Share This Article
Tanja Dückers
Birçok etkinliğe katılıp kitaplarınızdan parçalar okuyorsanız, günün birinde bazı soruların tekrar tekrar karşınıza çıktığını görmekten kaçınamazsınız. On yıllık deneyimlerimin ardından söyleyebilirim ki okurların en sevdikleri soru, açık ara şudur: “Bunlar otobiyografik mi?” Yani bunlar bizzat başınızdan geçti mi? Bundan sonra gelen soru ise: “Şu anda üzerinde çalıştığınız konu nedir?” Ardından da şunlar gelir: “Kendinizi politik bir yazar olarak görüyor musunuz?”; “Nasıl çalışıyorsunuz? Thomas Mann gibi her gün belli saatlerde mi?” Ve, ki bu gerçekten de son derece haincedir: “Yazdıklarınızın otobiyografik olup olmadığının sorulması sizi rahatsız ediyor mu?”
Birbirinden oldukça farklı kitaplardan parçalar okuduktan sonra bile sık sık karşıma çıkan bu soruları, meslek ahlakıma (benim okumalarıma gelenler, yazarın kafasını karıştıran aptalca sorulardan sonra bile iyi muamele görür) uygun bir sabırla cevapladıktan sonra kendi kendime sormaya başladım: Neden yazdıklarımın “Otobiyografik” olup olmadığı bu kadar çok soruluyor?
Yakından incelendiğinde son derece karmaşık olan bu soruya birçok farklı açıdan cevap vermek mümkün. İlk anda insanın aklına, oldukça yaygın bir duygu olan “röntgencilik” olgusu geliyor. İnsanlar şeffaf bir yazar görmek istiyorlar; onlar için bir kitabın üzerine eğilmiş bir yüz, kitapta anlatılandan çok daha ilginçtir.
Bu fenomen, yazarın yazarlık yetisinin dolaylı yoldan küçümseniyor oluşuna göre çok daha kolay anlaşılır bir şeydir: Çünkü “Bunlar otobiyografik mi?” sorusu ne kadar tekrarlanırsa, yazara ve onun yeteneğine karşı takınılan küçümseyici tavır bir o kadar açığa çıkıyor: Yaşanmış olan iyidir; kafada bir şey kurgulamak, onu hikâyeleştirmek ve kâğıda dökmek gibi sanatsal bir performans daha az değerlidir. Herkes bir şeyler uydurabilir. Çok teşekkürler!
Tanja Dückers çalışma odasında…
Güvenilmez bir dünya
Bir sonraki bakış açısı metnin içeriğiyle ilgilidir. Belki de benim metinlerim insanlarda, sık sık ileri sürüldüğü gibi, içerdikleri “barok bir ayrıntı sevgisi”yle, duyulabilir, koklanabilir ve görülebilir şeyler karşısındaki taşkın heyecanıyla, gerçekliği birebir yansıttığı duygusu uyandırıyordur ve bu da onlarda, bunların benim başımdan geçen şeyler olduğu izleniminin doğmasına yol açıyordur.
Gerçi bu, kahramanlarımın genellikle bana benzemeyen kişiler (erkekler, çocuklar, yaşlılar) oluşlarıyla çelişiyor gibi görünüyor. Zaman zaman, metinlerden birinde kendim ortaya çıksam da bu, ki olmadı değil, (Himmelskörper romanındaki asistan Dückers ya da Cafe Brazil’deki, mahkûmların gözünde gergin ve meraklı bir yazar olarak) hakkında birkaç paragraftan fazlasına gerek olmayan bir figüran şeklinde olmuştur.
Metin içeriğini hedefleyen tez aynı zamanda, bir kısmı edebi açıdan oldukça farklı yöntemlerle çalışan çok sayıdaki yazarın, son zamanlarda ortaya çıkan “bunlar otobiyografik mi” dönemiyle ilgili olarak benzer şeyler söylemleriyle de çelişiyor.
