Share This Article
Evet, bilmem kaçıncı doğum yıldönümünde (yoksa ölüm yıldönümü müydü? Adamın kendisini doğru dürüst bilmedikten sonra, nasılsa pek fark etmez…) Brecht’i Türkiye’de nasıl bilirsiniz? Olayı açmak amacıyla, soruları biraz çoğaltalım: Biraz aşağıda sayılacak gerçekler karşısında, Brecht’i Türkiye’de nasıl bilebilirsiniz? Bildiğinizi nasıl ileri sürebilirsiniz?
Brecht’in kendisine ilişkin eksik bilgilerden ve eksik kaynaklardan söz etmezden önce, daha genele gidelim. Diyelim ki bir toplum var, kendi Halit Ziyasını, Tanpınarını, kendi temaşa geleneğini, türlü seyirliklerini, tanzimatlarını ve meşrutiyetlerini doğru dürüst (bazı kuşakları açısından da hiç!) bilmez; diyelim ki aynı toplum, Nâzımını, Divan şiirini bilmeye gerek duymadan sevdiğini, anladığını, ilerici şiirinde ondan yararlandığını savunmaya kalkışır ya da sivrilen yeni yazın yapıtlarını irdelerken, yerini ve önemini saptamaya çalışırken, bir roman, şiir veya hikâye geleneği doğrultusunda (geleneksel çizgilere karşı çıkarak veya onların devamı niteliğinde bir yapıt olduğunu vurgulayarak) arayışlar içersine girmek yerine, mantar toplama zihniyetiyle dayanır; bir düşünce ve genel kültür ortamı ki Marx, Hegel’siz anlaşılabilir, Brecht’in devrimci tiyatrosu, klasik tiyatro bilinmeden özümsenebilir, bir Adorno’nun Estetik Kuramı dilimize çevrilmişken, aynı Adorno’nun estetik görüşleri üzerine aynı dilde sayfalarca yazı (bilmeyenlerin bilenlerden alıntılamaları yoluyla!) döktürülür; başlıca temsilcilerinin yazıları, kitapları henüz benek benek çevrilmiş bir Frankfurt Okulu’nun görüşleri (elbet sözde!) uygulama alanı bulur. Falan filan…
Bu örnekler, istendiğince uzatılıp çoğaltılabilir. Ama hazır “Brecht’i nasıl bilirsiniz?” diye bir soru sormuşken, biraz da – zaten Brecht’in arkasında asıl sorunumuz olan – bilmekten, bir şeyin nasıl bilinebileceğinden söz edelim. Böyle bir yazı çerçevesinde konuyu doğal olarak kısıtlı ele alabileceğiz.
Bu çerçevede olmak üzere, kanımca bir noktanın belirtilmesi çok önemli: “Az”, “biraz”, “epey” bilinebilecek konular/nesneler vardır, bir de bu nitelendirmelerin kullanılamayacağı, başka deyişle “az”, “biraz” ya da “epey” değil ama ancak “bilinebilecek” nesneler/konular vardır. Bu ikinci öbeğe girenler ya bilinir ya bilinmez, ortası yoktur. Bu konuda bir “orta”nın, ya da derece farkının olabileceğine inananlar “bilgisizler” kategorisine girerler. Bu bağlamda olmak üzere “hiçbir şeyin tam olarak bilinemeyeceğini” ileri sürenler ise yaşamları boyunca zaten hiçbir şey bilemezler.
Brecht’i bilmek tıpkı benzerlerini bilmek gibi ancak kaynaktan olabilir
Örneklersek eğer, Büyükada’yı, Beyoğlu’nu, Zeytinburnu’nu, Kayseri’yi, Edirne’yi vb. “biraz” veya “epey” bildiğimizi – daha çok “tanımak” anlamında olmak üzere – söylemekte yukarıdaki düşünceler açısından bir sakınca yoktur. Aynı durum, örneğin “çiçeklerden biraz anlamak” bakımından da geçerlidir ve çiçeklerden yalnızca “biraz” anlamak – bunu söyleyenin uğraşı bahçıvanlık değilse eğer! – kitlesel / toplumsal açıdan beraberinde büyük sakıncalar getirmez; çiçeklerden yalnızca “biraz” anlayanın bazı çiçekleri tutar, bazıları yaşamaz, o kadar. Yemek pişirmeyi “biraz bilen”lerin yapabildikleri ve beceremedikleri yemekler vardır. Bu örnekler de çoğaltılabilir.
