebilirim.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Vapurlar, estetiği kamuya mâl ediyor
Dünyanın, insanlığın var olduğu günden beri dönüşüp büyüdüğünü biliyoruz ama şu bir gerçek ki günümüzde gezegenimiz her geçen gün daha fazla insanın, bireysel ve temel ihtiyaçları karşılamanın ötesinde, sürekli büyüme ve tüketme eğilimini tatmin etmek durumunda. Aslında böyle bir sorumluluğu ya da vaadi yoktu ama biz zaman içinde kendisinden hep daha fazlasını isterken bulduk kendimizi. Bu durumda özellikle ekonomik ve finansal anlamda bir önceki günün gerisinde kaldığımızda kendimizi kan kaybetmiş hissediyor, bu uğurda hızlanıyor ve vahşileşiyoruz.
Vahşi büyüme ve hızlanma; detaycılığı, inceliği öldürüyor. Yürürken gökyüzünün rengini, uzun yolda giderken önümüzdeki müthiş manzaraları, dağların tepelerin arasında tek lambası yanan yalnız evleri görmekten kendimizi alıkoyuyoruz. Hayat hep A noktasından B noktasına gitmekle geçiyor ama yolda görebileceklerimiz bir harften öbürüne sekerek gitmekten ibaret değil. İki harf arasında kendi algımıza ve zihnimize göre sınırsız kare var.
Bu koşturmaca içinde estetik, güzellik hatta yer yer temizlik, tazelik, doğallık bile yalnızca yüksek gelirlilerin, “nadir” varlıklarına dönüşüyor. Dolayısıyla, İstanbul’un ekonomik büyümesini, metropolleşmesini emeğiyle var eden halkın İstanbul’un gözbebeğiyle temas edeceği alan da sınırlıdır. Özellikle de bireysel ekonomik imkânlarla bu artık mucizevi bir şeydir.
İstanbul’un vapurları, yani bizzat kendi belediyemizin Şehir Hatları vapurları ise bu şehrin en güzel manzaralarını huzurla izleyebileceğimiz, yine bizim emeğimizle ve kamusal birikimimizle sahip olduğumuz, İstanbul’un gözbebeğiyle temas edebileceğimiz sınırlı alanlardan biri. Bugünü ve geleceğimizi daha fazlasına sahip olmak, hakkımız olanı almak için bir araya gelmek kuşkusuz önemli ve elzem. Kent halkı olarak hep birlikte sahip olmanın önemini en iyi kavrayabileceğimiz kıymetlerimizden biri de İstanbul’un vapurları.
Bu vapurlar yalnızca bir ulaşım aracı değil, bir açıdan da, kentin kültürel ve estetik belleğinde derin hatıraları olan sembolleri. Ancak, zaman içinde işlevselliğin ve maliyetin ön plana çıkmasıyla, İstanbul’un vapurları estetik ayrıntılarını yitirmiş ve en sonunda, Şehir Hatları filosuna 2015 yılında katılan son vapurlar ile kentin en kadim ve muhteşem vapuru Paşabahçe arasındaki estetik uçurum arşa çıktı. Geçtiğimiz günlerde Behlül Özkan’ın Twitter’da yaptığı paylaşımda kullandığı fotoğraf, bu uçurumu ölümsüzleştiren karelerden biri.
1952 yapımı Paşabahçe. 2015 yapımı Göksu. Biri 70 yıla rağmen Boğazın en yakışıklısı, diğeri Kadir Topbaş’ın İstanbul’a mirası konserve kutusu. pic.twitter.com/qK7kYaKua9
— Behlül Özkan (@BehlulOzkan) November 22, 2024
Şehir Hatları ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), vapurların işlevi kadar estetiğinde de bize karşı sorumlu. Ancak, herkesin emeğine ve vapurun işlevsel niteliğine saygı duymakla birlikte, 2015’te gelen bu vapurlar gerçekten Kadir Topbaş’ın ve AKP’nin İBB yönetimindeki son döneminin korkunç miraslarından biri.
Paşabahçe’nin dönüşü, estetiğin halka kazandırılması
1952’de İtalya’da inşa edilip Boğaz’da yıllarda hizmet verdikten sonra şehrin efsanelerinden birine dönüşen; edebiyata, müziğe, kent hatıralarına konu olan Paşabahçe vapuru, 2022 yılında, tam 70 yaşında Boğaz’a geri döndü. Ancak, vapur 2010’lu yıllarda Beykoz Belediyesi’ne hibe edilmiş, belediye tarafından da hurdaya terk edilmiş vaziyette sonunu bekliyordu. Neyse ki, Nihat Sırdar’ın kıymetli çabasının da etkisiyle, Paşabahçe vapuru adeta yeniden doğdu.