Metne dayalı açıklama girişimleri bizi hiçbir yere götürmüyor. Burada söz konusu olan sosyolojik bir olgudur: daha doğrusu, yaşanmış olana gösterilen ve giderek de artmakta olan ilgidir: Televizyondaki realiti-şovları, halkın karşısında yapılan itirafları, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan bombardımanlar, kaçış ve sürgün deneyimleri hakkındaki ikircikli anlatımlarda aynı ilgiye yöneliktir. Artık hiç kimseye ve hiçbir şeye güvenilemeyen bir dünyada, yaşanmışlık, yüksek bir değer ve geçerlilik kazanmış gibi görünüyor. Politikacılar inandırıcılık yeteneklerinden geçmiş yıllara oranla çok şey kaybetti, kilise zaten böyleydi, dogmalarsa artık hiç dikkate alınmıyor. Ve insana, sözüm ona kendi deneyimlerini yazmaktan başka bir şey kalmıyor.
Elde kalan tek inandırıcı merci kişinin duyuları ve kişisel izlenimleri oluyor. Bu artık otonom değil, bilakis bedensel öznedir –yani saf duyusal bir birey, bir kendine geri fırlatılmışlık halidir. Kişinin ruhuyla, zihniyle ortaya koyabileceği şeylerin– ideolojiler, parti üyeliği, cemaatler –büyük oranda artık güvenilirliğini, cesaret vericiliğini ya da avutuculuğunu yitirmesinden sonra inandırıcılık garantisi olarak geriye bir tek beden kalıyor. Kaldı ki, onun da şu anda muazzam bir coşkuyla karşılandığı söylenemez– hele cinsiyet ya da yaşam evreleriyle ilgili araştırmalar sonucu varılan her türden abartılı biyolojik tezlerin kol gezdiği böyle bir ortamda. Son yılların, hatta belki son yüzyılın kelimesi şudur:
Genler. Buna belki modern zamanların şifacılığı da denebilir. Ya da beyin araştırması!
Belirsiz, silik, hayali, düşsel, yarı gerçek, kurgusal: kısacası sanatsal olanın altın çağını yaşadığını söyleyemeyiz. Aşkın koku reseptörlerinin varlığına, acının da beyindeki hormon yetersizliğine dayandırıldığı, kaderin sadece rastlantı ve kalıtımla açıklandığı ve ölümün karmaşık organik süreçler içinde genel bir kafa karışıklığına yol açacak şekilde açıklanmasında güçlükler yaşanan bir çağda, sanat gibi neredeyse anarşik düzeyde öznel ve açıklanamaz bir şeyin gerektiği gibi eksiksiz olması beklenemez. Bu, şu anda pek de önemli bir sanat ortaya çıkmıyor demek değil, benim için önemli olan ne tür bir sanat yapıldığı değil, sanatın toplumdaki yerinin ve anlamının ne olduğu, onun nasıl algılandığıdır.
Görsel imgelerin hâkim olduğu bir dünyada içsel gerçekliklere yer kaldı mı?
Artık romanlar daha çok gazetecilik nitelikleriyle bezenmek durumunda, “sürükleyici” ve “dolu” olmak, bir deneyim uçuşu, bir seyahat gibi “gerilim” içermek zorundalar. Evet, bu günlerde gezi yazıları özellikle ilgi çekiyor. Ve en iyi okunanlar da polisiye romanlar.
Buna karşın şiirler garip bir şekilde yaşanmışlık açısından pek sorgulanmıyor, ki ben buna kendi şiirlerimi okuduğum şiir gecelerinde bizzat tanık oluyorum. Tam da burada, “bunlar otobiyografik mi?” sorusunun gerçek anlamda ve içtenlikle “evet” ile yanıtlanabileceği yerde manidar bir şekilde bu soru sorulmuyor. Neden? Çünkü kişinin bizzat yaşadığı şey, genellikle ancak binlerce kez yapılan formlar içinde “sunulduğu” zaman “tanınıyor”.
Gerçekten de, sadece gerçekliği birebir kopya eden şeyleri orijinal kabul edecek kadar ileri mi gittik? “Televizyonun sadece gözleri bozmadığı” yolundaki o eski kötümser teoride acaba bir gerçeklik payı yok mu? Artık görsel imgelerin hâkim olduğu bir dünyada içsel gerçekliklere yer kaldı mı? Empresyonistler ve soyut ressamlar, gerçekliği, bizim “akşam haberleri” tadında algılayışımızdan daha öznel, daha vahşi ve daha kişisel tanımladıkları için bizden ileri miydiler?