Ama bir düşünce, bir felsefe, bir dünya görüşü, bir sanat kuramı, bir sanatçının sanatçı, bir düşünürün düşünür kişilikleri “az”, “biraz” veya “epey” bilinemez. Bunlar ya bilinen ya da bilinmeyen konulara girer. Dolayısıyla, bunları bildiğimizi söyleyebilmemiz, bu konulara ilişkin ne kadar bildiğimiz sorusunun sürekli egemenliğinde kalmak durumundadır. Albert Camus, “biraz” bilinmez; bu biraz, Camus’nün bazı kitaplarının okunup, çoğunun okunmadığı anlamındaysa eğer, o zaman “bilmek” sözcüğünün burada yeri yoktur. O zaman Camus’nün “bazı” kitaplarının bilinmesi söz konusudur, yoksa bütün bir dünya görüşünün ve felsefesinin bilinmesi değil! Ama ülkemizde Camus, Sartre, Heidegger, Jaspers gibi düşünürleri “başka türlü” bilmek ve tanımak da olasıdır. Örneğin bir FELSEFE ANSİKLOPEDİSİ’nin “Düşünürler Bölümü”nde, Kierkegaard anlatılırken, önce bu düşünürün “gençliğinde züppe bir kılıkla kahvelerde, tiyatrolarda, meyhanelerde bir hayli para yediği” -bu açıklamaların “felsefe” ile nasıl bir ilgisi varsa! – belirtildikten sonra, açıklamalar şöyle noktalanmıştır:
Görüldüğü gibi Kierkegaard, felsefe niyetine, kendisi gibi zengin doğmuş sıradan bir adamın yaşamını anlatıyor: Önce vur patlasın çal oynasın, sonra orta yaş durgunluğu, en sonunda da yaşlılık dindarlığı. İşte Heideggerleri, Jaspersleri, Sartreları, Camusleri çalakalem bilimdışı zırvalar döktürmeye iten, bu bayağı yaşamdan ibarettir. Kılavuzu Kierkegaard olanların başı bu sonuçtan kurtulamaz elbet.
Görüldüğü gibi ancak bir mahalle dedikodusunun anlatılmasında kullanılabilecek bu dil, düşünce dünyamızda bir FELSEFE ANSİKLOPEDİSİ’nde yer almış, Erasmus’u anlatırken “Evlilikdışı doğmuş bir çocuktu, yoksuldu. Ama yaşadığı sürece kendi mutluluğunu yaratmasını, yarattıktan sonra da onu korumasını bilmiştir” Heidegger’i anlatırken:
Çağımızın en tipik bulanık kafalarından biridir. Olaybilimci Husserl’in asistanıydı. Kafasındaki bulanma herhalde Husserl asistanlığından başlamış olmalı.
Johan Huizinga’yı anlatırken: “Ona göre savaş bir oyunmuş. Gülünç, ama bir bakıma yalan da değil. Savaş, onu, ellerinde şampanya kadehi sıcacık bir odadan dışardaki kar fırtınasını seyreder gibi seyredebilenler için gerçekten bir oyundur… İşte kültür filozofumuzun kültürü böylesine toplu tüfekli paldır küldür bir kültürdür” gibi “felsefi” ifadelere yer veren bu ansiklopediye (!) karşı, görebildiğim kadarıyla, felsefe dünyamızdan da pek ses çıkaran olmamıştır. Bilgi kaynaklarımızın arasında ne incilerin yer alabildiğini gösteren bu örnekten sonra, gelelim Brecht’i bilmeye.
