Share This Article
Benjamin ile Proust arasındaki ilişki, her şeyden önce bir çeviri ilişkisinden temellenmektedir. 1925 yazında Benjamin, Sodom ve Gomora için bir sözleşme yapar. 1926 yılında bu anlaşma, Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde’sinin tamamının çevirisini içine alacak şekilde genişletilir. Romanın Benjamin tarafından çevrilen iki cildi, Almanya’da 1927 ve 1930 yıllarında yayımlanır. Adorno’ya göre Benjamin’in bu çevirileri, Almanca diline o güne değin yapılmış en mükemmel çevirilerdir.
Benjamin 1926 Ocak’ında, yani çevirilere başladıktan sonra, Proust üzerine yazma niyetinden de söz etmeye başlar. Hugo von Hofmannsthal’e yazdığı bir mektupta, Proust’un zamanın akışını bir ölçüt olarak almakla, yaşama yepyeni bir bakış açısı getirdiğini belirtir. Benjamin, başlangıçta Proust üzerine kaleme almayı düşündüğü inceleme için, makale çeviriden edineceği deneyimlere dayanacağından, “En traduisant Marcel Proust” başlığını öngörmüştü. Bir başka mektubunda şöyle der: “Aslında makale, çeviriden çok Proust’un kendisine ait olacak.”
Sonunda bu inceleme, 1929 ilkbaharında ve yazında Literarische Welt dergisinde üç bölüm halinde yayımlandı. Aşağıda, günümüzde Proust üzerine kaleme alınmış temel incelemelerden biri olarak kabul edien bu çalışmanın, doğrudan “Proust’ta zaman” konusunu irdeleyen üçüncü bölümünün çevirisi verilmektedir.
Proust’un bakış açıları kesişen zamandır
Geçen yüzyılda Grenoble’da – bugün hâlâ yerinde midir, bilemediğim – “Au Temps perdu” adlı bir lokanta vardı. Proust söz konusu olduğu zaman da hepimiz, onun konukları sayılırız; sallanıp duran tabelanın altındaki eşiğin ötesinde bizi sonsuzluk ve esriklik bekler. Ramon Fernandez, Proust’da haklı olarak bir thème de l’éternité (sonsuzluk teması) ve thème du temps (zaman teması) ayrımı yapmıştır. Ancak bu sonsuzluk kesinlikle platonik ya da ütopik bir nitelik taşımaz; bir tür esriklik gibidir.
Başka deyişle, eğer “zaman, kendini onun akışının derinliklerine kaptıran herkese yeni ve o zamana değin hiç bilinmeyen bir sonsuzluğun kapılarını açıyorsa”, bununla birey, hiçbir zaman “Bir Platon’un ya da Spinoza’nın bir kanat çırpışıyla eriştikleri o yücelerdeki bölgelere” yaklaşmış olmaz. Hayır gerçi Proust’da, bütün bunları aşan bir idealizmin kalıntıları vardır. Ama onun eserinin taşıdığı önem, bu kalıntılardan kaynaklanmaz. Proust’un bakış açıları sunduğu sonsuzluk, sınırsız zaman değil, kesişen zamandır.
Yazarın ilgisinin gerçek odak noktası, en gerçek, ama bununla eşanlamlı olarak da en çarpıtılmış biçimiyle zaman akışıdır; bu çarpıtılmışlık konumu en yoğun biçimiyle içte anımsama eyleminde, dışta ise yaşlanmada dile gelir. Yaşlanma ile anımsamanın etkileşimini izlemek demek, Proust’un dünyasının yüreğine, bir çarpıtılmışlık evrenine girmek demektir.
Bu, benzeşimler konumundaki bir dünyadır ve içerisinde “eşduyumlar” (Korrespondenzen) egemendir; bunları önce Romantizm, ardından da, en derinliğine olmak üzere, Baudelaire kavramıştı; yaşanmış hayatımızda bunları görünür kılmayı başaran tek insan ise Proust olmuştur. Bu, acımasız yaşlanmayla boy ölçüşen mémoire involontaire‘in (gönüllü olmaksızın anımsamanın), başka deyişle gençleştirici gücün eseridir.
