Share This Article
Bugün yalanla, bilgisizlikle mücadele etmek ve gerçeği söylemek isteyen bir yazar, en azından beş güçlüğü yenmek zorundadır. Yazar, bütün baskılara rağmen, gerçeği söylemek cesaretini göstermeli, ne kadar gizlenirse gizlensin, onu gün ışığına çıkarıp bir silah gibi kullanabilmeli; gerçeğin kimlerin elinde etkili olacağına karar verebilmeli ve gerçeği onlara iletecek kadar zeki olmalıdır. Faşizm döneminde yazanlar için bu güçlüklerin üstesinden gelmek çetin bir iştir. Faşizmden kaçanlar ya da kovulanlar, hatta burjuva özgürlüğünün hüküm sürdüğü bir rejimde yaşayanlar da bu güçlüklerle karşı karşıyadırlar.
1) Gerçeği söyleme cesareti
Yazarın gerçeği söylemesi, örtbas etmemesi, gerçeğe aykırı hiçbir şey yazmaması gerektiği açıkça görülmektedir. Yazar ne «güçlülere» boyun eğmeli, ne de güçsüzleri aldatmalıdır. Güçlülere boyun eğmemek çok zordur. Güçsüzleri aldatmak ise çok kolaydır. Güçlülerin hoşuna gitmemek, her şeyden vazgeçmek demektir.
Emeğinin karşılığını almaktan vazgeçmek, bazen çalışmaktan vazgeçmektir. Güçlülerden yana olmayı reddetmek ise, çoğu zaman, gösterişe, şöhrete boş vermek demektir. Baskı ve şiddetin son derece arttığı devirler, genellikle, parlak sözlerin geçerli olduğu devirlerdir. Fedakârlık anlayışının göklere çıkarıldığı bu devirlerde işçilerin beslenmesi ve barınması gibi önemsiz ve bayağı konulardan söz etmek yürek ister.
Köylülere övgüler yağdırılırken, onların yere göğe sığdırılamayan emeğini daha verimli kılacak tarım makinalarından ve yemlerin ucuzlatılmasından söz etmek yürek ister. Bütün hoparlörler, bilgisiz insan, bilgili insandan yeğdir diye bağırırken «kimin yararınadır bu» demek yürek ister. Sadece üstün ırklara hayat hakkı tanıdığı bir dönemde, bunca felaketin açlık, bilgisizlik ve savaş yüzünden meydana geldiğini söylemek yürek ister. Ezilmiş, yenik düşmüş bir insanın kendini eleştirmesi de yürek ister. Zulüm görenler hatalarını kabul etmeyi göze alamazlar.
Zulüm korkunç bir haksızlık gibi görünür onlara. Zalimlerin kötü yürekli oldukları için zulmettiklerine, güçsüzlerin ise, erdemlerinden ötürü zulüm gördüklerine inanırlar. Oysa tepelenmiş, yenik düşmüş bir erdemdir bu, gücünü yitirmiştir artık. Yani güvensizlik veren, yararsız bir erdemdir. Çünkü, erdemin güçsüzlüğü kolayca kabul edilecek bir şey değildir.
Yağmurun yaş olduğunu kabul etmeye benzemez bu. İyilerin erdemli oldukları için değil, güçsüz ve korkak oldukları için yenildiklerini söylemek de yürek ister. Gerçeği, yalanla mücadelesi içinde göstermek ve onu genel, erişilmez, belirsiz bir şey haline getirmemek gerekir. Aslında, yalanın kendisidir genel ve belirsiz olan.
Bir kimsenin gerçeği dile getirdiği belirtilince önce diğerlerinin, yani birçoklarının ya da bir tek kişinin başka bir şey söylediği, meselâ yalana başvurduğu, yuvarlak sözleri tekrarladığı belirtilmiş olur. Gerçeği dile getiren ise, pratik, somut ve inkâr edilemez bir şeyi, belirtilmesi gereken bir şeyi söylemiştir…
Dünyanın çığırından çıktığını, yuvarlak sözlerle dile getirmek pek cesur olmayı gerektirmez. Bazıları, sanki toplar kendi üzerlerine çevrilmişçesine yiğitlik taslar, belirsiz, genel haklardan söz ederler uluorta. Uğrunda hiçbir şey yapmadıkları ve uzun zamandan beri çöplendikleri bir ganimetten pay almalarını sağlayacak bir özgürlüğü savunurlar.
