Share This Article
Röportaj: Garrett Caples
Bu söyleşiyi yaptığımız sırada Lawrence Ferlinghetti doksan dokuz yaşındaydı. Söyleşi yayımlandığında yüz yaşında olacak. Bu kilometretaşıyla eşzamanlı olarak Doubleday, Ferlinghetti’nin, yayımcısının bir anı olmuş olmasını tercih ettiği ama aslında otobiyografik bir bilinçakışı olan üçüncü romanı Little Boy’u basıyor. 1958’de Hayaldeki Coney Island kitabı bir milyonun üzerinde sattığından beri Ferlinghetti sadece sıradan bir meşhur şair değil; kurucusu olduğu City Lights Kitapçısı / Yayınevi ve Allen Ginsberg, Jack Kreouac gibi Beat kuşağı şairleriyle olan ilişkisiyle tanınan bir karşıkültür ikonu. Tanınan biri olarak henüz tırmanmadığı birkaç zirve var – New York Times’a konuşmanın onun için bir anlamı yok – ama bir Paris Review söyleşisi olasılığı onun edebi uğraşının anlamı için yine de cezbedici.
Paris yıllarınızdan başlamak istediniz. Ne zaman oradaydınız, 1940?..
1947- 50 yılları arasında GI Bill programıyla Sorbonne’da doktoramı yaptım. Jean- Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve öteki varoluşçular o zamanlar çok revaçtaydı.
Sartle’la veya öteki varoluşçulardan herhangi biriyle tanıştınız mı?
Sain-Germain Bulvarı’ndaki Café de Flore’dan, yolun karşısındaki Brasserie Lipp’te otururlarken görürdüm Beauvoir ve Sartre’ı. İkinci katta takılırlardı. Turistler gelmeye başlayınca şehrin başka bir yerine gittiler. Ben de böyle bir öğrenciydim – üst kata çıkıp da Bay Sartre’ı bir edebiyat sohbetiyle meşgul edecek değildim. Garsona işaret ettiğini görür oradan uzardım.
Fransızca biliyor muydunuz?
Fransızca benim ilk dilim. Hasta olduğu için benimle pek ilgilenemeyen annemin akrabalarından biriyle Fransa’da yaşadım çok küçükken. Strasbourg yakınında bir kasabada yaşardık; Yüzbaşı Dreyfus da oralıydı.
Fransa’ya taşındığınız ya da geri döndüğünüz zamanlara ilişkin anılarınız var mı?
Hayır, çok küçüktüm. Şu eski, klasik beş katlı Fransız binalarındaki balkonlardan birinde birinin kucağında olduğumu hatırlıyorum. Bir askerî geçit töreni vardı. 1922 civarı olmalı. Strasbourg’a ilişkin hatırladığım tek şey bu.
‘T. S. Eliot ve Ezra Pound’dan çok etkilenmiştim’
İngilizce konuşmaya ne zaman başladınız?
Bilmiyorum. Birden kaptım.
İngilizceden önce Fransızca konuşmanın şiiriniz üzerinde etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Pek sayılmaz. Belli şairler – Apollinaire mesela –şiirimi kesinlikle etkiledi ama.
En çok hangi şiirini seviyorsunuz?
Yani, bildik olanları… “Mirabeau Köprüsü”nü mesela.
Sizin için Cendrars’ın da önemli olduğunu biliyorum.
A, evet, Cendrars… Trans Sibirya Ekspresi’yle Rusya’dan Sibirya’ya gittiği bir kitabını okumuştum. Onun da tam olarak aynı yolculuğu yaptığını düşünerek ben de aynı şeyi yaptım! O yolculuğu sahiden yaptı mı yoksa her şeyi uydurdu mu bilmiyorum hâlâ.
Şiir yazmaya tam olarak ne zaman başladınız?
Paris’e gidene dek başlamadım aslında. T. S. Eliot ve Ezra Pound’dan çok etkilenmiştim. Hiçbir şey yayımlatmamıştım – yayımlanabilir bir şey de yoktu. Berkeley’deki Bancroft Kütüphanesi’ndeki mavi defterlerin içinde olmalı hepsi.
Şiir çevirmeni olmanız şair olmanız üzerinde önemli rol oynadı mı?
Evet. Jacques Prévert çeviriyordum. Onu çevirmek çok kolaydı, çok yalın bir dille yazıyordu. Uzun yıllar sonra City Lights’ta onun “Paroles” kitabının çevirisini yayımladım. City Lights uzun zaman boyunca onun Amerika’daki tek yayımcısı oldu.
Lawrence Ferlinghetti ve Allen Ginsberg
‘Pirinç bir levha aldı ve kitapçıya Shakespeare and Company adını verdi’
Onunla karşılaştınız mı hiç?
Hiç. Yıllar sonra Riviera’dan bir yerlerden –muhtemelen sarhoşken yazılmış – bir kartpostal geldi. Çevirisi piyasaya çıktıktan çok sonra. Muhtemelen eline bir kopyası geçmişti.
