Share This Article
Giuseppe Favati
Avrupa Yazarlar Birliği Kongresi’nin olduğu günlerde Nâzım Hikmet Floransa’daydı. Toplantıda Türkiye’nin kültürel durumundan ve okuma yazma bilmeyenlerin oranının yüksekliğinden kısaca bahsettikten sonra bazı İtalyan okurlar ve hayranlarıyla bir araya geldi.
Burada söyleşinin tamamını değil ama Hikmet’in, bir komünist ve bir şair olma “nedenlerine” ve ülkesine gösterilen ilgiden biraz şaşkın ve memnun olduğu en içten, ilginç kısımlarını veriyoruz. Konuşma sırasında, bütün düşüncelerinin genç hayranları arasında aynı oranda ikna edici olmadığını fark etmesi belki de daha şaşırtıcı ve memnun ediciydi ve bu nedenle gençler –en azından bir kısmı – için açıklamalar tatmin edici olmadı.
17 yıl hapis yatmış bir demokrasi savaşçısı olan şairin konuk olduğu toplantının içten ve hayranlık dolu bir havada geçmesine şaşmamak gerek. Her şeyden önemlisi ve anlamlısı Hikmet’in, ideolojinin alayişi ve dogmatik Marksistlere karşı duyguları savunmasıydı. Propaganda saldırısı ve ağıtlar arasında –Hikmet’in kendisinin de kaçamadığı tehlikeler – şairin dünyasında devrimci ideolojinin cisim bulmuş hali doğru, zor ve farklı bir yol olan kusursuz bir hümanizmdi.
İnsanı ilgilendiren her şeyi ve insanı kastediyorum. Ben bir insanım ve başka insanlara bir şeyler söylemek istiyorum.
Ülkemizde Amerikan hâkimiyeti var ama sizinkinden daha beter!
Nâzım Hikmet – Böyle karşı karşıya olmamız ne güzel. Siz sorun, ben cevaplayayım.
Giuseppe Favati – Özel bir soru: Şiirlerinizde Mayakovski’den etkilendiğinizi söyleyebilir misiniz?
Böyle düşünüyorsunuz demek, ilginç! Ama şahsen ben şiirlerimde Mayakovski’den etkilendiğimi söyleyemem. Böyle olmuş olsa çok gurur duyardım zira Mayakovski çok büyük, parlak bir şair. Belli bir dönemde benzer biçimde şiirler yazmış olsak da ben o zamanlar daha hiç Rus şair tanımıyordum.
Tam kalbinizden yükselen o “şarkı”ya başlayıp ülkenize büyük bir şiir verdiğinizde Türkiye’de hayat nasıldı?
Hemen anlatayım size. 14 yaşında yazmaya, 16 yaşındayken yayımlamaya başladım. Kısa süre sonra memleketim İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, Yunanlar, Amerikalılar yani İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi: Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki bu tarihi olayları hatırlıyor musunuz? O zaman İngilizlere, Fransızlara, İtalyanlara… karşı şiirler yazdım. Kendimi İstanbul’a (1) gitmek ve Anadolu’da kısa sürede baş gösteren ulusal bağımsızlık mücadelesine katılmak zorunda hissediyordum.
İstanbul’a gittiğimde 18 yaşındaydım. Bu hareketin içinde yer aldım. Bazı Türk Marksistlerle tanıştım ve daha sonra Marksizm okumak istedim. Sovyetler Birliği’ne gitmem mümkün oldu (19 yaşındaydım) ve Moskova Üniversitesi’ne kaydolup okulu bitirdim. Türkiye’ye döndüğümde 15 yıl hapis cezasına hüküm giydim. Kaçtım ve bir kez daha Sovyetler Birliği’ne gittim. Yeniden Türkiye’ye döndüğümde yaklaşık 56 yıl (2) hapis cezasına çarptırıldım. 17 yılını yattım. Ve tüm bu koşullar içinde yazmaya devam ettim.