Belki de. Zira “bunlar otobiyografik mi?” sorusu doğal olarak belli bir beklentiyle de ilişkili. O da şudur, ki bu oldukça şaşırtıcıdır: Bir yazarın eserinin otobiyografik olduğu umudu! Bu umut yazarın umudunun tam karşıtıdır.
Çünkü yazar, bir günce tutar gibi gerçeklerin kabaca kaydını yapmak yerine gerçekliği yücelttiğini, onu aşkın hale getirdiğini umar. Yazmanın arkasında yatan itici güç, bir simyacı gibi deneyimi sanat içinde pıhtılaştırma, onu dönüştürme (tıpkı Thomas Mann gibi, bir parça sihirbaz olmak isteme), deneyimi, onu bozmadan kendinden uzaklaştırmak isteme sürecinde gizlidir… bir durumun, içine gizlendiği deneyim kapsülünü gerçeğin safrasından ya da “tamamen gerçek koşullar” gibi teferruattan bağımsız hale getirmek ve bir elmas gibi parlatmak isteğidir bu.
Modern talk-şov yazarlarının dışında kalan yazar, gerçeklikten kaçmayı kendine meslek edinmiş çekingen bir varlıktır aslında; bu yazar, gerçekliği en azından kâğıt üzerinde değiştirebilmeyi, onu olduğu gibi tekrar etmemeyi umar. Günümüzde sanatın genellikle “gerçeklik dolambacından” geçerek kendini legalleştirebiliyor olması, toplumla sanatçı arasında temel ve ölümcül bir yanlış anlamaya yol açıyor. Ve yetenekli anlatıcıyla yazabiliyor-olanın birbirine karıştırılmasına…
Sanat görülebilir olanın kölesi haline gelmiştir
Eskiden gerçekliğin olduğu gibi yansıtılması kutsal şeylere saygısızlık olarak kabul edilirdi. Ortaçağ sanatı sadece bir tek resim arka planı tanırdı. Leonardo da Vinci, portelerin arka planını bilinen bitki örtüsü ve hayvan görüntüleriyle doldurup merkezi perspektifi “dünyevi ölçüt” olarak resim sanatına sokmakla, zamanının sanat anlayışında bir çığır açtı.
Böylece sanat yavaş yavaş dini mesajları iletme görevinden kurtuldu ve insanın buradaki ve şu andaki var oluşuna yöneldi. Bununla beraber, yavaş yavaş gelişen kırsal manzara ressamlığı her zaman bir parça ikinci sınıf kabul edilmiştir ve –birkaç yüz yıl sonraki – ilk fotoğraflar çekilmeye başlanınca daha da kuşkuyla karşılanır olmuştur.
Uzun süre sanat, her zaman tam da görülebilir olmayandan söz etme görevine sadık kaldı. Sanat ancak bundan sonra (suçlandığı) Tanrı vakumunu tuvalden binlerce kez uzaklaştırıp cesur bir serüvenci gibi çelişki süreci içinde (resmini yapmakla senin sen olmayan bir belgeni, yani asıl seni) resmîleştirmeye başlamıştır; çok daha sonraları da –örneğin Gauguin‘deki esrarengiz içsel görünümlere – ya da soyut ekspresyonistlerdeki –ruhsal uçurumlara, işlenmemiş tarlalara – artık pek de bu dünyaya ait değilmiş gibi görünmeye başlayan eriyip gitme özlemlerine (Rothko) ve bilinçdışı enerjilere (örneğin Pollock) yönelebilmiştir.
Günümüzde bu ilişki nerdeyse tersine dönmüştür: Plastik sanatlar ve edebiyat, görülebilir olanın, nesnelleştirilebilir olanın ve dolayısıyla, Pop Art’ta olduğu gibi, banal olanın kölesi haline gelmiştir.
Bugün artık iyi bir roman sadece meydana gelen olayların düzgün bir şekilde yeniden anlatımı mıdır peki? Ben şunu düşünmeye devam ediyorum: “Sizin yaşlı bir kadının bunaklığını bir torunun perspektifinden anlatışınız olağanüstü ve geçekçi, bütün bunları bizzat yaşadınız mı?” gibi bir soru, “Evli misiniz?” sorusundan çok daha küstahça bir sorudur.