Her neyse, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki Paris, günümüz Parisi’nden çok farklıydı. Alman işgalinin bunalımını yaşıyordu hâlâ. Ellerinde küçük bakraçlarıyla süt paylarını almak için kuyruğa girmiş insanlar görürdünüz 1947’de. 50’lere dek Paris tam anlamıyla kendine gelemedi. Notre Dame’la karşı karşıya olan Paris’in sol kıyısında, şimdiki yerinde, Shakespeare and Company’yi kurdu George Whitman; ilk başta adı Le Mistral’di. George Whitman hayatım boyunca tanıdığım en ilginç kişidir muhtemelen.
Nasıl tanıştınız?
Kız kardeşi Columbia’da felsefe okuyordu. Ben de yüksek lisansımı yapıyordum. Paris’e gitmeye karar verdiğimde bana adresini verdi. Saint- Michel Bulvarı’nda Hôtel De Suez adında üçüncü ya da dördüncü sınıf bir otelde kalıyordu. Tam bir çöplüktü. George, üç yanı tavana dek kitaplarda dolu on iki metrekarelik bir odada kırık bir sandalyeye oturmuş, bir Sterno kutusunda öğle yemeğini pişiriyordu. 1947’nin sonu olmalıydı. Sanırım Le Mistral’i birkaç yıl sonra açtı. Sonra 1964’te aynı yerdeki Shakespeare and Company’nin sahibi Sylvia Beach’in hayatta olmadığını fark edince gidip pirinç bir levha aldı ve kitapçıya Shakespeare and Company adını verdi. Her ne kadar şimdi kitapçıyı yürüten Syvia adında bir kızı olsa da George’un Sylvia Beach’le hiçbir ilgisi yoktu.
Columbia’da ne okuyordunuz?
John Ruskin ve J. M. W. Turner üzerine yüksek lisans yaptım. Ruskin Modern Ressamlar adında uzun bir kitap serisi yazmıştı. Dizinin bütün savı, ortaçağda tuvalde hiç ışık olmadığıydı. Tuvaller genellikle kapkaranlıktı, anca Rönesans’la gökyüzünde biraz ışık görünmeye başladı. Yüzyıllar geçtikçe tuvaller daha aydınlık oldu. Turner ortaya çıktığında, 18. ve 19. yüzyıllarda ışık öne çıkmıştı. Turner’ın hayatının sonunda tuvaller hemen hemen safi ışıktı, hemen hiç şekil yoktu.
Kapı çalıyor, açabilir misiniz rica etsem? Muhtemelen postacıdır… Ah, yeni romanım Little Boy’un prova baskısı.
Bu bilinçakışı türünde bir kitap mı?
Evet, öyle diyebilirsiniz.
Sizce bir anı mı roman mı?
Hayır, anı değil. Doubleday’in editörü Gerry Howard beni ilk aradığında anı sözcüğünü kullanıyordu ve ben de neler düşündüğünü sezerek bunun bir anı olmadığını söyledim. İçinde hayali bir “ben” olan bir roman gözüyle bakıyorum ona. James Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’yle paralellik kuruyorum, o da hayali bir ben. Stephen Dedalus bir tür hayali James Joyce ve kitap tam anlamıyla otobiyografi. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nin son sayfasına bayılıyorum. Modern edebiyatın en önemli sayfalarından biri. Onu bir anlamda ezberledim.
Lawrence Ferlinghetti 1976 yılında City Lights kitabevinin önünde…
‘San Francisco’da her şey ardına kadar açıktı’
Columbia yıllarınıza dönecek olursak, o zamanlar nerede yaşadınız?
Birkaç farklı yerde.
O zamanlar New York’ta kültürel hayatın nasıl olduğuna ilişkin bir şeyler hatırlıyor musunuz?
1945’te mi? Bilmiyorum. Dört yıl donanmada kaldım ve New York’un edebiyat dünyasında neler olup bittiğine ilişkin hiç fikrim yoktu. Eski edebiyatçıların orada takıldığını bildiğimden Algonquin Hotel’e gitmiştim. Savaştan önceki Yuvarlak Masa şövalyelerinden bazılarını görürüm umuduyla pusuya yattım. Heywood Broun’u hatırlıyorum mesela. Otelin küçücük odalarında birçok kez kalmama karşın kimseyi görmedim. Etrafta hiç görünür Algonkuvin yoktu.
O zamanlar müzik dinlemeye gider miydiniz?
Carnegie Hall’a daima giderdim. Donanmada olduğum ve New York’ta kaldığım zamanlarda bile. Pek çok konser, orkestranın yanı sıra oda müziği olurdu. Gemiden indiğimde sık sık klasik müzik konserine giderdim.
40’larda jazz ilginizi çekti mi hiç?
Hayır, fazla ciddiydim.
Resim yapmaya ne zaman başladınız?
Resim konusunda çok geciktim. Şimdi düşünüyorum da Sorbonne’da edebiyat okuyacağıma keşke Paris’te Güzel Sanatlar Akademisi’ne gitseydim. Paris’ten ayrıldığım 1950’nin sonunda ressamlığa başaladım. Paris’te Deux adında, epeyce sergilenen küçücük bir resim yaptım.
Paris’ten ayrılıp San Francisco’ya gelirken rotanız neydi?
Giysilerimi ve öteki eşyamı toparlamak için New York’a uğradım ama neredeyse doğrudan San Francisco’ya geldim. 1 Ocak 1951’de.