Elbet Brecht’i bilmek de, tıpkı benzerlerini bilmek gibi, ancak kaynaktan olabilir, başka deyişle kendi yapıtlarından. Onun için, önce Brecht’in yapıtlarından dilimize ne kadarı geldi, kabataslak gözden geçirelim.
‘Klasik tiyatro’ geleneği bilinmeden de epik tiyatro yapılabileceği kanısı yerleşti
Bertolt Brecht’in Suhrkamp Yayınevi tarafından yayımlanan Toplu Yapıtları (Gesammelte Werke), 20 cilt ve yaklaşık sekiz bin sayfa tutar. Bu yirmi cildin ilk yedisi Brecht’in oyunlarına, üçü şiirlerine, dördü düzyazılarına, üçü tiyatro üzerine yazılarına, ikisi yazın ve sanat üzerine yazılarına, sonuncu cilt ise toplum ve politika üzerine yazılarına ayrılmıştır. Brecht’in günceleriyle, mektupları ve notları, bu yirmi cildin dışındadır.
Bu sekiz bin sayfadan, dilimize bugüne değin – en iyi olasılıkla – ancak üç bine yakın sayfa çevrilebilmiştir. Başka deyişle, sanat ve yazın dünyamızda yıllardır dilimizden düşürmediğimiz bu büyük şair, yazar ve tiyatro adamının yaratısının üçte ikisinden fazlası, henüz dilimize getirilebilmiş değildir. Çevrilmiş olanlar da genelde belli bir sistem içersinde sunulabilmiş olmaktan uzaktır. İşin bu yanını biraz daha ayrıntılı irdeleyelim:
1) Tiyatro üzerine yazılar: Biraz yukarıda da belirttiğimiz gibi, Toplu Yapıtları’nda Brecht’in Tiyatro Üzerine Yazılar‘ı üç cilt ve toplam 1295 sayfadır. Bu üç cilt içersindeki yazılar düzenlenirken, Brecht’in kendi gelişme süreci içersinde bir epik tiyatro kuramı oluşturduğu göz önünde tutulmuş, bu nedenle epik tiyatroya giden yolun yeterince belirginleşebilmesi için zaman-dizinsel bir sıra izlenmiştir. Bu sıra içersinde yazılar, Brecht’in Augsburg’da kaleme aldığı ilk tiyatro eleştirileriyle başlatılmış, son ciltte ise sanatçının tek tek kendi oyunları üzerine söylemiş olduklarına yer verilmiştir.
Bu düzenlemeye – yukarda belirtilen nedenlerle – yazıların başka dillere çevirisinde de genelde bağlı kalınmış, örneğin Tiyatro Üzerine Yazılar, Fransızca’ya da aynı sıra izlenerek ve üç cilt olarak çevrilmiştir.
Türkçe çevirilere gelince, Tiyatro Üzerine Yazılar‘ın toplam sayfa sayısı ancak 400-500 civarında olduktan başka, bu yazılar bağımsız tiyatro yazıları olarak da sunulmamış, başkaca derlemeler içersinde yer almıştır. Bu konuda yapılan seçimlerde kimi zaman ilerici ve toplumcu nitelikte sayılan yazılar, kimi zaman da yalnızca epik tiyatroya ait varsayılan yazılar ağır basmıştır.
Genelde izlenen bu “başıbozuk” seçme yöntemi, epik tiyatro kuramının oluşma sürecinin dilimizde kaynaktan izlenebilmesini olanaksız kılmıştır. Yine bu nedenle çok önemli bir nokta gözden kaçmış, kimi çevrelerde “eski tiyatro” ya da “klasik tiyatro” geleneği bilinmeden de epik tiyatro yapılabileceği kanısı yerleşmiş, Brecht’in başka eski Yunan ve Shakespeare tiyatrolarını en ufak ayrıntısına değin öğrenip izledikten sonra kendi kuramını geliştirdiği, yeterince sergilenememiştir. Ülkemizde bugüne değin gerçekten üstün düzeyde bazı epik uygulamaların yanı sıra çadır tiyatrolarının düzeyini aşmayan çalışmaların da rahatlıkla “epik” nitelendirilmesiyle sergilenmiş olmasında bu durumun payı önemlidir.
