Share This Article
En hüzünlü yazgılardan biridir sürgün. Modernlik öncesi dönemlerde sürgün iyice korkunç bir cezaydı çünkü sadece aileden ve aşina mekânlardan uzakta amaçsızca dolaşmaktan öte bir şeydi, aynı zamanda kendini hiçbir zaman evinde hissetmeyen, etrafına hiç uyum sağlayamayan, geçmişe yatıştırılamaz bir acıyla, bugüne ve geleceğe ise buruklukla bakan biri, sürekli toplumdışı olan biri olmak anlamına da geliyordu.
Sürgün fikri bir cüzzamlı, toplumsal ve ahlaki anlamda bir parya olmaktan duyulan korku ile bağlantılı olmuştur her zaman. Yirminci yüzyılda sürgün bazı bireylere –Roma’dan Karadeniz kıyısındaki ücra bir kasabaya sürülen büyük Latin şair Ovidius gibi– yönelik şiddetli, münhasır bir cezadan, çoğunlukla savaş, kıtlık ve hastalık gibi gayri şahsi güçlerin istenmeyen bir sonucu olarak bütün bir topluluğu ya da halkı etkileyen acımasız bir cezaya dönüşmüştür.
Birçok eski topluluk sürgün olma hissinden kurtulamadı
Filistin ve Mısır’da geçen gençliğimin insan manzarasını oluşturan büyük sürgün topluluklarına derin bir yakınlık duyardım. Bu topluluklarda tabii ki birçok Ermeni vardı ama birçok Yahudi, İtalyan ve Yunan da vardı; bunlar Yakın Doğu’ya yerleştikten sonra burada bereketli kökler salmışlardı –Edmond Jabes, Giuseppe Ungaretti, Konstantin Kavafis gibi önde gelen yazarlar bu topluluklarda yetişmişlerdi mesela– ama 1948’de İsrail’in kurulmasından ve 1956’daki Süveyş savaşından sonra bu kökler acımasızca sökülüp atıldı.
Mısır ve Irak’ta olduğu gibi Arap dünyasının çeşitli yerlerinde başa geçen yeni milliyetçi hükümetlerin gözünde Avrupa’nın savaş sonrası emperyalizminin saldırganlığını simgeleyen yabancılar bulundukları yerleri terk etmeye zorlandılar, birçok eski topluluk için son derece ağır bir yazgıydı bu. Bazıları yeni yerleşim bölgelerine alıştı ama çoğu sürgün olma hissinden kurtulamadı.
Sürgün olmanın bütünüyle kopuk, yalıtılmış, doğduğunuz yerden umutsuzca ayrılmış olmak demek olduğu yolunda yaygın ama tamamen yanlış bir varsayım vardır. Bu yalınkat ayrım keşke doğru olsaydı çünkü o zaman arkada bıraktığınız şeyin, bir bakıma, düşünülemez ve hiçbir biçimde geri getirilemez olduğunu bilmek gibi bir teselliniz olurdu.
Sürgün bir arada kalma durumudur
İşin aslı şu ki, sürgünlerin çoğu için güçlük sadece yuvadan uzakta yaşamak zorunda bırakılmaktan kaynaklanmaz; daha çok günümüz dünyasında sürgünde olduğunuzu, yuvanızın aslında pek de uzakta olmadığını hatırlatan birçok şeyle birlikte yaşamaktan, çağdaş günlük hayatın normal akışının sizi eski yerinizle sürekli ona ulaşacak gibi olduğunuz ama bir türlü ulaşamadığınız bir temas halinde tutmasından kaynaklanır.
Bu yüzden sürgün bir arada kalma durumudur ne yeni ortamıyla tamamen birleşebilir ne de eskisinden tamamen kopabilir ne bağlanmışlıkları tamdır ne de kopmuşlukları, bir düzeyde nostaljik ve duygusalsa bir başka düzeyde becerikli bir taklitçi ya da gizlice toplum dışına atılmış biridir. Hayatta kalmayı becermek asıl uğraş haline gelince sürekli tetikte durulması gereken bir tehdit çıkar ortaya: Fazla rahat ve güvenlikli olma tehlikesi.