Neden San Francisco’yu seçtiniz? Bunun uzun süreli bir taşınma olacağını biliyor muydunuz yoksa sadece bir bakıyor muydunuz?
Hayır, kesin olarak batıya taşındım. Ellilerde San Francisco hâlâ nihai sınırdı. Burada her şey ardına kadar açıktı.
Uçakla mı geldiniz trenle mi?
Trenle. Uçak yoktu, en azından ticari uçuşlar yoktu diye biliyorum. Trenle Oakland merkezine geldim, feribotla Ferry Building’e geçtim ve omzumda bir deniz çantasıyla Market Street’te yürüdüm. Şarap memleketi olduğunun dışında San Francisco hakkında hiçbir şey bilmiyordum. William Saroyan’ın orada yaşadığını biliyordum – Aram Derler Adıma’yı okumuştum. Okuduğum tek San Francisco’lu yazardı – henüz ne Steinbeck ne Henry Miller okumuştum.
‘City Lights ile amcımız edebiyat camiası için bir mekân yaratmaktı’
Miller zaten burada mıydı?
Sadece Fransa’da basılabiliyordu. Amerika’da baskısı yoktu. Miller’ın The Air-Conditioned Nightmare’ını basan James Laughlin, Yengeç Dönencesi’ni basmadı. Çok riskliydi. Mahkemede onları savunacak parasının olmadığını söyledi. Sanırım yazılanlar onun için fazla sarsıcıydı.
Burada edebiyat sahnesiyle ilk karşılaşmanız nasıldı?
Şehre geldiğimde bütün kitapçılar merkezdeki Paul Elder gibiydi. Hiçbirinde süreli yayın yoktu. Daha en başından edebiyat camiası için bir yer olmadığını hissettim. Kitapçıların hepsi saat beşe kadar açıktı ve hafta sonları da kapalıydılar. Edebiyatla ilgili biri ne yapacaktı, nereye gidecekti? Peter Dean Martin’le 1953’te City Lights Kitabevi’ni kurduğumuzda en başından beri düşüncemiz edebiyat camiası için bir mekân yaratmaktı. San Francisco Chronicle’a “1953’ten beri edebi buluşma yeri” yazan iki buçuk santimlik bir ilan verdik. Bu bizim başlangıç çizgimizdi.
Peter Martin’le ilk nasıl tanıştınız? Prévert çevirilerinizi onun dergisi City Lights’a göndermiştiniz, değil mi?
1953’tü. Embarcadero 9 Mission’daki eski Audiffred Building olan yerde kendi resim atölyem vardı zaten. Aylık kirası 29 dolar olan kocaman loft bir atölyenin tamamı benimdi. Eşim Kirby’nin bir resmini yapmıştım o atölyede. Gerçek anlamda büyük ilk resimlerimden biriydi. 2,5 metre boyundaydı. Isınmak için bir köşede odun sobası vardı. Zemin kat dışında elektrik yoktu, biz de sadece gündüzleri çalışabiliyorduk. Aynı katta, sonraları çok meşhur olduklarını öğrendiğim, başka ressamlar da vardı. San Frank Lobdell, San Francisco’nun figüratif ressamlarından biri oldu. Ön pencerelerimden körfez görünürdü. Muhteşem bir atölyeydi, sanki hâlâ Paris’teymişim gibiydi.
Peki, şairlerle tanışmaya nasıl başladınız? City Lights kanalıyla mı?
Evet, öyle oldu. Haziran 1953’te atölyemden dönüyordum ve Peter Martin’le bir arkadaşını City Lights’ın şimdiki yeri Colombus and Broadway’de bir tabela, city lights pocket bookshop, asarlarken gördüm. Arabayla geçiyordum ve birden kenara çektim. O zaman park sıkıntısı yoktu. North Beach’te bir sürü boş yer vardı. Caddenin karşısına geçip adımı söyledim ve Peter, ah, siz bana Prévert çevirileri göndermiştiniz, dedi. Onları City Lights’ta yayımlamıştı. Böylece Peter Martin’le ilişki kurmuş olduk.
Peter’ın karton kapaklı kitaplar satan bir kitapçı açmak gibi harika bir fikri vardı. O zamana dek Amerika’da gazetecilerde satılan cinai roman ve ıvır zıvırlar dışındaki kitaplar karton kapak değildi. Karton kapaklı kitap devriminin başlarıydı. Birinci kalite karton kapaklı kitapları ancak birkaç yayınevi basıyordu. Ardından tam bir sel haline geldi ve New York’taki bütün yayınevleri aynısını yapmaya başladı. Tamamı karton kapaklı kitaplardan oluşan bir kitapçı açmak dahiyane bir fikirdi, özellikle de o sırada, zira biz geleceğin rüzgârını arkamıza almıştık. Peter 500 dolarla işe başlayacağını söyledi. Bende de 500 dolar olduğunu söyledim. El sıkıştık ve budur. Böylece ortak olduk. Bir yıl sonra boşanıp New York’a geri döndü ve uzun yıllar yürüteceği New Yorker Bookshop’u kurdu.
‘Rexroth, San Francisco’lu şairlerin babasıydı’
Kitabevi kanalıyla bir yayımcı olmak mı istemiştiniz hep?