Yapmamız gereken, önce ‘bilme’yi öğrenmek
2) Oyunlar: Brecht’in dilimize çevrilen önemli oyunlarının sayısı kabarıktır. Bunlar ağırlıklı olarak, ülkemizde oynanmış oyunlardır. Oynanmamış oyunlardan çevrilenlerin sayısı ise çok azdır. Ayrıca, çevrilen oyunların büyük çoğunluğu bakımından belirlenebilecek bir nokta da bunların en gerekli açıklamalardan bile yoksun olarak yayımlanmış olduklarıdır. Konuya Almanya’dan bir örnek vererek açıklık getirelim.
Federal Almanya’daki Suhrkamp Yayınevi – yayımladığı tüm önemli yapıtlarda olduğu gibi – Brecht’in oyunlarını hep bir Malzeme Kitabı (Materialienbuch) eşliğinde çıkarmıştır. Bu malzeme kitaplarında, o oyunun kaleme alınış öyküsü, kaynakları – varsa – değişik metinleri, önemli temsilleri, oyun üzerine kaleme alınmış incelemeler ve eleştiriler, reji notları vb. yer alır. Bunlar, bu konumlarıyla yeni yeni temsiller için çok değerli kaynaklar olma niteliğini taşırlar. Ülkemizdeki Brecht oyunlarının metinleri ise, yukardaki kapsam bir yana, en zorunlu rehber açıklamalarından bile yoksundur.
3) Şiirler: Yüzyılımızın en büyük şairlerinden biri olan Brecht’in şiirleri, Toplu Yapıtları‘nda üç kalın cilt ve toplam 1200 sayfa tutar. Dilimize çevrilen şiirlerin sayfa sayısı ise ancak 500 sayfa civarındadır. Seçme yöntemi, tiyatro yazılarındaki yöntemin benzeridir. Genelde “devrimci” ve “toplumcu” sayılan şiirlere rağbet edilmiş, bu arada aşk şiirleri yazarı Brecht, genelde devredışı bırakılmıştır (belki de aşk şiirleri de kaleme almış olması, Brecht için gizliden gizliye bir “ayıp” sayılmıştır!)
4) Brecht üzerine kaynaklar: Halen dilimize çevrilmiş tek Brecht biyografisi, Marianne Kesting’in (bir parmak kalınlığındaki) Brecht çalışmasıdır. Buna karşılık bir Klaus Völker’in ya da bir Frederic Ewen’in kapsamlı Brecht biyografilerinin Türkçeye aktarılmasına henüz gerek duyulmamıştır. Durum, dünya üzerinde Brecht üzerine yayımlanmış, bilimsel nitelikteki incelemelerin binlerce sayfa tuttuğu dikkate alındığında, öteki kaynaklar bakımından da farklı değildir.
Bütün bunlarla demek istediğim kısaca şu ki bugün için bizde “Brecht’i nasıl bilirsiniz?” sorusunun yanıtı ancak “Brecht’i daha bilmeyiz” olabilir. Bu kaynak kıtlığıyla, bundan farklı her yanıt, doğruluktan uzak kalacaktır. Yine başa dönelim, bir Proust’u, başyapıtının yalnızca iki cildiyle tanıyan, Joyce üzerine Ulysses‘i okumadan konuşan bir ortamda, Brecht için ayrıcalıklı bir durum zaten düşünülemez. Yapmamız gereken, önce “bilme”yi öğrenmek ve Marx’ın ünlü deyişiyle “Bilmiyorlar, ama yapıyorlar” olmaktan çıkmak – ondan sonra bildiklerimiz üzerine konuşabiliriz!