Onlara göre, gerçek, kulağa hoş gelen bir şeydir sadece. Gerçek, rakamlardan ve olgulardan ibaretse, gerçeği gün ışığına çıkarmak için çaba harcamak ve incelemeler yapmak gerekiyorsa ilgilenmezler, boş verirler. Gerçeği gevelemekle yetinirler sadece. Aslında neyin gerçek olduğunu bile bilmezler.
14.8.1956 tarihinde, Brecht ve dünyaca ünlü Avusturyalı tiyatro aktristi Helene Weigel yan yana…
2) Gerçeği gün ışığına çıkarmak
Baskı ve şiddet dönemlerinde gerçeği söylemek güçtür, bu yüzden, gerçeği söyleyip söylememek birçoklarına göre sadece bir namus meselesidir. Onlar bunun bir cesaret meselesi olduğunu sanırlar. İkinci güçlüğü, yani gerçeği gün ışığına çıkarmanın (keşfetmenin) güçlüğünü unuturlar. Aslında onu gün ışığına çıkarmak pek kolay değildir.
Önce, hangi gerçeği söylemek gerektiğini keşfetmek bir hayli güçtür. Meselâ, bugün, büyük bir devletin (Nazi Almanyası’nın), bütün dünyanın gözü önünde, en aşağılık bir barbarlığın içine gömüldüğünü, üstelik, en korkunç bir şekilde sürdürülen iç savaşın, belki de, dünyayı bir enkaz yığını haline getirecek genel bir savaşa yol açacağını herkes bilmektedir. Şüphesiz, bir gerçektir bu ama bunun yanı sıra başka gerçekler de vardır. Meselâ, iskemlelerin insanlar otursun diye yapıldığı ve yağmurun gökten yere yağdığı yanlış değildir.
Yazarların çoğu bu tür gerçekleri dile getiriyorlar. Onlar, batmakta olan bir geminin üzerine resim yapan ressamlara benziyorlar. Sözünü ettiğimiz ilk güçlüğü göze almıyorlar hiç. Ama gene de vicdanları rahat. Zalimlerin hışmına uğramaksızın yapıyorlar resimlerini fakat kurbanların çığlıkları ilgilendirmiyor onları. Buna rağmen, dile getirdikleri gerçeklerin, iskemlelerin ne için yapıldığını ve yağmurun nasıl yağdığını belirtmekten başka bir şeye yaramadığını söylemek bile kolay değildir, çünkü gerçeklere bambaşka bir kılıf giydirmesini biliyorlar.
Söyledikleri şey aslında şundan ibarettir: «iskemle iskemledir» ve “hiç kimse yağmurun gökten yere yağmasını önleyemez.” Belirtilmesi gerekli gerçeği keşfetmek kolay değildir. Birçokları, en acil meseleleri halletmeye uğraşırlar ne güçlülerden korkarlar ne de yoksulluktan. Gene de gerçeği keşfedemezler. Bilgileri yeterli değildir. Kafalarının içi hurafelerle, önyargılarla doludur. Geçmişi özlerler. Dünya akıl erdiremeyecekleri kadar karmaşıktır. Yeterli veriler yoktur ellerinde. Ekonomik ve sosyal ilişkileri göremezler. Sadece namuslu olmak yetmez. Bilgi edinmeleri, metotlu çalışmaları gerekir. Büyük değişikliklerin meydana geldiği, karışıklıklarla dolu dünyamızda diyalektiği, ekonomiyi ve tarihi bilmek zorundadırlar. Bu bilgiyi kitaplardan ve hayattan edinebilirler. Gerçeklerin birçoğu, daha kolay yollardan keşfedilebilir.