Sadece bir kitapçı değil yayımcı da olmak istiyordum. Fransa’daki en büyük yayınevleri çoğunlukla başta kitapçı olanlardı. Bu mantıksal bir ilerleme.
Kennet Rexroth gibi insanlarla City Lights’ı kurduktan sonra mı tanıştınız?
Evet. Edebiyat camiası bir araya gelmeye başladı. Rexroth’la nasıl tanıştığıma gelirsek; eşim Selden Kirby-Smith güneydoğudandı. Büyükbabası General Edmund Kirby Smith İç Savaş’ta en son teslim olan komutanlardandı. Ama eşim güneyde kalmayı istememiş. – Birleşik Konfederasyonun Kızları’yla işi yoktu. Swarthmore Koleji’ne gitti ve orada sonradan San Francisco’ya taşınan Holly Beye’la arkadaş oldu. Beye sağlam bir şairdi ve herkesi tanıyordu. Beni ve Kirby’yi, Rex’in tabiriyle, Cuma akşamı toplantılarına götürdü. Eski Fillmore Mahallesi’ndeki Scott Caddesi 250 numaradaydı. Fillmore o zamanlar tamamen siyahilerle doluydu ve Rexroth’un Jack’s Record Cellar’ın üst katında kocaman, harika bir dairesi vardı. Birkaç defa tek başıma da gitmiştim oraya. Tek kelime etmemiştim. Tamamen hayran vaziyetteydim. Rexroth büyük bir ansiklopedik bilgiye sahip gibiydi. Sadece oturup dinlerdim. Robert Duncan, Jack Spicer gibi insanların yanı sıra bir sürü başka şair olurdu. Philip Lamantia da gelmişti.
Rexroth büyük bir hikâye anlatıcısıydı ama yarısını da uydururdu. Şöyle bir şey hatırlıyorum örneğin; San Francisco’ya geldiğimde Oscar Wilde’la tanıştım, demişti. Ama araştırdığınızda Wilde’ın daha Rexroth doğmadan yirmi otuz yıl önce San Francisco’ya geldiğini anlardınız.
Doğru, 1882’de gelmişti.
Ama bu çok tipikti. Rexroth’un KPFA’DA kitap programı olurdu ve zamanından önce hazırlanmazdı. Yayın sırasında paketleri açtığını ve daha o sırada paketten çıkardığı bir kitap hakkında konuşmaya başladığını duyardınız. Aklınıza gelen her yazar hakkında uzun uzun konuşabilirmiş gibiydi. Rexroth’un KPFA’daki konuşmalarından pek çok şey öğrendim.
Rexroth’un City Lights’ın yayım programı üzerinde etkisi olduğu doğru mu?
Tabii. Rexroth o yıllarda San Francisco’lu şairlerin babasıydı. Elliler, altmışlar boyunca ve yetmişlerde büyük bir etkisi vardı. New Directions tarafından yayımlanmıştı ve New Directions şiirin fildişi kulesi sayılırdı.
Peki ya Ginsberg? Onun da yayımlarınız üzerinde etkisi oldu mu? İleride basacağınız yazarlar getirdi mi size?
Allen çok cömertti. Büyük bir tanıtımcıydı. Sadece kendinin değil , eğer o önermese hayatta basılmayacak bütün o şairlerin hepsinin hem de.
Sanırım size Carl Solomon’unkiler gibi belli başlı kitapları da kazandırdı.
Evet.
City Lights’ın doğu yakasındaki basın tarafından görmezden gelindiğini düşünüyor musunuz? The Paris Review’un anca şimdilerde size yanaştığını fark ediyorum.
New York’lu biri olarak, çocukken, Hudson’ın batısındaki her şey olağanüstüydü. Manhattan’ı, şeyleri gördüğünüz yer olarak gösteren o müthiş New Yorker kapağını hatırlatıyor bu bana. Birkaç dağ ve Batı Yakası. Aralarında da kocaman bataklık. Bir New York’lu olarak benim gerçeğim buydu.
Kitaplarınızın New York basınında yer bulması zor oldu mu?
Şaka mı yapıyorsunuz? Allen Ginsberg’in adı çıkana dek New York basınında hiç adımız geçmedi. New Directions’ın bastığı kitabım, Hayaldeki Coney Island, bir milyonun üzerinde baskıyla ülkede çok satan olmuştu ve hakkında hâlâ hiç eleştiri çıkmamıştı.
Rexroth sayesinde mi New Directions sizi bastı?
Rexroth, Laughlin’i San Francisco’da şiir anlamında neler olup bittiğini fark etmeye teşvik etmiş olsa da sanmıyorum. Zaten ben Hayaldeki Coney Island’ı Lauglin’e değil doğrudan New Directions’a göndermiştim. Patronun kim olduğunu bilmiyordum. Bir tanıtım mektubu da göndermedim. Daha önceden Columbia’da şiir derslerine katıldığım Babette Deutsch’la Hayaldeki Coney Island’ın ilk haliyle temasa geçmiş ve dosyama referans olmasını istemiştim çünkü Guggenheim’a başvuruyordum. Bana yazdığı cevapta çok fazla öğrencisi olduğunu ve her birine referans olamayacağını falan filan yazmıştı. Bu iş de böylece kapandı.
