Share This Article
James Baldwin’in yaşamının özü, “kölenin” “efendiye” isyanıydı; daha doğrusu, köle görülenin efendi sayılanı, insanlık ve vicdan kulvarına çekme uğraşıydı: 2 Ağustos 1924’te Harlem’de başladı, 1987’de Paris’te sonlandı bu mücadele. Beyaz Amerikalıların yazdığı karanlık tarihe karşı çıkışın hikâyesiydi bu biraz da. Dahası, hem siyah hem de eşcinsel olan Baldwin, kimilerine göre “Amerikan Rüyası”nın, ABD’nin kurulu düzeninin ve geleneklerin “kaybedeniydi.” Fakat o, bu “yazgıyı” kabullenmediği gibi dayanışmayla, direnişle ve başkaldırıyla; kaleme aldığı romanlarla, denemelerle ve senaryolarla, hepsinden öte eylemleriyle ve tavrıyla ortadan kaldırmaya çabalamıştı. Epey de mesafe kat etmişti.
‘Artık benim bir ülkem yok’
Baldwin, Harlem’de doğmasına rağmen yersiz-yurtsuzluğu sonuna kadar hissetmişti ömrü boyunca. İsyankârlığının da insanlara yakınlığının da kaynağında bu vardı. İlk isyan bayrağını, kendisini kilise cemaatine sokmaya uğraşan ve çok erken kaybettiği babasına karşı açmıştı.
1940’larda hayli karışık olan Harlem sokaklarında ayrımcılığa karşı özgürlük mücadelesi veren siyahların başkaldırısından etkilenmişti Baldwin. Henüz on dokuz yaşındaydı. Irk ayrımcılığının hamisi polisin körüklediği şiddete tanık olarak hızla olgunlaştığı dönemde, cinsel yönelimi nedeniyle çevresinden ayrı bir darbe yiyordu.
Etrafındaki inançlı insanların fazlalığına rağmen, ahlakın ve vicdanın sükût ettiğini gördükçe zaten kendini pek yakın hissetmediği Tanrı’dan tamamen kopmuştu. Aklındaki sorulara yanıt vermeyen dinlerin ve inançların, insanları ayrı düşürmekten başka bir sonuç doğurmadığını düşünüp kaleme kâğıda sarılıyordu.
1950’lerde, hem ırk ayrımcılığının ve LGBTİ+’ları şiddetle sindirme dalgasının hem de komünist avının gemi azıya aldığı ABD’den ayrılmak zorunda kalan Baldwin, “artık benim bir ülkem yok” diyerek yersiz-yurtsuzluğunu içselleştiriyordu.
O dönemde, dünyanın pek çok noktasında durum ABD’dekine benziyordu. Gittiği Fransa’da kendini biraz olsun güvende hisseden Baldwin, bu noktadan sonra söylem ve eylemleriyle siyah başkaldırının sözcülerinden birine dönüşmüştü. Art arda yayımlanan kitapları ve özellikle beyaz biseksüel başkarakterinin var olma çabasını öne çıkardığı Giovanni’nin Odası’yla dünya çapında tanınırken “Amerikan Rüyası”nın yılmaz savunucuları, onun için âdeta ölüm fermanı çıkarıyordu. Tepkiler yalnızca bu kesimle sınırlı kalmıyor; bazı siyahlar da bu “sakıncalı” konuyla ilgili rahatsızlığını hayli sert biçimde dile getiriyordu.
Dostlar, yollar ve karanlık tüneller
Yazdığı gibi yaşayan ve tanık olduklarını kurmacayla birleştiren, bunları bazen de denemeleri aracılığıyla dünyaya sunan bir yazardı Baldwin. Bir gezgindi. Ülkesinden ayrılmak zorunda kalmasının yanı sıra kurduğu dostluklar da onu yollara düşürmüştü. Gülriz Sururi ve Engin Cezzar da dostlarından ikisiydi. Bu sayede İstanbul da rotalarından birine dönüşmüştü. Nina Simon, Miles Davis, Ray Charles ise Saint-Paul de Vence’te yaşadığı evin müdavimlerindendi.