‘Anıların gözüyle bakıldığında ise dünya ne kadar küçük!‘
Geçmişin bir çiğ damlası kadar taptaze olan “hemen şimdi”den yansıdığı noktada, acı verici bir gençleşme şoku bu geçmişi bir kez daha önlenemez biçimde derleyip toparlar; tıpkı Proust (on üçüncü ciltte) son bir kez Combray çevresinde gezindiğinde ve yolların birbirine karışmışlığını gördüğünde, Guermantes’ların yönlerinin Swann’ın yönüyle kesişmesini anlaması gibi. Manzara, bir anda bir rüzgâr gibi dalgalanıp canlanıverir. “Ah! que le monde est grand à la clarté des lampes!/Aux yeux du souvenir que le monde est petit!” (“Ah! Lambaların aydınlığında dünya ne kadar büyük! / Anıların gözüyle bakıldığında ise dünya ne kadar küçük!”)
Proust, hemen içinde bulunulan anda bütün dünyayı bütün bir insan hayatının boyutlarında yaşlandırabilmek gibi dev bir çabanın üstesinden gelebilmiştir. Başka zamanlar her şeyin solma ve soluklaşma sürecinden geçtiği, böyle bir durumda ise yıldırım hızıyla tüketildiği bu yoğunlaşmanın adı gençleşmedir. Geçmiş Zaman Peşinde, bütün bir hayatı en yüksek düzeyde bir şimdiki zaman bilinciyle doldurmaya yönelik sürekli bir atılımdır. Proust’un yöntemi, içe dönük düşünme değil, şimdileştirmektir.
Çünkü Proust, bütün insanların kendilerine biçilmiş hayatın gerçek dramlarını yaşamaya zamanlarının bulunmadığı gerçeğiyle dopdoludur. Bizi ihtiyarlatan, yalnızca budur, başka bir şey değil. Yüzümüzdeki kırışıklar ve buruşuklar, kapımızı çalan büyük tutkuların, günahların, gerçeklerin bıraktığı izlerdir ama bizler, yani ev sahipleri, evde değilizdir.
Huninin dibindeki sessizlik
Batı yazınında Loyola’nın tinsel alıştırmalarından bu yana Proust’unkinden daha köktenci bir kendi içine dönüş girişimine rastlayabilmek, güçtür. Bu dönüşün odak noktasında da dünyayı çok büyük bir akıntının gücüyle kendi anaforuna çeken bir yalnızlık yer alır. Proust’un romanlarından yüzümüze çarpan o aşırı yüksek sesli ve bütünüyle bomboş gevezelik ise toplumun bu yalnızlığın uçurumuna yuvarlanırken çıkardığı gümbürtüden başka bir şey değildir.
Proust’un dostlukları iğnelediği nokta da bu noktadır. Bu huninin dibindeki sessizlik buradaki gözler, düşünülebilecek en sessiz, ama bakışlarının emici gücü en yüksek gözlerdir algılanması istenen bir sessizliktir.
Bir sürü anekdot aracılığıyla insanı tedirgin edici ve kaprisli bir biçimde dile getirilen şey, bir örneğine daha rastlanılması olanaksız bir konuşma yoğunluğu ile karşı tarafın yine örneği bulunmaz uzaklığı arasında kurulan bağdır. Olup bitenleri bize Proust kadar gösterebilmiş biri daha olmamıştır. İşaret eden parmağının bir eşini daha bulabilmek olanaksızdır. Ama dostça bir birliktelik, bir sohbet içersinde bir başka jest daha vardır ki, o da karşısındakine dokunmaktır.
Bu jest, kimseye Proust’a olduğu kadar yabancı kalmamıştır. Proust, okuruna da dokunamaz, ne pahasına olursa olsun, bunu yapabilmesi olanaksızdır. Bu kutuplar çevresindeki –gösteren ve dokunan kutuplar çevresindeki – yazına bir düzenleme getirilmek istenirse eğer, kutuplardan birinin odak noktasını Proust’un, ötekinin odak noktasını da Péguy’un yaratıları oluşturur. Temelde bu, Fernandez’in gerçekten çok iyi anlamış olduğu bir gerçektir: “Derinlik, daha iyi deyişle nüfuz etme çabası, her zaman karşı tarafın değil, onun (Proust’un) safındadır.”