Allen Ginsberg ve Lawrence Ferlinghetti 1980’lerden…
Laughlin, Allen Ginsberg’i hiç basmadı
Yani New Directions dosyanızı öylece kabul etti.
Dosyamı öylece göndermiştim ve Laughin de neredeyse hemen bana yazıp onu karton kapaklı basmak istediğini söyledi. Karton kapaklara daha yeni başlıyorlardı. Bir ya da iki yıl olmuştu. Hayaldeki Coney Island’ın ilk versiyonu çok ucuz bir üçüncü hamur kâğıda basıldı, öyle ki bütün sayfalar sararmış olmalı.
Bu şekilde çok kitap basıyor muydu?
Pek değil. Beni basarak çok risk almıyordu.
Hayaldeki Coney Island’dan konuştuğumuza göre size başlığın nereden geldiğini sorabilir miyim? Henry Miller’dan değil mi?
Doğru.
Bu bir karnaval metaforu ama siz bu başlığı New York köklerinize gönderme yapması için mi seçtiniz?
Hayır, özellikle seçmedim. Soyut bir başlık.
Bunu soruyorum çünkü Ferlinghetti’s Greatest Poems (2017) kitabınızda A Far Rockaway of the Heart(1998)’tan bir şiir var: “Karton bir arabayı kullanıyorum ehliyetsiz / yüzyılın başında / babam anneme çarpıyor / Coney Island’da eğlenceli bir yolculukta.” Anne babanız gerçekte Coney Island’da mı tanışmış?
Bu gerçek bir hikâye. İkisi de birer çarpışan arabadaymış ve birbirlerine çarpmışlar. Ama başlığı bu yüzden seçmedim. New York’ta büyüyorsanız Coney Island çocukların gitme hayali kurduğu yerlerden biridir. Yıkılmış Ücüncü Cadde Hattı’nı hatırlıyorum; ona bağlı trenlerden birinin Coney Island’a gittiği söylenirdi. Küçük bir çocuk kafasını kaldırıyor ve Coney Island’a giden o treni görüp içinde olmak istiyor. Hayaldeki Coney Island’da, Üçüncü Cadde Hattı’nda olmaya dair bir şiirim var.
“Reading Yeats I Do Not Think” şiirinde bahsettiğiniz, Yeats kitabını bulduğunuz tren mi?
Mavi ciltli, beyaz iç kapağında birisinin “Ey atlı, geçip giderken” yazdığı, Yeats’in toplu şiirlerinin olduğu o kitap hâlâ durur bende. Yeats’in, İrlanda’nın batı kıyısındaki mezar taşında yazar:
“Aldırmadan bak / Hayata, Ölüme / Ey atlı, geçip giderken.”
New Directions ve James Laughlin’le ilişkinizden biraz daha bahseder misiniz?
Laughlin kayak merkezi olan zengin bir adamdı ve durmadan golf oynardı. Laughlin Rexroth’u çoktan basmıştı ve Rexroth, edebiyat dünyasında gerçekte neler olup bittiğini öğrenmesi için Laughlin’e durmadan nutuk atardı. Şiirde bir devrim yaşanıyor ve sen bunun hakkında hiçbir şey bilmiyorsun; golf derslerini bırak da neler olup bittiğini öğrenmeye çabala çünkü öteki yayımcılar bu konuda yol alıyor, derdi. Mesela Grove Press, Laughlin’in yayımlaması gereken pek çok şeyi kapmaya başlamıştı çoktan. City Lights Books da. Laughlin bizden önce yayımlaması için fırsatı olduğunu söylediği halde Allen Ginsberg’i hiç basmadı.
Elitist bir yayınevi olmak istemedim
Ah, demek ki Ginsberg başvurmuştu…
Ginsberg, New England soylularından eski moda bir beyefendi yayımcı olan Laughlin için fazla sıradışıydı. En önemli beyefendi yayımcıların sonuncularındandı. Uluma ve Ginsberg onun için çok fazlaydı. Uluma’yı mahkemede savunacak parası olmadığı için Ginsberg’i reddettiğini söylemişti bana.
Grove’dan Barney Rosset’i tanıyor muydunuz?
Tabii. Onu New York’ta Village’dan tanıyorum. Wilents biraderlerin yürüttüğü asıl Sekizinci Cadde Kitabevi Village’daydı. Barney Rosset ve Grove Yayınları da sadece birkaç blok ötedeydi. Barney harika iş çıkardı.
City Lights’tan sonra ortaya çıkan San Francisco’lu yerel yayımcılar hakkında ne düşünüyorsunuz?
San Francisco’daki birçok küçük yayımcıya dağıtımlarında yardım ettik. City Lights’ın yayım listesine dahil ettiğimiz küçük yayınevlerinin listesini yayımladık bir süre. İnsanlar o yayımcıların kitaplarını bizim üzerimizden sipariş edebiliyordu ki bu da onların uluslararası dağıtımını sağlıyordu az da olsa.
Dave Haselwood’un Auerhahn’da bastığı şiir kitapları ilginizi çekiyor muydu?
Evet ama onun kitapları çok pahalıydı. En başından beri düşüncem karton kapaklı kitapların ucuz olması yönündeydi. Haselwood, Jonathan Williams ve öteki küçük yayımcıların kitapları pahalıydı. Elitist bir yayınevi olmak istemedim. Daha çok ortalama insanlarla ilgiliydim.