V. S. Naipaul’un A Bend in the River (Nehrin Dönemeci) adlı romanının başkişisi Salim, sürgündeki modern entelektüelin etkileyici bir örneğidir; Doğu Afrikalı, yerli kökenli bir Müslüman olan Salim doğup büyüdüğü sahili terk edip Afrika’nın ortalarına gitmiş, orada Mobuto’nun Zaire’sini örnek alan yeni bir devlette yaşamını güçbela sürdürmektedir.
Naipaul’un olağanüstü bir romancıya özgü duyargaları Salim’in “nehrin dönemeci”nde sürdürdüğü hayatı bir tür “no-man’s land” (1) olarak betimlemesini sağlar, buraya gelen (sömürgecilik döneminin idealist misyonerlerinin yerini alan) Avrupalı entelektüel danışmanlar, paralı askerler, vurguncular ve Üçüncü Dünya’nın çeşitli yerlerinden ayaktakımının oluşturduğu bir ortam içinde yaşamak zorunda kalan Salim giderek artan kargaşa içinde önce malını mülkünü, sonra da dürüstlüğünü kaybeder.
Romanın sonuna gelindiğinde, –yazarın buradaki ideolojik amacı şüphesiz tartışılabilir– Naipaul’un tüm sömürgecilik sonrası rejimlerin simgesi olmasını amaçladığı hükümdar Büyük Adam’ın kaprisleri öylesine abesleşir, öylesine çivisinden çıkar ki ülkenin yerlileri bile kendi memleketlerinde sürgün haline gelirler.
Entelektüel, istikrarsızlık yaratan biri olma eğilimindedir
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki geniş kapsamlı toprak düzenlemeleri muazzam nüfus hareketlerine yol açtı, örneğin Hintli Müslümanlar 1947’deki bölünmeden sonra Pakistan’a göç etti, Filistinliler İsrail’in kurulması sırasında Avrupa ve Asya’dan gelen Yahudilere yer açılması için büyük ölçüde dağıldı, bu dönüşümler de melez politik formların doğmasına neden oldu. İsrail’in siyasal hayatına Yahudi diasporası (2) siyasetinin yanı sıra sürgündeki Filistin halkına ilişkin siyaset de yön verdi, bu iki siyaset birbiriyle iç içe, rekabet halinde var oldu.
Kendisini, yerinden edilmiş ulusal topluluğu etkileyen daha genel bir durumun parçası olarak gören entelektüel, bu yüzden, bir kültür taşıyıcısı, bir uyumlandırma kaynağı değil de geçicilik duygusu ve istikrarsızlık yaratan biri olma eğilimindedir.
Sürgün olup da geldiği topluma uyum sağlama konusunda inanılmaz bir beceri gösteren kimse yoktur anlamına gelmez bu. Bugün Birleşik Devletler, yakın tarihlerde başa geçmiş iki başkanın yönetimi sırasında ülkelerinden sürgün edilmiş iki entelektüele (bu kişilerin hâlâ sürgün entelektüeller sayılıp sayılamayacağı gözlemcinin bakış açısına göre değişir), Nazi Almanyası’ndan Henry Kissinger‘la komünist Polonya’dan Zbigniew Brzezinski‘ye son derece yüksek kademede resmi görevler vermiş olmak gibi sıradışı bir konumdadır.
Dahası Kissinger’ın Yahudi olması da onu, İsrail’in Temel Dönüş Yasası’na göre istediği zaman İsrail’e göç edebilmesi gibi tuhaf bir konuma oturtmaktadır. Fakat en azından yüzeyde Kissinger da Brzezinski de yeteneklerini tamamen iltica ettikleri ülkeye adamış gibi görünmektedirler, bunun sonucu da bugün Avrupa’da ya da ABD’de yaşayan Üçüncü Dünyalı sürgün entelektüellerin içinde bulundukları marjinal karanlık konumundan fersah fersah uzakta bir ün, maddi ödüller ve hem ülke hem de dünya çapında büyük bir nüfuz kazanmaları olmuştur. Uzun yıllar hükümete hizmet etmiş olan bu iki ünlü entelektüel şu sıralarda büyük şirketlere ve başka ülkelerin hükümetlerine danışmanlık yapmaktadırlar.
