Share This Article
John Le Carré
Macera yazmayı sevdiğim doğrudur. Entrikayı da ve en fazla, kendileri de büyüyle haşır neşir oldukları halde, devasa sınırları bir an gözlerine ilişip kayboluveren dünyalara gece ziyaretleri yapmayı âdet haline getirmiş karakterleri tercih ettiğim de bir gerçek. Ve ejderhalarla prenseslere karşı çocukça düşkünlüğümün yanı sıra tehlike dendi mi, ödleklere özgü ve belki de ancak gerçeğin kendisi kadar ürpertici karabasanlar icat ederek defedebildiğim türden bir korku duyarım.
Ve kendimi daima, her şeyin üstünde bir hikâyeci, okuyucuyu da (Madox Ford‘un söylemekten keyif aldığı gibi) tam karşımda, ateşin önündeki koltuğundan kaldırmamam gereken, tez canlı dinleyicim olarak görüyorum. (…).
İnsanlar bana casus olup olmadığımı sorduklarında ise (“Şu anda casus musunuz ya da oldunuz mu hiç?”) içimden, “Evet, taa beş yaşından beri” diye cevap vermek geçiyor.
Çünkü gizli ajan gibi, yazar için de vazgeçilmez ilk şart tabii ki tetikte olmaktır. Yazar, casus gibi okurunun üstüne alaca şahin misali çökmelidir. Bir casus gibi, aldattığı kimselere bağımlıdır. Ne yapıp edip, bir casus gibi, kendi duygularıyla arasında mesafe bırakmanın bir yolunu bulmalıdır.
Bir casus gibi, yalnızca topluluğun dışında kalmış olmak bir yana, dolaylı da olsa yıkıcı, altüst edici biri, hatta örgütlü devletin doğal bir karşıtıdır. Çünkü başlıca çabasını, çoğunlukla, günlük hayatımızın bağımlı olduğu kullanışlı kavramları temelinden sarsmaya ya da nitelendirmeye hasreder. Üzülmeyin: Başarıya ulaştığına rastlanmaz.
Ve casusluk, günbegün nasıl yaşadığımızın başka bir adı değilse, nedir ki? Kime güveneyim? Ve niye?
Nedir gerçeği – onun – bunun – bu hikâyenin ya da şu ihtimalin?
Kime inanabilirim? Kimi sevebilirim? Kimi satın alabilirim ve kim satın alabilir beni?
Nasıl uyuyabilirim bu gece, hangi rüyalarla, hangi korkularla, kimin koynunda? Güvenli mi peki? (…)
‘İlk kitabım üst üste saf değiştirmelerin bir örneğiydi’
Zeki birinin bize dediğine göre, casus romanları yazarının değeri, paranoyasıyla ölçülür. Günümüzün dünyası kadar stresle gerginlik dolu, verilmesi en güç ve karmaşık siyasi kararların sabun tozu fiyatına satıldığı, bir tek adamın ruh halinin en uzaktaki köşe bucağın bile kırılıp geçirilmesine yol açabildiği bir yerde, casus romanları yazarı en şaşaalı yıllarını yaşıyor olabilir.
Eğer günün birinde, romanlarımı psikiyatr kanapesi uğruna bir kenara bırakacak kadar gözü pek davranacak olursam, doğuştan bir saf değiştirme heveslisi ruhu taşıdığım konusunda doktorla kısa sürede fikir birliğine varacağımızdan zerrece kuşkum yok. Ya da büyükannelerimizle büyükbabalarımızın, daha çok ailenin hafifmeşrep kadınları için keyifle söyledikleri gibi, bir kaçak olduğum konusunda.
Doğrusu, sağlam bir kaçak soyundan geldiğimi kimse inkar edemez. Annem, babamla evlenmek için evinden kaçtı, ben beş yaşındayken bir kez daha kaçtı, çocukluğum boyunca da kaçak olarak kaldı. Babam ise baskıcı ortodoks eğitimden kaçtı önce. Kibarlık gereği adlandırmak gerekirse, bir “mali maceracı” sıfatıyla da hayatının büyük bölümünde ve eli mahkûm şekilde, çoğu kez kanunun pençesinden kaçtı. Bazen de kaçamadı. Bu gibi şeyler bulaşıcıdır…
Ben 16 yaşında resmi bir İngiliz okulundan (bu tabir, özel okul anlamına gelir elbette), 23’ünde bekârlığın külfetinden; 33’ünde İngiliz istihbarat servisinin alacakaranlık dünyasından ve 36 yaşında da ilk evliliğimden kaçtım.