City Lights yayımlarına dönecek olursak, City Lights Cep Şairleri serisinden olmayan ilk kitabınız Kenneth Patchen’in romanı “Memoirs of a Shy Pornographer”.
O tekrar baskıydı. İlk yayınevi biz değildik. Bence bana Patchen’i fark ettiren Rexroth’tu. Dediğim gibi, Rexroth San Francisco’daki en önemli edebiyat kişisiydi. Onun tavsiyelerini ciddiye alırdım.
Patchen’in kitabını beğenmiş miydiniz? Onunla bir bağ kurdunuz mu?
Elbette. Beğenmesem basmazdım. O kitap açıkça aykırı şiir.
Lawrence Ferlinghetti (2021)
‘Allen entelektüel bir gelenektenken Gregory sokaktan geliyordu’
City Lights’ın bibliyografyasına bakıyordum; 1957’de bastığınız üç kitap Marie Ponsot, Denise Levertov ve William Carlos Williams. Tam da Beat kuşağının zirvede olduğu bir dönem ama siz Beat kuşağından olmayan bu üç şairi yayımlamışsınız. Kendinizi bir Beat yayımcı olarak görmediniz mi hiç?
Ponsot Beat şiirinden en uzaktaki kişiydi. Onu ilk basan biz olduk, sonra Alfred Knopf’la çalışmaya başladı. Hiçbir zaman çoksatar olmadı ama New York’ta uzun yıllar şiir dersi veren çok bilge bir şair olarak nam saldı.
Onunla ilk ne zaman tanıştınız?
Fransa’ya ilk defa GI Bill programıyla giderken Ponsot ve kız arkadaşı Mary Louise Barret’le aynı gemideydik. Sorbonne’da bir yıl boyunca Fransız Uygarlığı dersi alacak olan Kirby de. Marie ve Mary Djuna Barnes’in Geceyi Anlat Bana’sını sonuna dek yaşıyor gibiydiler. Hikâye Paris’te, Cherche- Midi Caddesi’nde geçiyordu. Sanırım onların da aynı caddede daireleri vardı.
Gregory Corso’yu ilk olarak 1958’de, Bob Kaufman’ı da 1959’da bastınız. Sizi onların işlerine yönelten şey neydi?
Corso ilk kitabını Boston’da yayımladı. Onu City Lights’a göndermişti ve sanırım ona yanıt yazdım ama bir daha hiç sesi çıkmadı. Sonra şahsen geldi. Böylece Gasoline’i bastık. Allen Ginsberg takipçisi değildi. Gregory tam anlamıyla eğitimsiz biriyken Ginsberg, komunist geleneğinden, Aşağı Doğu Yakalı radikal bir Yahudiydi. Gregory’nin aldığı tek eğitim Clinton şehir hapishanesindeykendi. Allen entelektüel bir gelenektenken Gregory tam anlamıyla sokaktan geliyordu.
Peki Kaufman?
Kendisi bu tabiri asla kullanmasa da pek çok özgün mecaz kullanırdı. Özgün bir dili vardı. Kimse onun gibi konuşmazdı. Kimse onun gibi şiir yazmazdı. Allen Ginsberg gibiydi. Şairi ilk defa duyarsınız ve daha önce hiç böyle bir şey duymadım dersiniz. Uluma’yı dinlerseniz böyledir.
1959’da Seçme Şiirler’ini bastığınız Robert Duncan peki?
Onu basmış olmamıza karşın onun duyarlılığıyla hiç ilgim yoktu. Ama şiiri San Francisco’da önemliydi. Devrimci bir şair değildi kesinlikle. Eşcinsel bir şair olması dile getirilmeyen değeriydi. Ama bu tabir asla kullanılmadı. Allen eşcinsel olmanın ilerisine geçti. Öyle olduğunu söylemesine karşın eşcinsellik Ginsbery için önemli olan şey değildi.
Biraz daha ileriye gideceğim ama sizi 1967’de Lamantia’nın Seçme Şiirler’ini basmaya yönelten şey neydi?
Lamantia San Francisco’daki en özgün ve heyecan verici şairdi. Avrupa geleneğinden geliyordu. Şiirde neler oluyorsa onu basıyorduk ve şiirde olan şey de Allen Ginsberg ve Philip Lamantia gibi kişilerin birliğiydi; farklı dünyalardan geldiler ve City Lights’ta kaynaştılar. Ama hepsi de özgündü, farklıydı.
Laughlin’in sizi örnek aldığını düşünüyor musunuz? Corso ve Kaufman’ı yayımladığını düşünürsek?
Buna biz izin verdik çünkü o zamanlarda City Lights gibi küçük yayımcıların işi keşfetmekti. Bir şair keşfettiysek onun daha büyük yayımcılar tarafından basılmasına engel olmamalıydık. New Directions’a gitmelerine izin verirdik mesela. New Directions uzun yıllar bizim rol modelimiz oldu ama sonunda New Directions’taki eksik yanın siyasi görüş olduğunu fark ettik. New Directions politik değildi. Bu nedenle bir an evvel modern şiirin solu olmak için harekete geçtik.