Gerçeği araştırmak isteyenin bir metottu olmalıdır, ama gerçek, metotsuz da, hiçbir araştırma yapmaksızın da bulunabilir. Fakat rastlantılara bel bağlayarak yola çıkıldı mı, insanlara, nasıl davranmaları gerektiğini öğretecek bir gerçeklik anlayışına erişmek pek mümkün değildir. Sadece basit olguları tespitle yetinenler, dünyamızın anlaşılmasını sağlayamazlar. Oysa dünyayı anlamak ve değiştirmektir gerçeğin amacı.
3) Gerçeği bir silah gibi kullanabilmek
Çok yaygın bir görüşü ele alalım. Bu görüşe göre, faşizm, kapitalizm ile sosyalizmin yanında yer alan (ve onlara hâkim olan) yeni bir kuvvettir, bir üçüncü kuvvettir.
Bu görüşe göre, sadece sosyalizm değil, aynı zamanda kapitalizm de, faşizme rağmen, var olmakta devam edecektir. Düpedüz faşist bir görüştür, faşizme taviz vermektir bu. Faşizm, kapitalizmin yer aldığı tarihi bir safhadır, yani hem yeni hem de eski bir şeydir. Kapitalizm, faşist ülkelerde ancak faşizm şeklinde var olur ve kapitalizmin en açık, en aşağılık, en gaddar ve en yalancı şekli olan faşizmi yenmenin tek yolu, kapitalizmle mücadele etmektir.
Faşizmi doğuran kapitalizmi yermeksizin, faşizmle nasıl mücadele edilebilir?
Kapitalizme baş kaldırmaksızın, faşizmle mücadele edenler, barbarlığın yarattığı barbarlıktan yakınanlar, dana pirzolası yemek isteyen ama danaların öldürülmesine razı olmayan insanlara benziyorlar. Dana eti yemek istiyorlar ama kan görmeye dayanamıyorlar. Onları hoşnut etmek için, kasabın, eti vermeden önce, ellerini yıkaması yeter. Onlar, barbarlığı yaratan mülkiyet ilişkilerine değil, sadece ve sadece barbarlığa karşı çıkıyorlar. Barbarlığı yerenler, bunu aynı mülkiyet ilişkilerinin hüküm sürdüğü ama, kasapların, et vermeden önce, ellerini yıkadıkları bir ülkede yapıyorlar.
Şiddet tedbirlerinden yakınmalar, halk bu tedbirlerin kendi ülkelerinde mümkün olmadığına inandığı sürece belki bir an için etkinlik kazanabilir. Bazı ülkeler, mülkiyet ilişkilerini görünüşte pek sert olmayan tedbirlere başvurarak devam ettirebiliyorlar. Başka ülkeler amaçlarına ulaşmak için şiddete başvurdukları halde, diğer bazı ülkeler, üretim araçlarının mülkiyetini garanti eden demokrasiden yararlanıyorlar. Fabrikalar, madenler ve toprak mülkiyeti üzerine kurulan tekel, her yerde barbarlığın şartlarını yaratır ama bu şartları ustaca gizler. Bu tekel, kendi varlığını korumak için doğrudan doğruya şiddete başvurduğu andan itibaren, barbarlık bütün açıklığı ile görünür.
Barbar tekellerin, hukuk kurallarını hiçe saymalarına, sanata, felsefeye, edebiyata sırt çevirmelerine göz yuman bazı ülkeler, yabancı konukları davet ederek, sanatı, felsefeyi, edebiyatı yeren konuşmalar yaptırmaya can atıyorlar; savaş hazırlıkları için, savaşı haklı göstermek için yararlanıyorlar bundan. Meselâ, devrimizde her türlü felaketin ve kötülüklerin anavatanı olan Almanya’ya karşı bir savaş açılmasını körükleyenlerin gerçeği kabul ettikleri söylenebilir mi?
Olsa olsa, bunların güçsüz ve zararlı birer budala oldukları söylenebilir. Çünkü bu çığırtkanlık, Almanya’nın mahvolması ve bütün Almanların öldürülmesi sonucunu doğuracaktır. Çünkü zehirli gaz, suçlular arasında hiçbir fark gözetmeksizin öldürür.