Yaratıcı kişilerin, aynı anda hem hayatın bir parçası olmak hem de ondan kaçmak yolunda içgüdülere kapılmaları, sıradışı sayılmaz. Tabana kuvvet koşmayı sürdürme içgüdüsü de öyle. Ama şöyle bir durup da, kendimi pek beğenerek, hayatımın zikzaklı akışına göz attığımda, şanstan yana nasibimi aldığımı düşünmek hoşuma gidiyor.
İçimdeki vatansever ve çocuk, ardı ardınca şu ya da bu yüce kurumu kucaklamaya hamle ederken geleceğin sanatçısı da, gizlice bavullarını toplayıp, şato duvarlarının altına tüneller kazmış, kale hendeğinin derinliğini ölçmeye koyulmuş olurdu bile.
A Perfect Spy’ın (Son Casus) Amerika’da çıkan anlayışlı bir eleştirisinde, bu kitapla Le Carré’nin bizzat casus romanını altüst etmeye kalkıştığını okuyunca, yine alarm zilleri çaldı kulağıma (…).
İlk kitabım, üst üste saf değiştirmelerin bir örneğiydi kuşkusuz ve bunların niçin olduğunu anlamak için şifreyi çözmeniz gerekiyordu; ben de o günlerde pek tebdil kıyafet yaşıyordum. O yüzden de adımı müstear kullandım.
Devlet hizmetindeydim o sıralar. Londra’da kişiliksiz, ketum bir devlet dairesinde çalışıyordum. 29 yaşındaydım ve anonim masamda oturmuş, kağıtlarla oyalanıp bir yandan da ufka çökmüş 30’uncu yaş günümü kollarken, içimden geçenleri anlatmanın zevkini kendimden kesinkes esirgemekte, bir aziz gibi mi, yoksa su katılmamış bir ahmak gibi mi davrandığım aklıma takıldı, ister istemez.
Smiley, ahlaki yönden bir kargaşa içindeydi
Sanatçı olarak yarım yamalak tanıyordum kendimi. Çocukluğumda, yalnızlık duygumu göz kamaştırıcı hale getirmek için berbat mı berbat şiirler yazmış, üstelik bunlarla ödül kazanmıştım. Tam şu anda, hayli yüklü ücret alan ajanlarımın, batı İngiltere’nin bütün okul kitaplıklarını tarayarak bahsedilen eserlerin izlerini tamamen yok etmiş olduklarını umuyorum. Hikâye alanına de el atmış, ama gönlüme göre bir şey yazamamıştım. Eton’da öğretmenlik yaparken, çocuk kitapları illüstrasyonları ve kitap kapağı dizaynıyla uğraşarak, sefil bir maaşı ucu ucuna denk getirmeye çalışıyordum. Hatta Harrod Hayvanat Bahçesinde oturarak, konuşan kuşlar konulu bir kitaba papağan resimleri bile çizdim. Tropik Amerika’ya özgü iri papağanların göğüs tüyleri konusunda bilmediğim şey kalmamış gibidir.
Sonra bir gün, trenle işe giderken (gidiş de dönüş de birer buçuk saat tutuyordu), London Times yerine ucuz bir defter aldım kendime ve bu konuda pek fazla kafamı yormadan, George Smiley adlı bir adam hakkında bir şeyler yazmaya başladım. Onu kendi durumumu oluşturan (ister gerçek ister hayali) çeşitli unsurlardan bir araya getirirken, yine kendi evlatça muhabbetimle hayranlığımın çimentosunu eklemeyi de ihmal etmedim.
Yazar Ian McEwan, John le Carré (David Cornwell) için “İngiltere’de 20. yüzyılın ikinci yarısının belki de en önemli romancısı olarak hatırlanacak” ifadesini kullanmıştı.