Anarşizm patojenik endüstri uygarlığından kaçmak için bir yol sundu
Politik duruşunuzu nasıl belirlediniz?
1960’ta benim için yeni bir şey olan politikaya bulaştım. Rexroth’u dinlemeye başlayana dek hiç siyasi anlamda toydum. Rexroth Chicago’nun dışından, Ortabatı’dandı. Hatta eski bir Wobbly’di [Dünya Sanayi İşçileri üyesi]. Bugünlerde kimse Wobbly’nin ne olduğunu bilmiyor ama Dünya Sanayi İşçileri eski bir işçi partisidir.
Öyleyse Rexroth’tan sol politikaya ilişkin pek çok pratik bilgi edindiniz?
Evet. Kendini felsefi bir anarşist olarak tanımlardı. Anarşizm uygulanabilir bir teoriydi – aslında bir ideoloji değildi, sadece fikirdi. Proughon gibi Fransız yazarlara geri dönecek olursak, Avrupa’da 18. ve 19. yüzyıllarda anarşizm hâlâ uygulanabilir bir gayriresmî yönetim biçimiydi. Anarşizm patojenik endüstri uygarlığından kaçmak için bir yol sundu.
İnsanlar tepelerinde devasa bir hükümet aygıtı olmadan da kendilerini yönetebilirlerdi. Ama bugün dünya o zamankinin iki katından daha kalabalık. İnsanların sayısı bir hükümet biçimi olmadan hayatta kalabilmek için çok fazla. Yoksa herkes birbirini öldürürdü. Ellilerde anarşizmin, savunma sanayisi bloğunu parçalamak için mümkün bir yol olduğunu düşünen sol görüşlü pek çok insan vardı hâlâ. Savunma sanayisi bloğunun hükümete ve ülkedeki hayata hâkim olduğunu fark etmeye yeni başlamıştık. Rexroth’un geldiği çevre buydu işte.
O zamanlar City Lights’ta başka editörler var mıydı?
Hayır. Bir editör asistanı vardı. Gail Dusenbery’yi hatırlıyorum. Muhtemelen ilk asistanımdır ama Güneybatı’ya taşındı. Nancy Peters ilk gerçek editördü. O ve Philip Lamantia, City Lights’ın ofisinden yaklaşık bir blok ötedeki Grant Avenue’da yürüyordu. Caddenin karşısına geçip Nancy’ye editör asistanım olmak ister mi diye sordum çünkü Gail Dusenbery işten yeni ayrılmıştı. Kabul etti ve Nancy’le uzun birlikteliğimiz böylece başladı.
Nancy de ilerde ortağınız ve yönetici müdürünüz oldu City Lights’ta. Yeni çıkan toplu şiirleriniz Ferlinghetti’s Greatest Poems de dahil sizin kitaplarınızın editörlüğünü de yaptı çoğunlukla. Kitap 150 sayfa civarında. Neden o kadar ince?
Çok seçici olunmasını istedim. Keşke kitapta yer alsaydı dediğim birkaç güzel şiirim var ama editörlüğü tamamen Nancy’ye bıraktım. Her şey tamamen onun tasarrufu.
Hangi şiirler eksik sizce?
Ben olsam “Assassination Raga”yı koyardım mesela. Greatest Poems kitabımda yer alan “At Sea” adında uzun bir şiir var. O şiir Pablo Neruda’ya adanmıştır. Neruda’nın yazdığı her şeyde o sonsuzluk duygusu vardır ve “At Sea” benim tam anlamıyla son büyük şiirim. Belize’de yazmıştım.
Şiirde Belize geçiyor mu?
Evet.
Tarih var mı?
Şubat 2010.
“İhtiyar bir gemici / denize dikmiş gözlerini/ oturuyor.” Bu siz misiniz?
Kesinlikle benim. Vay canına, dört yıl donanmada kaldım ve hiç masabaşı işim olmadı. Daima gemilerdeydim. Daima ahşap gemilerde… Japonya’ya giden, Pasifik’teki devasa bir asker nakliyatı gemisinde denizci olduğum son yıl hariç. Savaşta çoğunlukla denize çok yakın, ahşap denizaltı avcı botlarındaydım.
‘Yinelemeyi hiç düşünmedim’
Neye bakıyorsunuz?
“At Sea”de [Denizde] çok hoşuma giden bir pasaj var:
“The lichen lives on
in its volcanic stone
taciturn
eternal
awaiting its turn
in the turn of the sun
Never will I return here
never again
breathe this wind
on this far run
in the reaches of morning
where the sea whispers
patience and salt.” (1)
Gerçekten muhteşem bir pasaj. Bütün o “turn”lere bayıldım.
O şiiri gerçekten sevdiğimi söylemeliyim.
Şiirdeki sözcük oyunları ilgimi çekti. “Taciturn”den “eternal”a, “turn”e ve “return”e. Bunların hepsi tamamen kendiliğinden mi oldu?
Evet, yineleme mi, ya da her neyse, diye hiç düşünmedim. Tamamını el yazısıyla, şiirde de dediğim gibi, Belize’de deniz kenarında yazdım.
Tamamını tek seferde mi yazdınız?
Hemen hemen.
Bunun yazdığınız son büyük şiir olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Evet.