Bu durum belli bir sinizmle ve ustalıkla Proust’un yazın eleştirisinde dile gelir. Bu eleştirinin en önemli belgesi olan deneme, yazarın artık ününün doruğunda, ama ölüm döşeğinin de içinde olduğu bir dönemde kaleme alınmıştır: A Propos de Baudelaire (Baudelaire Üzerine). Kendi acılarıyla Cizvitlere özgü bir uyum içersinde, dinlenmekte olan birinin ölçüsüz gevezeliğiyle, burada bir kez daha, konu ne olursa olsun, konuşmak isteyen, ölüme yargılı birinin korkutucu umursamazlığıyla tanımlanabilecek bir konum.
Proust’u ölüm karşısında esinlendiren şey, onun çağdaşlarıyla ilişkisini de belirler: Kötücül bir alaycılıkla sevecenlik o denli ani ve katı bir biçimde yer değiştirir ki, yazarın konusu bu yük altında çöküp gitme tehlikesi geçirir.
‘Proust, nasıl ateş yakılacağını, bir pencerenin nasıl açılacağını bilmediği için öldü‘
Yazarın kışkırtıcı, tedirgin yanı, eserlerinin okurlarını da ilgilendiren bir durumdur. Bu konuda, bir olayı, ona temel olmuş sayısız motif açısından, insanı bitkin düşürüp karamsarlığa sürükler bir biçimde dile getiren, kopmak bilmez “soit que” zincirini düşünmek yeterlidir.
Bu koordine kaçış çizgisi, Proust’da zayıflığın ve dehanın kesiştiği noktayı da belirgin kılar: Bu nokta, Proust’un sergilediği entelektüel feragat ve kuşkuculuk noktasıdır. Kendini beğenmişlik kokan romantik içselliklerden gelen Proust, Jacques Rivière’in dediği gibi, “Sirènes intérieurs”e kesinlikle inanmamakta kararlıydı.
“Proust, olayları yaşama eylemine en ufak bir metafizik ilgi duymaksızın, hiçbir konstrüktivist eğilim ya da avutma eğilimi sergilemeksizin yaklaşır.” Bu, kesinlikle doğrudur. Ve Proust’un hep planlı olduğunu iddia ettiği bu eserin temel figürü de kurgusallıktan son derece uzaktır. Buna karşılık aynı eser, avucumuzdaki çizgilerin uzanışı veya çiçek çanaklarındaki tozların düzeni kadar da plânlıdır.
Proust, bu yaşlanmış çocuk, doğa kendisini emzirsin diye değil, fakat doğanın yürek atışları arasında düşler kurabilsin diye doğanın bağrına düşemeyecek kadar derin bir yorgunluk içerisindedir. Proust’u işte bu zayıflığı içerisinde görmek gerekir; o zaman onu bu zayıflığı açısından anlayan ve şunları söyleye- bilen Jacques Rivière’in ne kadar şanslı olduğu ortaya çıkar: “Marcel Proust, ona eserini kaleme alma olanağını sağlayan acemilikten ötürü öldü. Dünyaya yabancı olduğu ve kendisi için artık yıkıma dönüşmüş yaşam koşullarını değiştirmeyi başaramadığı için öldü. Nasıl ateş yakılacağını, bir pencerenin nasıl açılacağını bilmediği için öldü.” Ve pek tabii, aynı zamanda alerjik astımından ötürü de öldü.
Proust, hastalığının son derece yetkin rejisörüydü
Doktorlar, onun bu hastalığı karşısında aciz kaldılar. Hastalığını son derece planlı bir biçimde hizmetine alan yazar ise onlar gibi aciz değildi. Proust –en dışardan başlamak gerekirse eğer, – hastalığının son derece yetkin rejisörüydü. Ona çiçekler yollamış olan bir hayranının görüntüsü ile bu çiçeklerin kendisi için dayanılmaz olan kokusunu aylar boyunca yıkıcı bir alayla birleştirmeyi başardı.
Ve hastalığının gelgitleriyle dostlarını, yazarın ansızın, vakit gece yarısını epey geçe –bir yorgunluk esintisiyle ve kendi deyişiyle, yalnızca beş dakika için –salona geleceği andan –ki sonradan kalkamayacak kadar yorgun, hatta konuşmasını kesemeyecek kadar yorgun, sabahın ilk ışıklarına kadar kalacaktır – hem korkan, hem de o anı iple çeken dostlarını alarma geçirdi.