Ülkem çok fakirdir. Türkiye’nin büyük bölümü sizin Sicilyanız gibi. Ama sizde sanayileşmiş kuzey var, bizdeyse yok. Kapitalist de olsa büyük bir ulusal sanayiniz var; ama var. Bizde yok. Sizde bir işçi sınıfı var; çok mücadeleci bir proletarya. Çok gelişmiş bir kültür. Bizde bu yok. Fakirlikle beraber çok yaygın bir cehalet var; insanlarımızın yüzde 80’i ne okuma biliyor ne yazma.
Bir de ülkemizde Amerikan hâkimiyeti var ama sizinkinden daha beter! Türkiye, Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesi. Ve bu koşullar altında yazmaya devam ediyoruz.
‘Türkiye’de güçlü bir sosyalist hareket için gerekli koşullar var’
Şu anki duruma değindiniz. Peki Genelkurmay Başkanı Cemal Gürsel, Menderes’in öldürülmesi, ölümünden sonraki etkiler, yeni partilerin açılması üzerine… bir şeyler söylemek ister misiniz?
Anladığım kadarıyla ülkeme yabancı değilsiniz. Belki de bütün İtalyanlar biliyordur olanları. Teşekkür ederim. Türkiye’de gerçekten sosyalist ya da komünist partiler yok; varsa da gizli, illegal partiler. Marksist ideolojinin – sosyalist ya da komünist – örgütlenme hakkı yok. Ama Marksist olmadığını söyleyen ve programı Marksizm’e dayanmayan bir işçi partisi olabilir. Bu mümkün. Aslında öyle ya da böyle bütün partilerimiz burjuva partisi. Evet, özellikle çalışanlar içindeki aydın kesimin bilinçliliğinden gelen bir direniş var burjuva diktatörlüğüne karşı.
Öte yandan o kadar da bilinçli olmayan ve hayatın maddi zorluklarından ötürü insanların kendiliğinden gösterdiği bir direniş biçimi de var. Türkiye’de süreğen bir ekonomik kriz olduğu söylenebilir. Bu nedenle burjuva yöneticilere karşı çok güçlü bir karşı duruş var. Üniversite gençliğimiz özgürlük ve üniversite özerkliği için sloganlarıyla bir harekete hayat verdi. Büyük halk kitleleri ve köylüler tarafından anlaşılacak bir program yoktu; işçiler için bile üniversite özerkliği bir anlam ifade etmiyor. Hareketin yine de pek çok destekçisi oldu.
Sonra genç subayların oluşturduğu bir grup var ki bunların çoğu küçük burjuva çocukları. Askeri okulda yiyip içmek ve okumak bedava olduğu için okulunuzu bitirmek – ve sosyal bir konum elde etmek için – tek fırsatı ordu sağlar. Bazı genç subaylar geldikleri toplumsal sınıfı unutuyorlar. Yüksek burjuvayla ilişki kurunca, komutan olunca… Ama bu şeyler hep var! Öte yandan ülkenin orta sınıfına bağlı kalan ve kendini “halktan” hisseden genç subaylar da var. İşte bunların bir kısmı ayaklandı ama genç subaylar başlarında bir komutana ihtiyaç duyduklarından bu Gürsel’i buldular. Onların hareketi bir tarım reformu (tarım reformu bizim için olmazsa olmazdır), bütün partiler için özgürlük (komünist olan da dahil) ve Amerika’ya daha az bağımlı bir dış politikayla kendini ortaya koydu.
Darbeyi gayet ileri bir düşünceyle yaptılar. Ama Türk yüksek burjuvasının, özellikle de büyük toprak sahiplerinin feodalizminin tepkisi sert oldu. Dediler ki: Eğer bu yolda devam ederseniz sizi sabote ederiz. Sonunda korkunç bir ekonomik kriz oldu ve Amerikan baskısı hissedildi. O zaman Gürsel birdenbire merkez soldan merkez sağa döndü ama şimdi de rakibini asamazdı…
Sadece Menderes olanları hayatıyla ödedi, ötekiler, Cumhurbaşkanı Bayar da içlerinde, kurtuldu. Buna rağmen Menderes’in partisi hızlıca toparlandı ve şimdi Atlantik Paktı’na katılıp onu güçlendirmemizi, Türkiye’deki en büyük tehlikenin komünizm, Türkiye’ye yönelik en büyük tehlikenin de Sovyetler Birliği olduğunu söyleyen üç büyük burjuva partimiz var.