1970’ten 1987’deki ölümüne dek Fransa’da kalan Baldwin, hem kitaplar yazıyor hem de LGBTİ+’lara ve siyahlara uygulanan ayrımcılığa karşı dünyaya sesleniyordu. Bununla beraber, uzak düştüğü Harlem ve ABD’deki yaşamın anlatıcılığına soyunup ülkenin kurucu değerlerine atıf yapıyordu. Ben Senin Zencin Değilim’de şöyle yazmıştı:
Herhangi bir beyaz adam ‘bana ya özgürlük ya ölüm verin,’ deyince bütün beyaz dünya alkışlıyor. Siyah bir adam tamamen, kelimesi kelimesine aynı şeyi söyleyince, suçlu olduğuna hükmediliyor ve suçlu muamelesi görüyor ve bu pis zenciden örnek oluşturmak için mümkün olan her şey yapılıyor ki bir daha onun gibisi çıkmasın.
Ahlak taciri püritenlerle ve şovenistlerle mücadele
Anti-hümanistlere karşı zarafetle yürüttüğü ve hayli ağır metinler kaleme alarak zirveye taşıdığı mücadelesinde Baldwin, iyimserliğini ve umudunu korumasını bilmişti. Bir felaketzede olmasına rağmen ayağa kalkarak kaybolmaya teşne insancıllıkla birlikte kendini de arıyordu. Bir Vatan Evladının Notları’nda bunu tarif etmişti:
Kendimi hiçbir zaman bir denemeci olarak görmemiştim: Böyle bir düşünce hiç aklıma gelmemişti. O yolculuğu hafızamda tekrar canlandırmakta -belki özellikle de şimdi- zorlanıyorum. Eminim ki hem keşfetmek istediğim hem de kaçınmaya çalıştığım bir şeyle ilgiliydi bu. Amacım kendimi keşfetmeye çalışmaksa eğer -yakından baktığımda biraz şüpheli bir heves çünkü aynı zamanda kendimden kaçmaya çalışıyordum- o benlik ile kendim arasında çağların büyüttüğü bir kaya olduğu muhakkaktı. O kaya ellerimi yaralıyor, tüm aletler üstünde kırılıyordu. Fakat yine de bir yerlerde bir ben olmalıydı: Esarete karşı onun içimde kımıldadığını hissedebiliyordum. Kurtuluş -kimlik- umudu benim o kayanın şifresini çözebilmeme ve onu tanımlayabilmeme bağlıydı.
Dünyanın ve insanların, beyaz ve siyah, “biz” ve “onlar” diye ayrılmasına karşı çıkan Baldwin, iyiliğin ve dürüstlüğün yaşama hâkim olması gerektiğinden bahsederken karşılaştıkları onu çoğunlukla hayal kırıklığına uğratıyordu. Yine de ahlak taciri püritenlerle ve insanlar arasında duvar ören “sanatçılarla” mücadelesini hiç aksatmıyor; bedenin ve ruhun köleleştirilmesine tavizsiz biçimde karşı çıkıyordu.
Şovenizm ve hümanizm arasında gidip gelenleri anlatırken şiddet sarmalına itilerek özgürlüğü elinden alınanları savunuyor ve bütün bunlar karşısında ses çıkarmamayı tercih edenleri eleştiriyordu Baldwin. Başka Bir Ülke’yi, Bundan Sonrası Ateş’i, Ne Zaman Gitti Tren’i, Sokağın Dili Olsa’yı, Giovanni’nin Odası’nı ve Ben Senin Zencin Değilim’i hep bu mücadele ve eleştiriyle şekillendirmişti.
Artık aramızda olmayan Baldwin, bugün yüz yaşında. Hâlâ okunuyor, fikirleri ayrımcılığa uğrayan ve öldürülen siyahlara, homofobiyle mücadele eden LGBTİ+’lara ilham veriyor. Yabancılaştırılanlara ve yersiz-yurtsuzlaştırılanlara seslenmeyi sürdürüyor.