Gerçeğin ne olduğunu bilmeyen bir insan, onu boş, anlamsız sözlerle anlatır. Meselâ, “Almanlar” hakkında veriştirir, “kötülük” ten yana yakıla söz eder.
Dinleyen ne yapacağını bilemez. Almanlıktan mı vazgeçmelidir? Kendisi iyi bir insan olursa bu cehennem hayatı son mu bulacaktır? Barbarlığı, barbarlık yaratır ve barbarlık, eğitimin yarattığı ahlâklı davranış sayesinde ortadan kalkar denir. Bütün bu parlak sözlerin pratikte hiçbir geçerliği yoktur ve aslında kimseye hitap etmez. Bu tür konuşmalar, sebepler zincirindeki birkaç halkayı belirtir sadece ve bazı muharrik güçleri, durdurulması imkânsız güçler olarak gösterir. Oysa, bunlar, felaketlere sebep olan güçlerin gizli kalmasını sağlayan karanlık sözlerdir.
Faşizm, insanın yapısından ileri gelen tabii bir felaket değildir. Tabiî felâketleri bile dile getirmenin insana yaraşır bir tarzı vardır; bu da insanın mücadeleci gücüne seslenen bir anlatım tarzıdır.
Yokohoma’yı yerle bir eden büyük bir depremden sonra, Amerikan gazetelerinin birçoğunda, bir deprem alanını gösteren fotoğraflar yayınlanmıştı. Fotoğrafların altında “steel stood” (çeliğe hiçbir şey olmadı) diye yazılıydı. Gerçekten de okurların dikkati bu nokta üzerine çekildi mi, ilk bakışta sadece yıkıntılar gören bir kimse, çelik binaların depremden zarara uğramadığını fark edecektir. Depremle ilgili yazılarda yapı mühendislerinin söyledikleri son derece önemlidir. Çünkü onlar, toprak kaymasını, sarsıntıların şiddetini, meydana gelen ısının derecesini hesaba katarlar ve depreme dayanıklı binaların yapılmasını sağlarlar. Faşizmden, savaştan ve bunca felaketten söz eden bir kimse, pratik geçerliği olan bir gerçeği dile getirebilmelidir. Yani faşizmin de savaşın da üretim araçlarından yoksun emekçi kitlelerin başına, üretim araçları sahiplerinin sardıkları belalar olduğunu göstermelidir.
Felâketler, kötülükler, gerçekten dile getirilmek isteniyorsa, bunlardan kaçınmanın yollarını gösteren bir şekilde anlatılmalıdır. Bu felaketlerden kaçınmanın yolları bilinince, kötülüklerin birçoğu ortadan kaldırılabilir.
Brecht, 1948 yılında oyun setinde…
4) Gerçeğin kimlerin elinde etkili olabileceğine karar vermek
Yazılı belgelerin, fikir ve sanat pazarında yüzyıllardan beri süregelen alışılmış kuralları, yazarı, eserinin kimin eline geçeceği kaygısından kurtardığı için, onda, yazdığı şeyin aracı ya da tüccar tarafından herkese ulaştırılacağı izlenimini yaratır. Oysa, aslında, yazar konuşuyor ve onu, parası olanlar (eserini satın alabilenler) dinliyordu. Söylediklerini herkes duymuyordu, duyanlar ise, herhangi bir şeyi dinlemek istemiyorlardı. Çok tartışıldı bu mesele. Burada şunu belirtmekle yetineceğim: “Birine yazmak”, “yazmak” oluverdi. Oysa, gerçek, öyle sadece iyi niyetle yazılamaz. Ondan yararlanabilecek olan “birine” yazmak gerekir mutlaka. Gerçeğin bilinmesi, okurlarla yazarlar arasında geçen ortaklaşa bir süreçtir. Doğru şeyleri söylemek için iyi anlamak ve iyi anlatmak gerekir. Söyleyen de dinleyen de gerçeği iyi tanımalı, iyi düşünmelidir. Ve biz yazarlar için gerçeği kime söylediğimiz ve onu bize kimin söylediği önemlidir.