Dışarıdan heybetli ama içeriden de bir o kadar zarif yapısı, insana bahar ayında gidilen aile çay bahçesi huzurunu anımsatan ahşap iç mekânları ve yerleşimi, vapura estetik ve sanatsal anlam katan Artemis heykeli gibi pek çok detay Paşabahçe’yi Şehir Hatları filosunda özel bir yere konumlandırıyor.
Bu vapura yeniden kavuşmak ise eski İstanbullular ve Ada halkı için sevilen bir dosta kavuşmak anlamına gelirken, biz ve bizden sonraki kuşaklar ise bir vapurun ismini, cismini, tarihini, öyküsünü bilmenin ne kadar heyecan verici olduğunu; şu her şeyi es geçip görmezden geldiğimiz dönemde güçlü bir biçimde hatırlatıyor. Öyle ki, Paşabahçe’nin öyküsünü irdeledikten sonra Boğaz’da gördüğüm her vapurun ismine, yapısına ve hatırasına karşı ilgim daha da arttı.
Taner Öngür ile Ada yolları ve İstanbul vapurları üzerine
Yalnızca Moğollar’ın bas gitaristi olarak İstanbul’da ve Anadolu’da yüzlerce konser verip on binlerce insanla buluşmakla kalmamış; müziğin, sanatın, konserlerin, kentin, denizlerin, doğanın halkın geniş kesimlerine ait olmasını barışçıl bil dille, müziğiyle, emeğiyle savunmuş müzisyen Taner Öngür, yılbaşında çıkacak yeni albümü Elektrik Gramofon 2’de, Replikas’ın vurgusuyla ve Karacaoğlan’ın deyişiyle “biz burada yok iken” yazılmış kadim şarkılara yer veriyor.
Taner Öngür, Fotoğraf: Instagram/@mogollarofficial
Albümü henüz dinleyemiyoruz ama Paşabahçe’nin fotoğraflarını sıklıkla paylaştığım yaz aylarında, bu albümde Paşabahçe vapuru ile ilgili bir şarkı olduğunu öğrenince, Taner Öngür’ü Heybeliada’da ziyaret edip vapurlar hakkında bir sohbet edip ardından da gelecek yeni albümü konuştum.
Babamın vefatı nedeniyle ancak şimdi hazırlayıp size sunabilmiş olduğum bu yazı, Taner Ağabey’in vapurlarla ilgili duygularını ve hatıralarını da içeriyor. Şimdi biraz Taner Ağabey ile muhabbet edelim:
Vapura yazılmış bir şarkı duymak, çok alışık olduğumuz bir şey değil. Evet, eski bir şarkı, eski bir beste… Bunun solo projende yeniden hayat bulması nasıl fikiri sürecin sonucuydu ve kayıt nasıl oldu?
İlk olarak bu esere imza atanları konuşarak başlamak istiyorum. Söz: Fethi Karamahmutoğlu, Müzik: Rüştü Erinç, yorumcusu Selma Ersöz.
Bu albümün konseptine uyduğu için seçtim; tabii bir de Heybeliada’da yaşadığım için. Bir de Paşabahçe vapurunun restorasyonunu da gerçekten, her şeyiyle çok beğendim. Arka güvertedeki koltuklar, masalar, ahşap yerleşim… Eski vapurlarda da böyleydi. Her şey işlev değildi, estetik de çok güçlüydü. Yeniden öyle bir şey yapılmış. Alt güvertedeki kapalı yerdeki masa, sandalye konsepti falan filan her şeyiyle çok güzeldi, onu düşündüm.
2017’deki Elektrik Gramofon albümümüzde de İstanbul’un kayıp şarkılarına; 30’ların, 40’ların, 50’lerin şarkılarına yer vermiştik ve o albüm çok sevilmişti. Az sayıda basabilmiştik. Şimdi arıyor herkes, bulamıyor; koleksiyoncular bulamıyor falan… Hani o sevildiği için bir ikincisini yapalım derken, madem böyle bir şarkı var, bu albümde olsun istedim. Böyle çeşitli şarkılar varken, e vapur da her gün gidip geldiğim bir şey… Dedim bunu da yapayım. Elektrikli Gramofon konseptine uyduğu için yerini aldı şarkı.
Şarkıyı nasıl buldunuz?
Vapurlarla ilgili belgeseller arıyorum Youtube’da. Vapurla ilgili şarkılar araştırıyordum. Sonra mesela uçaklarla ilgili eski şarkılara da baktım. O sıralarda, sağ olsun, Gökhan Akçura vardır, yakın tarihçi. O bana her zaman bol malzeme gönderir. Kitaplarında var zaten. Tayyare diye bir şarkı buldum mesela eskilerden o da duruyor. Bir gün uçakla ilgili bir şey gerekirse onu da koyarım.