‘Yöntemden bahsetmek ilgimi çekmiyor’
Bu sorunun hoşunuza gitmeyeceğini biliyorum ama sormam gerekiyor. “At Sea”yi tek seferde yazdığınızı söylediğiniz. Genel olarak yazma sürecinizden biraz bahsedebilir misiniz? Şiirlerinizi elle mi daktiloyla mı yazmayı tercih ediyordunuz?
Bütün yazma süreci tasarımları bana çok tuhaf geliyor. Hiçbir zaman hoşlanmadım bundan. Bütün şiirlerim tamamen olgunlaşmış, bitmiş halde ortaya çıktı. Tüm süreç buydu. Hatta ilk iki kitabım Yitik Dünyadan Resimler ve Hayaldeki Coney Island’daki pek çok şiir öylece ortaya çıkıverdi. Çoğunlukla daktilonun başına oturmuş aklıma ne eserse yazarken. Hayaldeki Coney Island’daki kimi şiirlerin nasıl olup da bir seferde çıkıverdiklerine hayret ediyordum sonraki günlerde. Tamamen olgunlaşmış halde aklıma gelen fikirler. Mesela “İlk defa / gerçekdışına âşık olduğum yer / El’in ötesindeki şekerlemeci”
Neden süreçten bahsetmekten bu kadar hoşlanmıyorsunuz?
Bugünlerde herkesin yöntemden bahsetmek istemesinden kaynaklanıyor. Yöntemden bahsetmek ilgimi çekmiyor. Bunun bir sahne sırrı olduğunu söyleyebilirsiniz. Şairlerin başarılı olduğu şey bu. Yaptığı mecazlar ona özgüdür ve onu yaratıcı bir şair olarak ötekilerden ayırır. Her şey mecazların ne kadar özgün olduğuna bakar.
What is Poetry? (2000) [Şiir Nedir?] adında şiir bilgisi üzerine bir kitap bastınız ama ondan neredeyse bilmeceler ya da Zen felsefesiyle bahsetme eğilimindesiniz. Böyle demek doğru olur mu?
Hayır. Hiç Zen hakkında düşünmedim. Gary Snyder değilim ben.
Sizce iyi şiir nasıl olur?
İyi şiir söz sanatlarından geçer. Benzetme ve metafor. Bir şiiri şiir yapan budur.
Geçenlerde 2001’de çıkan How to Paint Sunlight’te okuduğum bir şiirden bahsetmeme izin verin. “Mouth” [Ağız]şiirini hatırlıyor musunuz?
Hayır, hatırlamıyorum.
İlk sayfasını okuyayım size:
“Bıktım ağzımdan
çok küçük
yeterince bir şey söylemiyor
yeterince şakımıyor
senin gözlerin gibi
ışık da saçmıyor
şarkı söyleyecekken
ya da dobra dobra konuşacakken
suspus oluyor
Bıçakla bile açılmayan inatçı
sımsıkı kapalı bir ağız
Ömrüm boyunca
açmaya çalıştım bu ağzı
İçimden gelse de
bir türlü söyleyemeyeceği
bir şeyler var
canlı bir varlığı değil
yalnız ölü hayvanları ısıran
keskin dişli bir ağız
gördüğü her şeyi yerdi bir ara
nice savaşları oldu
ölü inekler domuzlar kuzular
tavşanlar sığırlar
çeşit çeşit kuşlarla
her zaman çiğneyip mideye indirdi onları
tam bir pislik bu ağız
her zaman düşünceye gem vuran
sansürcülük taslayan bir proto faşist”
(Çev: Cevat Çapan)
“—her zaman düşünceye gem vuran / sansürcülük taslayan bir proto faşist.” Bunun muhteşem bir dize olduğunu düşünmüştüm. , “tam bir pislik bu ağız .” Bu bölümü pek hatırlamıyor musunuz?
Tamamen unutmuşum.
Keşke yeni kitabınızda olsaydı.
Evet, harika bir şiir. Neden Nancy onu seçmedi bilmiyorum.
“Blind Poet”ten sonra geliyor. O şiiri hatırlıyor musunuz?
Evet.
Neredeyse birbiriyle ilişkililermiş gibi hissettiriyorlar.
Gözlerim iyice kötüleşmeden on beş yirmi yıl önce “Blind Poet”[Kör Şair] adında bir şiir yazmış olmam gerçekten tuhaf. Şimdi yarıkör sayılırım.
O zamanlar göz problemleriniz yok muydu? Daha çok Homerik bir gönderme miydi bu?
Yoktu. Ama ötekilerin göremediği şeyleri görebiliyorum.
The Paris Review’un 228. Sayısında yayımlanan röportajı Burcu Yılmaz tarafından Türkçeleştirildi. Yazı ilk kez Sözcükler Edebiyat Dergisi’nin 80. Sayısında yayımlandı.
Dipnot
1) Denizde
Likenler kaplamış
volkanik kayaları
suskun
sonsuza uzanmış
sıra gelsin diye bekliyorlar
güneşin izinde
Bir daha dönmeyeceğim buraya
bir daha asla
solumayacağım bu rüzgârı
sabahın ulaştığı
denizin
sabır ve tuz fısıldadığı
bu uzak sınırda
Çev: Cevat Çapan