Aslında bizim bir komünist partimiz yok; daha doğrusu hepsini de polisin tanıdığı 100 kişiden ibaret küçücük bir topluluk var. Öte yandan, doğru, Türkiye’de bir “tehlike” var çünkü halk büyük sıkıntı içinde ve bir komünist parti için olmasa da her şeyi silip süpürecek güçlü bir sosyalist hareket için gerekli koşullar var. Ve “onlar” korkuyor, dehşetli bir korku: Sendikaların, Amerikan sendikacılığına bağlı kişilerin elinde olmasına, grev hakkından yoksun olmamıza rağmen işçiler grev yapıyor, sokaklarda gösteri yapıyor, mücadele ediyor. Ayrıca aydınlar arasında gitgide büyüyen bir hareket var.
Prag’daki Ulusal Tiyatro’ya ait arşivlerde Nâzım Hikmet’ın yazıp yönettiği tiyatro oyunlarından Podivin (Enayi) oyununun provaları ve gala gecesi sırasında çekilmiş fotoğraflar ile dönemin Çekoslovakya’sında sergilenen tüm oyunları ile ilgili çıkmış gazete haberleri, oyun kitapçıkları ve diğer bazı belgeler bulunuyor.
‘Ülkemde herkesin beni tanıyıp sevdiğini söyleyemem’
Amerika’nın, Türk burjuvazisine olan ilgisinin ötesinde, Rusya’nın Boğazlar’a inmesini engellemek için belli bir politikayı desteklediğini söyleyebiliriz…
Öncelikle, artık Boğazlar sorunu değil, füzeler sorunu var. Türkiye nükleer füzeler için ambarlara ve rampalara sahip. Amerika için Türkiye eldeki kalelerden biri, bu kalenin birkaç saatten fazla dayanamayacağını çok iyi bilse bile. Ama savaşın başlama ihtimali var ve Türkiye Sovyetler Birliği’ne komşu; Kafkasya’ya, Kafkas petrolüne yakın noktalardan biri. Yani Sovyetler’e ilk füzeleri fırlatır ve sonra bırakırsınız Türkiye yok olsun.
Bu da doğru ancak Avrupa’da nükleer savaşa dayanabilecek tek güç yok. Amerika da yok olurdu, Rusya da. Ama bir dakikalığına Türkiye’nin iç durumuna gelirsek; bize Müslümanlığın etkisi üzerine bir şeyler söylemek ister misiniz?
Köylülerimizin din hakkında iki üç duadan fazlasını bilmediğini unutmamalı. Ama çok batıl inançlılardır. Bu yönden bakınca dinin çok büyük etkisi var; din yönetici sınıfın elindeki politik bir silah. Türk halkı camide ibadet ederken ya da radyodan yayımlanan mevlidlerde ne denirse dinler. Örneğin bir Müslüman bir komünisti öldürürse doğrudan cennete gider; eğer iki komünisti öldürürse karısını ve çocuklarını da yanında götürebilir; üç komünist öldürürse kendileriyle birlikte kayınvalidesini de götürebilir. Bunu kendi kulaklarımla duydum. Camilerde benzer şeyleri söylüyorlar, sonra bunları bütün radyolarda tekrarlıyorlar ve çarşılar yayın yapan radyolarla dolu.
Başka bir soru: Şiiriniz politik durumdan ötürü gündemde olmasa da Türkiye’de herkes tarafından biliniyor ve seviliyor. Bu nasıl oldu?
Bir şey diyemem. Yeterince mütevazıyım ve nasıl demeli aklım başımda; ülkemde herkesin beni tanıyıp sevdiğini söyleyemem.
‘Eğer bir aşk şiiri yazıyorsam bunu Marksist bir psikolojiyle yapıyorum’
Geçenlerde Menderes’in yeğeni olan ve şair Nâzım Hikmet’e kalpten yakınlık duyduğunu söyleyen genç bir kadın öğrenciyle karşılaştık.