Vapurlarla çok ilgiliyim. Gülcemal vapurunun hikâyesi meşhurdur. Sonra, Cumhuriyet’in ilanının ardından Atatürk’ün talimatıyla Avrupa’nın çeşitli limanlarına giden ve Marsilya’dan tut Leningrad’a kadar denizden gidip Türkiye’yi anlatan Karadeniz vapuru… Çok hoşuma giden şeyler yani gemiler, vapurlar falan. Hatta daha önce Asri Sada albümünde de Trak gemisiyle ilgili bir şarkı vardı. Trak da 1930’lu yıllardan; üç tane gemi ısmarlanıyor Almanya’dan, onlardan birinin ismi. Onunla ilgili bir şarkı bulmuştum. O arada Paşabahçe vapuru şarkısını da bulmuştum. İlk başta denedim Elektrik Gramofon konsepti için, baktım fena olmuyor. Güzel, eğlenceli bir şarkı oluyor işte. Serap Yağız ile daha önce de çok albüm yapmıştık. Dedim, “ya şu ilk girişi sen söyle” filan. Sonra ikinci kıtanın girişini de… Onun güçlü bir sesi vardır ama alaturka bir şekilde, Muazzez Abacı gibi söylemesini istedim. Albümle hâlâ uğraşıyoruz, yakında çıkacak.
Nasıl Kız Kulesi varsa, vapur da İstanbul’un aynı şekilde sembolü
Paşabahçe hani kurtarıldı ve restore edildi ama sanırım başka vapurlar da var. Mesela Güzelhisar vardı 90’larda sanırım, o da son seferini yapıyor. Aklınızda kalan veya şu anda olmamasından dolayı hüzünlendiğiniz başka vapur var mı?
Paşabahçe vapuru zaten bir üçlünün parçasıydı: Paşabahçe, Fenerbahçe, Dolmabahçe… Üçü de büyük gemiler. Ondan önce isim olarak hatırlamıyorum ama bu konyla ilgilenince, bu konuda araştırma yapınca, Şirket-i Hayriye’nin bugüne kadarki vapurlarını araştırınca, bizim Heybeliadalı çizer Akillas Millas’ın çizimlerine bakınca fark ettim ki çok güzel vapurlar varmış gerçekten. Bu tür vapurlar, eski yıllarda, özellikle 50’lerde vardı ama zaman içinde işler değişti. Sonra o çaydanlığa benzeyen şeyleri yaptılar. Üsküdar, Eminönü, Karaköy arasında giden var ya, garip bir şey. Yani tabii yönetim değiştikçe, malum işte, kafalar farklı, farklı bakıyorlar mevzuya.
Son dönemde de Sinem Dedetaş’ın Şehir Hatları ve Haliç Tersanesi’nin başına geçtiğinde yaptığı işler muhteşemdi. Çünkü orası da çok tarihi bir yer. Eski ustaları getirip onların yeni insan yetiştirmeleri, kadın istihdamının artması, restorasyonlar yapılması. Sadece Türkiye ve Şehir Hatları’ndaki vapurlarına değil, İsveç’ten teknelere bile restorasyon yapıldı. Ama Paşabahçe vapuru restorasyonu hakikaten iyiydi. Artemis heykelinin boyanması falan harika olmuş. O süreçleri bir yerde izlemiştim, boyaların çıkarıldıktan sonra ortaya çıkan ahşap dokusu falan çok güzel gerçekten.
Bu restorasyonun ve Paşabahçe’nin Boğaz’a dönüşünün ardından bizim kuşağın da vapurlara, isimlere ve hatıralara karşı duyarlılığının arttığını gözlemledim…
Evet öyle bir şey yarattı. Bir de sefer biçimleri güzel. Sabah mesela Heybeliada’dan, 8-10 kişiyle iskeleden kalkıyor. Büyükada’dan ekspres seferler yapıyor. 60’larda 70’lerde de ekspres seferi vardı; bazen denk geliyorum, çok iyi oluyor. Bir de yaz akşamları saat 8’den sonra Büyükada iskelesinde kafe olarak çalışıyor. Bazen canlı müzik falan da oluyor. Güzel şeyler bunlar yani. Çünkü vapurlar İstanbul’un sembolü. Nasıl Kız Kulesi, Galata Kulesi varsa vapur da aynı şekilde İstanbul’un sembolü. Yani bu değiştirilemeyecek bir şey.
Yani arkanızda duran şu baca tasarımlı kalemlik bile insana boğazdan geçerken gördüğümüz en güzel manzaraları hatırlatıyor.