Smiley çekingendi, benim de böyle bir eğilimim vardı zaten, kalabalık bir odaya girerken de zorluk çekiyordu. Anonimdi, yine benim gibi… Hem kendi seçimi, hem de mesleğinin gereği dolayısıyla, kendini arka planda tutmaya özen gösteriyordu. Bir istihbarat görevlisiydi benim gibi. Orta yaşa varmıştı, ben varmamıştım henüz. Yine de onun başındaki menopozsal düş kırıklıklarının, yakın bir gelecekte benim başıma geleceğinden de ürküyordum (…).
Babacan bir tip olarak hayalhanemden çıkan Smiley’in, benim avare babamın gerçek halinin tam zıttı olduğunu tahmin etmek için dâhi olmamıza gerek yok.
Smiley, ahlaki yönden bir kargaşa içindeydi. Faşizme karşı sıcak savaşta çarpışmış ve arada bir soluk bile almaksızın, Soğuk Savaş’a geçivermişti. Ona sunduğum ilk belalı olayın bu kargaşayı dramatize etmesi ve Smiley’i, siyasi saflaşmaların keyfi olarak yeniden düzenlenmesi sonucu yeni düşmanı haline gelen eski bir dostu ve müttefikini harcamak zorunda bırakışım da hiç mi hiç tesadüf değildi.
Bu anlamda Smiley ile aramızda, ikimizin yaşları, mizaçları ve görünüşlerinin düşündürebileceği farklılıklardan çok daha fazla ortak yan vardı.
Ama tanıdığım en gönülsüz takım oyuncusu olan Smiley, kamunun iyiliği adına bütün bu paradoksları yiğitçe omuzladı. Tıpkı tüm zevkleri düşünebileceğim her yönde James Bond’unkinden farklı olsa da o yine, eninde sonunda, yerleşik Batı toplumunun gönülsüz bir hizmetkârıydı. Batı toplumu, kurumsal biçimleriyle kendini ona duygusuz, zeval içinde ve yalnızca kendine hayrı olan bir toplum gibi sunsa da.
Smiley’in arayışının bir yerlerinde (Gittikçe daha materyalist olan bir dünyanın bütün o değersizliği ve düş kırıklığının ardında), romantik mavi çiçek ona el ediyordu, Smiley de onun peşi sıra ayak sürüyordu. Onun ilk hikâyesini içine yazdığım o ucuz defterlerden birine, ilk hayal ettiğim şekliyle bir çizimini de yaptım. Allak bullak halde, şişman ve bodur, canından bezmiş hac yolcusu, taşlı bir tepeye tırmanmaya çabalıyor, yorgun atını da omuzlarında taşıyarak.
‘George, sen kazandın’
Sıradan, dürüst, hiçbir şeyden habersiz yurttaşların geceleri yataklarında barış içinde uyumaları için yapılması gereken korkunç şeyleri yapmanın bedelini Smiley’in kendisi asilce ödeyecekti (ya da imgesinin bize böyle anlatması gerekiyordu). Parayı kendi vicdanından bulurdu o…
Smiley, kendi ahlaki değerlerini, ulusal gerekliliğin sunak taşında kurban ederdi. Sizin ve benim için. Smiley, romanlarının belli başlı karakterlerinin ağızlarına, ilk kitaptan bu yana 23 yıl boyunca yerleştirdiğim bir akıl yürütmeydi bu: The Spy Who Came In from the Cold‘ da (Soğuktan Gelen Casus) Gizli Servis Şefi de kadersiz ajanı da kullanır bunu; The Honourable Schoolboy‘da (Bir Ögrenci Gibi) başroldeki kahraman, kasten, neredeyse mütecaviz bir şekilde, hangi amaçların hangi araçları mazur gösterdiğini tayin etmenin bütün sorumluluğunu Smiley’e yükleyiverir; şu sırada Smiley romanlarının sonuncusu olan Smiley’s People‘da (Smiley’in İnsanları) ise bu akıl yürütmenin Smiley’nin yüzüne çarpılıvermesine ramak kalır.