Proust, mektuplarında bile bu hastalığın en sapa etkilerinden kendi adına yararlanmaktan vazgeçmez. “Soluklarımın hışırtısı, kalemimin ve bir alt katta doldurulan banyonun sesini bastırıyor.” Ama konu yalnızca bu değildir. Konu, yalnızca hastalığın onu sosyete yaşamından koparması da değildir.
Proust’un çektiği astımı belki sanatı yaratmamıştır; ancak bu astım, onun sanatında yer etmiştir. Proust’un uyguladığı sözdizim, sanatçının boğulma korkusunu ritmik olarak ve adım adım yansıtır. Yine Proust’un ironik, felsefi, didaktik nitelikteki içe dönük düşünmesi, aslında anıların karabasanından kurtulmasıyla birlikte aldığı derin soluğun dile gelişidir.
Proust’un sürekli olarak ve en çok da yazarken somutlaştırdığı olgu ölümdür, boğucu krizin tehlike çanlarıdır. Ölüm, hastalık daha kritik dönemlerine varmazdan çok önce sanatçının karşısına dikilmiş bir olgudur.
Koku, kaybolan zamanların denizine ağlarını atmış olanın ağırlık duyusudur
Ama bu olgu bir hastalık hastası olma kaprisinden kaynaklanmayıp, nesneler ve insanlar üzerine yansıdığında yaşlanmanın izlerini bırakan “réalité nouvelle”in, yani gerçeğin kendisidir. Fizyolojik nitelikte bir üslup araştırması, bizi bu yaratının özüne götürebilirdi.
Bu bağlamda olmak üzere, anıların koku alma duyusunda (yoksa kokuların anılarda değil!) ne denli inatla kaldıklarını bilen biri, Proust’un kokular karşısındaki duyarlığını asla bir rastlantı olarak açıklayamaz. Araştırdığımız anıların çoğu doğal olarak karşımızda birer görüntü olarak belirginleşir. Memoire involontaire‘in özgürce yükselen oluşumları da genelde izole konumda, bilmece gibi ortaya çıkmış görüntülerdir.
İşte bu nedenden ötürü bu yaratının en içteki titreşimlerini bilmek isteyenin yapması gereken şey, burada söz konusu olan elde olmaksızın düşünme eyleminin özel ve en derinde yatan bir kesitine inmektir; bu kesitte anılara ilişkin tek tek anlar, artık tek başlarına, birer görüntü niteliğiyle değil, ama tıpkı balıkçıya ağının ağırlığının avı konusunda bilgi vermesi gibi, görüntüsüz, belli bir biçim taşımaksızın, belirsiz ve belli bir ağırlıkla bir bütüne ilişkin bilgi iletirler.
Koku, kaybolan zamanların denizine ağlarını atmış olanın ağırlık duyusudur. Ve Proust’un cümleleri, tinsel bedenin adale oyunlarıdır, bu bağlamdaki avı yerinden kaldırabilmeye yönelik o anlatılması olanaksız çabayı içerirler.
Ayrıca bu çok belirli yaratı ile yine bu çok belirli hastalık arasındaki birleşmenin ne denli içten olduğunun en açık kanıtı, yaratıcı insanların acılarına başkaldırmaları sırasında normal olarak sergiledikleri kahramanlığın Proust’da hiçbir zaman kendini göstermemesidir.
Proust’un kendi mikrokozmosuna ithaf ettiği o sayısız kâğıtları kendi el yazısıyla doldurduğu hasta yatağıdır
Bu nedenle, olaya bir başka yönden de bakılarak şöyle denilebilir: Proust’da görüldüğü biçimiyle, dünyanın akışı ile yaşam arasında bu denli karmaşık bir konum, böylesine derin ve sürekli bir acı kaynağının oluşturduğu zeminden başka her zeminde tembelce bir baş eğişe götürürdü.
Proust’un konumunda ise bu acının misyonu, istek ve pişmanlık tanımayan bir fırtınanın yaratma sürecindeki yerini göstermek olmuştur.
İkinci kez olarak Mikelanj’inki gibi bir iskele, üstünde sanatçının, başını ta arkaya kadar eğmiş olarak Sistina Şapeli’nin tavanına yaradılışı resmettiği iskele gibi bir iskele yükselmiştir: Bu iskele, üstünde Marcel Proust’un kendi yaradılışının mikrokozmosuna ithaf ettiği o sayısız kâğıtları kendi el yazısıyla doldurduğu hasta yatağıdır.
Çeviren: Ahmet Cemal