Evet evet. Geçenlerde yaptığım bir şeyi anlatayım. Bisiklet meraklısıyımdır; adada da çok yokuş var, yaşlılık da var. Bisiklet için elektrikli dönüşüm kiti ısmarladım. Bursa’da bir firma var, oradan ön jant gönderiyorlar, motoru, aküsü var… Böyle geziler yaptım vapurla. Mesela Kadıköy’e gittim, oradan vapurla Sirkeci’ye, Eminönü’ne gittim. Sarayburnu sahili çok güzel oldu. Orada Atatürk heykeli var, arkeolojik kalıntılar var. Bir de çimenler ve yaşlı ağaçlar var. Gittim çimenlere yattım, önümde harika bir manzara… Karaköy’den, Eminönü’nden gelip Kadıköy tarafına geçen vapurlar, tekneler falan… Böyle yatıp seyrettim. Çok harika bir şey. Karşıda köprü gözüküyor. Yani İstanbul, ne kadar mahvetsek de hâlâ çok güzel bir şehir. Özellikle o tekneler, vapurlar çok iyi gözüküyor.
Romantik olduğu kadar politik de bir mesele
Yazının başında da belirttiğimiz gibi bunca geçim sıkıntısının, sınıfsal adaletsizliğin, hayatta kalma mücadelesinin arasında kafamızı kaldırıp da güzelliklere, estetiğe odaklanmanın kolay olmadığını biliyorum. Yaşadığımız memlekette en temel sorunlar arasında tabii ki bu yok ama hayatın birçok alanında ve tabii ki kent estetiği bağlamında da birçok şeyin tektipleştiği; düşük maliyet ve işlevsellik kaygısıyla özgünlüğün, küçük ayrıntıların geri plâna atıldığı bu ortamda “normal vatandaşın” kendini İstanbul’un güzellikleriyle yüz yüze bulabileceği, sınırlı ve korunması gereken unsurlardan biri de vapurlar, özellikle de Paşabahçe gibi vapurlar.
Paşabahçe, bugün Şehir Hatları’nda eşi benzeri görülmeyen tek vapur denilebilir. Barış Manço, Ahmet Hulusi Yıldırım gibi nispeten eski ve şık vapurlar da son yıllarda daha bakımlı hâlde karşımıza çıkıyorlar. Paşabahçe, 2022’de ilk seferini yaptığında Ada halkı tarafından alkışlarla ve sevinç gözyaşlarıyla karşılanmıştı. Vapurların korunması ve yaşatılması için yapılanlar tartışılır.
Zira Taner Ağabey’in de söz ettiği üçüzlerden yalnızca Paşabahçe Boğaz’da. Fenerbahçe vapuru, Rahmi Koç Müzesi’nde sergilenirken Dolmabahçe vapuru ise tarihe karışmış durumda. Vapurların ve İstanbul’da şehrin belleğiyle, kültürüyle, estetiğiyle buluşmamızı sağlayan bütün kamusal zenginliklerimizin korunması STK’ların ve konuya duyarlı sınırlı sayıda vatandaşın ötesinde hepimizin derdi olmalı. Zira her vapur bizim yol arkadaşımız, iskeleler ise buluşma alanlarımız. Sahi, lafı geçmişken konu belki bir gün de iskelelerin estetiğine ve korunmasına gelir. Bunun için de biraz fotoğraf çekip dolaşmak gerek tabii ki.
Sonuç olarak, Paşabahçe’nin kurtarılmış olması ve yol arkadaşımız olmaya devam etmesi her şey demek değil ama kente ve yurttaşlar olarak ortak olduğumuz her olguya karşı, estetik bağlamında bakışımızı şekillendirecek güçlü bir örnek. “Eskidi, çok maliyetli,” denilen bir vapur için ortaya güçlü bir özveri konulması ve Paşabahçe’nin tüm güzelliğiyle Boğaz’a dönmesi bu bağlamda bir kazanımdır. Ayrıca, konu yalnızca estetik de değil. Selma Ersöz, şarkıda “Ne olur bu yol bitmese” diyor fakat nafile. Paşabahçe’nin Kabataş’tan Ada’ya varış hızının da maşallahı var.
Ezcümle, vapurlarımız işlevinin ve fiziksel varlıklarının ötesinde kentimizin kültürel, tarihsel ve estetik anlamda da gözbebeği. Yalnızca Paşabahçe’nin dönüşünün kentlilere yaşattığı duygular bile İstanbul’un taşıdığı mirasın ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatıyor. Hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, biz bu şehirde yalnızca evimize ya da işyerlerimize hapsolmuş varlıklar değil, kentin dört köşesinde hakkı olan, emeği olan yurttaşlarız. Dönüştürdüğümüz, koruduğumuz, yaşattığımız ne varsa bizimle yaşıyor. İstanbul hepimizin…