Bir ay önce üzerinde benim şiirimi buldukları için 14 yaşındaki genç bir kadın öğrenciyi tutukladılar. Ama bu herkesin beni tanıdığı anlamına gelmiyor. Hapiste olmama karşın en çok okunan şair olduğum bir dönem oldu. Çok okunan şair olmak demek kitaplarının 5 bin, 10 bin tirajla basılması demek. Sizde nasıl bilmiyorum. Ama 10 bin tiraj herkes tarafından okunduğunuzu göstermez. Artık ülkemde benim hakkımda neler olup bitiyor bilemiyorum.
Sanatta konumunuz nedir? Yazarken bir Marksist gibi davrandığınızı düşünüyor musunuz?
Ben politik bir yazarım; hiçbir yazarın, ister çok kapalı yazsın isterse politik olmadığını söylesin, aksi olamayacağına inanıyorum. Bu sadece bir bilinç sorunu. İnsan sever, acıkır, korkar, mücadele eder, umut eder; ben insanın umudunu, sevgisini, açlığını ya da hasretini yazdığımda bunların hepsini belli bir bakış açısından yazıyorum. Bu sebeple her yazar politiktir. Ben bir komünistim, Marksistim ama komünizm, Marksizm benim için sadece teori ya da teorem değil; bir psikoloji. Nasıl bir Hıristiyan için Hıristiyanlık bir psikolojiye dönüşürse benim için de Marksizm böyle. Eğer bir aşk şiiri yazıyorsam bunu Marksist bir psikolojiyle yapıyorum. Kadınlarla ilişkilerimde de Marksist bir bakış açısı var.
Açıkça söylenmeden; ama öyle. Aynı şey güneşin batışı, gül, deniz, taş için de geçerli. İnsanı ilgilendiren her şeyi ve insanı kastediyorum. Ben bir insanım ve başka insanlara bir şeyler söylemek istiyorum. Bu nedenle şairin yalnızca politik şiirler yazarak politik olacağına inanmıyorum; aksine, bir şair sadece aşk şiirleri yazarak da pekâlâ devrimci olabilir. Tam tersi, sadece hamasi şiirler de yazabilirsiniz: İşçiler çok yaşasın, dünyanın bütün işçileri birleşin, yaşasın komünizm… ama aslında devrimci şair olmazsınız. Politik makalelerle sanat arasında fark vardır!
Sizin tarafınız, sınıfınız iktidarı ele geçirdiğinde devrimci aydınların rolüne olacak?
Sınıfınız iktidarı ele geçirdiğinde gerçek bir devrimci şair olmak burjuvaya, feodalizme, zulmedene karşı mücadele ettiğiniz zamankinden daha zordur.
İlk durumda düşmanlarınız karşınızdadır, ötekindeyse hatalar yapan yoldaşlarınız var. Aslında ne zaman iktidarda olsanız, sosyalist olun ya da olmayın, daima hata yaparsınız. Ama devrimci şairin, bu durumda, çözmesi gereken bazı çelişkiler ve sorunlar olacaktır. Görev ve eylem yerinde kalmaya devam etmeli ve daha ödünsüz bir devrimci olmalı çünkü insanlara yepyeni bir hayat sunuluyor. Bu ağır bir görev, gerçekten zor bir iş ama ölünceye dek peşinden gidebilmek gerek.
*Il Ponte (Aylık Politika ve Edebiyat Dergisi), Haziran 1962.
İtalyancadan çeviren: Burcu Yılmaz
Bu yazı ilk kez Kasım-Aralık 2018’de Sözcükler Edebiyat Dergisinde yayımlanmıştır.
Dipnot:
(1) Her nedense iki kez üst üste Ankara yerine İstanbul yazılmış. Nâzım, 1921’de Ulusal Kurtuluş Savaşına katılmak için İstanbul’dan Ankara’ya gider. (ç.n.)
(2) Burada da bir hesap hatası olmalı. Nâzım, yurda döndüğü 1928’den, yurttan yeniden ayrıldığı 1951’e kadar çok sayıda mahkemeye çıktı. 1933’te Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılamada idamı istendi, sonra 5 yıl hapse mahkûm oldu. En son 1938’de 28 yıl 4 aya mahkûm oldu. (ç.n.)