Kitabın son anlarını anlatayım size. Smiley, hayatının istihbarat darbesini gerçekleştirmiş, Rus rakibi Karla‘nın Batı’ya geçmesini sağlamıştır. Berlin Duvarı’nın önünde durur (Hâlâ sevgili Almanyası’nın acılı yüreği). Bir zamanlar genç hocası, şimdi orta yaşına varmış Peter Guillam’da yanı başındadır. Aslında bu, ikisinin paylaştıkları bir zafer anı olmalıdır. Ama hikâyede bunu yansıtan bir şeyler yok gibi.
Uzun yılların alışkanlığıyla, Smiley gözlüklerini çıkarmıştı ve tüvit paltosunun kıvrımları arasından kravatını el yordamıyla bulma pahasına, kravatın enli ucuna siliyordu.
“George, sen kazandın,” dedi Guillam, ağır ağır arabaya doğru yürürlerken.
“Kazandım mı dersin?” dedi Smiley. “Evet. Evet, kazandım sanırım.” (…)
Smiley ile benim aramdaki karşılıklı akıl yürütme (diyalog kelimesi çok zayıf kalıyor) hiç hafiflemeksizin, ilk günkü gibi devam ediyor. Hayatı ile yaptığı, gerçekten de o kadar kahramanca bir şey miydi? Bütün o ahlaki vicdan fedakarlığı asilce miydi gerçekten? (…)
‘Her şeyin bir sınırı var!’
Belki de emin olarak söyleyebileceğimiz tek şey şu ki insanlık için en büyük tehdit, kurumsal ortak paydalar lehine, bireyin vicdanının elvermemesi lüksünden vazgeçmesinden gelir. Yani, tek tek bireylerin, insani vicdanın bilek zoruyla kazanılmış kararları yerine, sloganlar benimsemesinden ve önceden kotarılıp paketlenmiş husumetleri ağızsız dilsiz kabul etmesinden. Gerçek kahramanlık, bundan böyle de daima olacağı gibi, geleneklerle uzlaşmakta ve hatta yurtseverlikte değil, tek başına gerçekleştirilen ahlaki cesaret eylemlerindedir.
Bu ahlak dersini bağışlayın ama içimde, Smiley sahneyi terk ederken, kahraman olup olmadığını ciddi bir şekilde merak edecekmiş gibi bir his var ya da bütün o sözümona ahlaki fedakarlıklar gerçekte bir oyunbozanlığın parçası mıydı? Hayatı boyunca bir kere olsun “Yeter!” diye bağırdı mı? Benim bildiğime göre, hayır. Hiçbir zaman pelerini ile hançerini yere çalıp, Circus’un soluk renkli koridorlarından fırtına gibi geçerek, şefinin kapısını bir tekmede açıp “Her şeyin bir sınırı var!” diye haykırdı mı? Haykırmadı. (…)
Şimdi de benim casus hikâyesini altüst etmeye kalkıştığımı ima eden o kurnaz eleştirmene geri döneyim ve (eğer şimdiye kadar ayılar tarafından yenilip yutulmamışsa), onu daha da altüst edici bir öneriyle susturayım. Belki de benim altüst ettiğim casus romanı değil de zavallı George Smiley‘nin ta kendisiydi. Belki de onun ihtiyatlı teslimiyeti bezdirmişti beni. Boyun eğişine bahaneler bulmaktan da bezmiştim. Belki de belli bir olgunlaşma noktasına erişmiştim ve o, gittikçe yaşlanan bir baykuş misali tepemde dikilip araya girmeksizin, kendi seçimlerimi yapmak istiyordum. Belki de yaşımın ilerlemesi beni sonunda, ilk başta Smiley’i dünyaya getiren boğucu gençlik alışkanlıklarından kurtarmıştı.
Bir sürü laf… Bölük pörçük bir sürü fikir… Asabi bir aşçı gibi, size her şeyden bir parça sundum sanki. Ne yapalım, ben kendisini uzlaşmış ya da sınırlı sanan hiçbir yazara rastlamadım ki. İşin püf noktası, diyordu Scott Fitzgerald, hem herhangi bir konuda birbirine zıt iki fikri birden savunmak hem de hâlâ işlevini yerine getirebilmekte.
Çeviren: Sevin Okyay