Batı faşizminden yeni Batı ‘imperiumunun metropolisi’ne
Thomas Mann gibi başka sürgünlerin İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da sürdürülen mücadeleyi Batı’nın kaderi, Batı’nın ruhu adına yapılan bir savaş olarak gördükleri anımsanırsa, Brzezinski ile Kissinger’ın toplumsal konumlarının sanılabileceği kadar istisnai olmadığı anlaşılır.
Bu “iyi savaş”ta ABD kurtarıcı rolü oynamış, Batı faşizminden yeni Batı “imperiumunun metropolisi”ne kaçan bilim insanları, sanatçılar ve akademisyenlerden oluşan bir kuşağın sığınağı olmuştu. Beşerî bilimler ve toplum bilimleri gibi alanlarda son derece seçkin akademisyenlerden oluşan büyük bir grup Amerika’ya gitmişti.
Bunlardan, Latin Dilleri ve Edebiyatı ile Karşılaştırmalı Edebiyat alanlarının büyük isimleri Leo Spitzer ve Erich Auerbach gibi bazıları Amerikan üniversitelerini yetenekleri ve Eski Dünya deneyimleriyle zenginleştirirken, aralarında Edward Teller ve Werner von Braun gibi bilim insanlarının da bulunduğu bir başka grup kendilerini Sovyetler Birliği’ne karşı silahlanma ve uzay alanlarında sürdürülen yarışı kazanmaya adayan yeni Amerikalılar olarak Soğuk Savaş listelerine girmişti.
Yenilerde ortaya çıktığı üzere, bu büyük haçlı seferi savaştan sonra öyle abartılı bir hal almış ki toplum bilimleri alanında önemli yerlere gelmiş Amerikalı entelektüeller eski Nazileri sırf antikomünist oldukları için üniversitelere alabilmişler.
Entelektüeller bile, içeridekiler ve yabancılar diye ikiye ayrılabilir
Burada bunun tam tersi bir durum üzerinde, sürgünlüğü yüzünden uyum gösteremeyen, daha doğrusu göstermeyen, bunun yerine çoğunluğun dışında kalmayı, iktidarda yer edinmemeyi, onunla işbirliği yapmayıp direnmeyi tercih eden entelektüel üzerinde odaklanmak istiyorum.
İlk olarak, aslında fiili bir durum olmakla birlikte sürgünü burada kendi amaçları açısından metaforik bir durum olarak ele alacağım.
Hayatları boyunca bir toplumun mensubu olmuş entelektüeller bile, bir bakıma, içeridekiler ve yabancılar diye ikiye ayrılabilirler: Bir yanda toplumun mevcut haline tamamen ait olanlar, onun içinde yoğun bir aykırılık ya da uyumsuzluk duygusu hissetmeksizin barınanlar ki bunlara evet-deyiciler diyebiliriz, öte yanda hayır-diyenler, toplumlarıyla yıldızı barışmayan, bu yüzden de imtiyaz, güç ve şan şöhret edinmeme anlamında yabancı ve sürgün olan bireyler.
Yabancı olarak entelektüelin izlediği mecrayı belirleyen kalıbı en iyi anlatan söz sürgünlüktür. Yani asla tamamen uyumlu olmama, kendini her zaman, deyim yerindeyse, “yerliler”in işgal ettiği aşina muhabbet dünyasının dışında hissetme, çoğunluğa intibak etmek ve milli çıkarları gözetmek gibi tuzaklardan uzak durma eğiliminde olma, hatta bu tür tuzaklardan hiç hazzetmeme durumu.