Gerçeği, kötülüklerden, felaketlerden en çok zarar görenlere söylemeli ve onlardan öğrenmeliyiz. Dinleyicilerimiz (okurlarımız) durmadan değişecektir. Bavyeralı köylüler, her türlü ayaklanmaya karşıydılar, ama savaş uzayınca ve cepheden dönen oğulları çiftliklerde iş bulamayınca, onlar da ayaklandılar.
Yazarlar için, gerçeğin nasıl söyleneceği önemlidir. Genellikle, gerçeğin, yavaş sesle, ağlamaklı bir sesle, karıncayı bile incitmeyen insanların edasıyla söylendiğini duyarız. Bu sesi duyan kimse, yoksulluk içinde yüzen biriyse, büsbütün mutsuz olur. Duyduğu ses, belki düşmanların sesi değildir, ama onun uğruna mücadele edenlerin sesi de değildir. Gerçek, mücadelecidir ve sadece yalanla değil, yalanı dört bir yana ileten çok kararlı kimselerle de mücadele eder.
5) Gerçeği iletecek kadar zeki olmak
Gerçeği söylemek cesaretini gösterdim diye gurur duyanlar, onu keşfetmenin mutluluğuna erenler ve gerçeği yararlı kılacak bir çaba göstermekten yorulanlar, çıkarlarını savundukları kimselerin gerçeği sahip çıkmalarını sabırsızlıkla beklediklerinden, gerçeği yazmak için zeki olmanın gereğini duymuyorlar. Bu yüzden, çoğu zaman, emeklerinin meyvasını devşiremiyorlar. Gerçek, gizlendiği, baskı altında tutulduğu dönemlerde onu yaymanın, iletmenin bir yolu bulunabilir.
Konfüçyüs, ülkesini ilgilendiren eski bir belgede değişiklikler yapmıştı. Birkaç kelimeyi değiştirmişti sadece. Metinde, İmparator Kun, filozof Wan’ı, dilini tutmasını bilmediği için, ölüme mahkûm etti diye yazılıydı. Konfüçyüs, “ölüme mahkûm etti” yerine, “öldürttü” dedi. İmparator Untel, bir suikasta kurban gitti diye yazılıydı, Konfüsyüs “gebertildi” dedi. Böylece, Konfüçyüs, tarihin yeni bir şekilde yorumlanmasına yol açtı.
Devrimizde, “toprak yerine”, “toprak mülkiyeti”nden söz eden kimse, yalana başvurmaktan kaçınmış olur. Kelimelere başka bir anlam yüklemez; yani topraktan söz açan, tarlaları, buram buram kokan çiçekleri ve toprağın bereketliliğini dile getiren bir yazar, böylece, yöneticilerin yalanlarını kolaylaştırır.
Çünkü, mesele ne toprağın bereketliliği ne de insanlardaki toprak sevgisidir. Aslolan, buğday fiyatları ve emeğin ücretidir. Topraktan kazanç sağlayanlar, kızgın güneş altında buğday üretenler değildir ve toprağın kokusu Borsa’yı ilgilendirmez. Oysa toprak mülkiyeti dendi mi, yalan açığa çıkmış olur. Baskı ve şiddetin söz konusu olduğu bir ülkede “disiplin” yerine “itaat, boyun eğme” sözünü kullanmak gerekir.
Çünkü disiplin, ille de bir müstebittin varlığını gerektirmez ve “itaatten, boyun eğmekten” daha yüce bir anlam taşır. “Şeref” yerine, “insanlık onuru”ndan söz edilirse, fert görüş alanından silinmemiş olur. Bir ülkenin şerefini ayak takımının kurtardığı ve yönetici zenginlerin, açlıktan ölenlere şeref dağıttığı bilinen bir şeydir. Konfüçyüs’ün tutumu bugün de geçerlidir. Konfüçyüs, ülkesindeki olayların yanlış yorumlanmasını önlüyordu. İngiliz Thomas More’un Ütopya adlı eserinde, adil bir rejimin hüküm sürdüğü bir ülkeyi anlatıyordu, ama aslında, kendi ülkesine çok benzeyen bambaşka bir ülkeden söz ediyordu. Lükres, epikürcü ateizmi, mısralarının güzelliği sayesinde yaydığını belirtiyordu.