Entelektüel, mutsuzluk fikriyle mutlu olma eğilimindedir
Bu metafizik anlamıyla sürgün entelektüel için huzursuzluk, hareketlilik, devamlı tedirgin olup başkalarını da tedirgin etmek demektir. Geçmişte kalmış ve herhalde daha istikrarlı bir nitelik arz eden evde olma durumuna geri dönemezsiniz, maalesef yeni evinize de asla varamazsınız, yeni eviniz ya da durumunuzla asla özdeşleşemezsiniz.
İkinci olarak sürgün olarak entelektüel, mutsuzluk fikriyle mutlu olma eğilimindedir, öyle ki hazımsızlığa yaklaşan bir memnuniyetsizlik, abukluğa varan bir lanetlilik onun için bir düşünce tarzı olmaktan öte, geçici de olsa yeni meskeni sayılabilir. İleri geri konuşan bir Thersites (3) olarak entelektüel denebilir belki.
18. yüzyıldan güçlü bir şahsiyet, Jonathan Swift, anlatmak istediğim kişinin tarihteki iyi bir örneğidir. Swift, 1714’te İngiltere’de Torylerin iktidarı devretmelerinden sonra uğradığı nüfuz ve prestij kaybının etkisini asla atlatamamış, hayatının geri kalan bölümünü İrlanda’da sürgün olarak geçirmişti.
Zehir zemberek sözleri ve öfkesi neredeyse dillere destan olan Swift –mezar taşında kendisi için söylediği saeve indignatio (4) sözleri yazılıdır– İrlanda’ya bir yandan ateş püskürüyor bir yandan da onu İngiliz tiranlığına karşı savunuyordu, İrlanda edebiyatının doruklarında gezinen Güliver’in Seyahatleri ve Kumaşçının Mektupları adlı yapıtları büyük bir kafanın yaşadığı ıstırabı, nasıl verimli bir hale getirebildiğini gösterir.
İngiltere’de oturduğu halde sürekli hareket halinde olan, Karayipler ve Hindistan’daki köklerini tekrar tekrar ziyaret edip sömürgeciliğin ve sömürgecilik sonrası dönemin buralarda bıraktığı enkazı elekten geçiren, bağımsız devletlerin ve bu devletlerin yeni müritlerinin yanılsamalarını ve zulmünü acımasızca yargılayan V.S. Naipaul da denemeci ve gezi yazarı kimliğinin öne çıktığı ilk döneminde modern entelektüel sürgünün önemli bir örneği sayılabilir bir ölçüde.
Theodor W. Adorno, 6 Nisan 1967’de Viyana Üniversitesi’nde…
Amerika’da geçirdiği yıllar Adorno’ya sürgün damgası vurdu
Theodor Wiesengrund Adorno sürgün kimliğini Naipaul’dan bile daha katı ve daha kararlı bir biçimde taşımıştı. Sert ama son derece ilginç biri olan Adorno, hayatı boyunca faşizm, komünizm ve Batı kitle tüketimciliği tehlikeleriyle mücadele etmiş ve bence yirminci yüzyıl ortalarının entelektüel vicdanı olmuştu.
Üçüncü Dünya’daki eski ülkelerine sürekli gidip gelen Naipaul’un tersine Adorno felsefe, müzik (Berg ve Schoenberg’in öğrencisi ve hayranıydı), sosyoloji, edebiyat, tarih ve kültür analizi alanlarında profesyonellik ölçüsünde, şaşırtıcı bir ehliyete, özetle yüksek kültürlerin en yükseğine sahip, kumaşı salt bu kültürle dokunmuş, tamamen Avrupalı bir adamdı.
Kısmen Yahudi kökenli bir aileden gelen Adorno doğup büyüdüğü Almanya’yı Nazilerin iktidarı ele geçirmesinden kısa bir süre sonra, 1930’ların ortalarında terk etti: Önce Oxford’a felsefe okumaya gidip orada Husserl üzerine son derece çetin bir kitap yazdı. Etrafı pozitivistlerle ve ana kaygıları gündelik dil olan felsefecilerle çevriliyken Adorno, o Spenglervari kasveti ve Hegelciliğin âlâsı denebilecek metafizik diyalektiğiyle oralarda iyice mutsuz olmuştur herhalde.