Üstün artistik bir nitelik, önemli bir fikrin anlatılmasını sağlayabilir. Şüphe uyandıracak bir nitelikse bu, dozu kasten azaltılabilir. Meselâ, polis romanları yoluyla, toplumun eleştirisi yer yer yapılabilir.
Shakespeare, daha basit bir artistik anlatım seçmişti. Korialanus’un anasının, Roma üzerine yürüyen oğluna karşı çıktığını belirtirken, bazı önemli sebeplerden dolayı, bir başka dil kullanmıştı. Korialanus tasavvurundan vazgeçsin istiyordu. Ama bunu, birtakım sebeplerden, ya da derin bir coşkunluktan ötürü değil, zayıf karakterli olduğu için, eski alışkanlıklarının etkisiyle yapmasını bekliyordu. Shakespeare, gerçeği nasıl ileteceğini biliyordu. Antonius’un, Sezar’ın cesedi başında söyledikleri bunun tipik bir örneği idi. Antonius, Sezar’ın katili Brutus’un şerefli bir insan olduğunu ısrarla belirtiyor ama onun yaptıklarını da anlatıyordu ve böylece, bu sözler daha büyük bir etki yaratıyordu.
Dört bin yıl önce yaşamış Mısırlı bir şair buna benzer bir yola başvurmuştu. Mısır’da iç savaşların hüküm sürdüğü bir devirdi. Yönetici sınıf, büyük düşmana, yani kölelere karşı kendini güçlükle savunuyordu. Söz konusu şiirde saraya bir bilgin gelir ve iç düşmana karşı savaşılmasını önerir, kölelerin isyanı yüzünden meydana gelen karışıklığı uzun uzun anlatır:
Soylular gözyaşı döküyor, soysuzlar sevinç içinde. Güçsüzleri aramızdan kovalım sözleri yükseliyor her kentten.
Değirmenleri zenginler döndürüyor şimdi, gün ışığı görmeyenler ortalıkta dolaşıyor. Hazineler yağma edildi, saray harabeye döndü. Yoksullar zengin oldu, ekmek bulamayanlar buğday ambarlarına kavuştu. Ambarları başkalarının mallarıyla dolup taşıyor.
Başkalarının sadakalarıyla geçinenler şimdi sadaka dağıtıyorlar.
Bir çift öküzü bile olmayanların sürüleri var. Sabanını koşacak hayvan bulamayan ağıl sahibi şimdi.
Barınacak yerleri olmayanlar şimdi konaklarda oturuyor.
Saray danışmanları buğday ambarlarında yatacak yer arıyor, sokaklarda yatanlar ise, ipek yorganlar altında uyuyorlar.
Bir kayığı bile olmayanın gemileri var, sahibi boynunu bükmüş bakıyor. Bir giydiğini bir daha giymeyenler, paçavralar içinde dolaşıyor. Kendisi için bir arşın bez bile dokuyamıyan işçi, ipeklere bürünmüş şimdi.
Zengin susuzluktan yanarken, yoksul arp çalıyor. Ömründe ağzını bıçak açmayanın evinde şarkılar söyleniyor şimdi.
Yoksulluk yüzünden kadınsız gezenler, asil kadınlarla düşüp kalkıyor. Çarşıya pazara gönderilenler, şimdi alışverişe başkalarını yolluyorlar.
Efendilerin uşakları: biz amacımıza eriştik, sürünmek sırası “şimdi” sizde diyorlar.
Şüphesiz, ezilenlerin, yani yoksulların çok hoşlanacağı bir anlatım tarzıdır bu. Ama yazara kimse bir şey diyemiyor, çünkü nasıl anlatacağını biliyor.
Swift, yoksul çocukların bir mezbahaya doldurup kasaplık et diye satılmalarını ve böylece, memleketin refaha kavuşacağını önermişti bir eserinde. Ama Swift bile bile yapıyordu bunu. Nefret ettiği bir anlayışı, bir uygulamayı yeriyordu. Ne kadar büyük bir nefret duyduğu kimsenin gözünden kaçmıyordu.
Hangi alanda olursa olsun, savunulan düşünceyi akıllıca, yani bir kolayını bularak, anlatmak, ezilmişlerin davasına yararlıdır. Çok gereklidir bu. Düşünmek, sömürü düzeninde aşağılık bir şey olarak kabul edilir çünkü.
Toplumun en yoksul tabakalarına yarar sağlayan faaliyetlere, kötü gözle bakarlar. İhtiyaçların giderilmesini düşünenler aşağılık bir yaratık olarak kabul edilirler. Açlar, oburlukla; savunacak hiçbir şeyi olmayanlar, korkaklıkla; zalimlere güvenmeyenler güçsüzlükle, emeğinin karşılığını almak isteyenler tembellikle suçlanır. Böylesine toplumlarda, düşünmek, genellikle, aşağılık ve zararlı bir şeydir. Düşüncelerin açıklanmaması, söylenmemesi istenir. Ama gene de bir yolu vardır düşünceleri söylemenin.
Bilimlerin gelişmesi, sektörler arasındaki hız farklarına rağmen bir tutarlılık gösterir ve yöneticiler, her şeyi kontrol edemezler. Gerçeğin savunucuları, düşman gözlerin nispeten göremeyeceği mücadele alanları seçebilirler. Aslolan, doğru düşünme metodunu, yani her şeyde ve her fenomende değişen ve değişebilen veçheleri gün ışığına çıkaran bir metodu öğretmektir.
Yöneticiler büyük değişikliklerden nefret ederler. Her şeyin olduğu gibi kalmasını, binlerce yıl devam etmesini isterler. Göçüp gitmekte olanı ortaya koyan bir araştırma metodu, ezilenleri yüreklendirmenin en kestirme yoludur. Durmadan değişen birçok şey arasında bir bağlılık bulunduğunu ve her şeyin bir çelişkiler bütünü olduğunu ileri sürmek, diktatörlerin hiç hoşlanmadıkları ve çok tehlikeli buldukları bir tutumdur.
Kitleleri sefalete mahkûm eden yöneticiler, bu sefalete kendilerinin sebep olduğunun bilinmemesini isterler. Kaderden söz ederler, bol bol. Sefalet onların hatası değil, kaderin cilvesidir. Bunun aksini söyleyenler ve düzendeki bozukluklarının sebeplerini araştıranlar, çoğu zaman kodesi boylar.
Özetleyelim…
Avrupa kıtasının korkunç bir barbarlığın içine yuvarlanmış olması ve bunun, üretim araçları üzerinde hüküm süren mülkiyet ilişkilerinin şiddet ve baskı yoluyla devam ettirilmek istenmesinden ileri geldiği, çağımızın büyük gerçeğidir (sadece bu bilgiyle yetinmek pek bir şeye yaramaz, ama bunsuz, önemli hiçbir gerçeğe erişemeyiz). Niçin bu hale düştüğümüzü açıkça göstermeden barbarlığın üzerimize çöreklendiğini belirtmek neye yarar? Zulüm görüyorsak, bunun sebebi, mülkiyet ilişkilerinin devam ettirilmek istenmesidir.
Bunu söylemekle dostlarımızı, yani mülkiyet ilişkilerinin şiddete başvurulmaksızın devam ettirilmesinin mümkün olduğunu sananların birçoğunu yitireceğimiz şüphesizdir.
Nazi Almanya’sında hüküm süren barbarlığın iç yüzünü ortaya koyan gerçeği söylemek zorundayız, çünkü bu barbarlığa son verecek, yani mülkiyet ilişkilerini değiştirecek eylemi gerçekleştirmek ancak böyle mümkündür.
Gerçeği, mülkiyet ilişkilerinden en çok zarar görenlere ve bu ilişkilerin değiştirilmesini özleyenlere söylemek ve bu beş güçlüğün hepsini birden halletmek zorundayız.