Almanya’ya geri dönüp bir süre kaldı fakat Frankfurt Üniversitesi Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’nün öteki üyeleriyle birlikte, güvenlik nedeniyle, istemeyerek de olsa Birleşik Devletler’e göç etmek zorunda kaldı. Önce bir süre New York’ta (1938-41), sonra da güney Kaliforniya’da oturdu.
Adorno, 1949’da Frankfurt’a dönüp oradaki profesörlüğüne kaldığı yerden devam ettiyse de Amerika’da geçirdiği yıllar ona sonsuza kadar çıkmayacak bir sürgün damgası vurmuştu. Cazdan ve popüler kültürle ilgili her şeyden tiksiniyordu, doğa manzaralarıyla hiç arası yoktu, hep bir mandarin gibi davranmaya devam etti, bu yüzden ve Marksist-Hegelci bir felsefe geleneğinde yetişmiş olduğu için, Amerikan filmlerinin, sanayiinin, günlük yaşam alışkanlıklarının, olgu ağırlıklı öğretim sisteminin ve pragmatizminin bütün dünyayı etkisi altına alması tüylerini diken diken ediyordu.
Sürgünde yazılan bir dev: ‘Minima Moralia’
Aslında Adorno Amerika’ya gitmeden önce de metafizik bir sürgün olmaya son derece yatkındı: Avrupa’dayken de burjuva beğenisi değen şeye aşırı eleştirel bir biçimde yaklaşıyordu, mesela müziğin ne olması gerektiğine ilişkin standartları Schoenberg’in olağanüstü zor, bizzat Adorno’nun dinlenmeme onuruna yazgılı olduğunu gösterdiği dinlenmesi imkânsız yapıtları tarafından belirlenmişti.
Paradoksal, ironik, acımasızca eleştirel: İster kendi tarafına ait olsun ister başkalarına, bütün sistemlerden eşit ölçüde nefret eden Adorno tam bir entelektüeldi. Ona göre hayat en çok bir bütün halini aldığı zaman sahteleşiyordu –bir keresinde, bütün her zaman yanlıştır, demişti;– bu da öznelliğin, bireyin bilincinin, tamamen güdümlenen toplum içinde tasnif edilemeyen şeylerin daha da büyük bir değer kazanmasına yol açıyordu.
Ama Adorno 153 fragmandan oluşan, 1953’te yayımlanan ve alt başlığı Örselenmiş Hayattan Düşünceler olan olağanüstü başyapıtı Minima Moralia‘yı Amerika’da sürgünken yazmıştı.
Kitabın ne belli bir sıra takip eden bir otobiyografi, ne izleksel bir akıl yürütme hatta ne de yazarın dünya görüşünün sistemli bir biçimde açımlanışı olarak tanımlanabilecek, parçalı ve kafa bulandırıcı ölçüde eksantrik biçimi bize yine Turgenyev’in 1860’ların ortalarında Rusya’daki hayatı anlatan Babalar ve Oğullar romanının kahramanı Bazarov’un tuhaflıklarını hatırlatıyor. Turgenyev modern nihilist entelektüelin prototipi olan Bazarov’u anlatısal bir bağlam içinde sunmaz, Bazarov kısa bir süre görünür ve sonra ortadan kaybolur.
Onu kısa bir süre yaşlı ana babasıyla birlikte görürüz ama kendisini bile isteye onlardan koparmış olduğu çok açıktır. Bundan, entelektüelin hayatını farklı normlara göre yaşadığı için bir hikâyeye değil, sadece bir tür istikrarsızlaştırıcı etkiye sahip olduğu sonucunu çıkarırız; entelektüel sismik şoklar yaratır, insanları sarsar ama ne geçmişine ne de arkadaşlarına bakılarak açıklanabilir.
Turgenyev’in kendisi bundan hiç bahsetmez: Sanki entelektüelin ebeveynlerinden ve çocuklarından ayrı bir varlık olmakla kalmayıp yaşam tarzının ve onu hayata geçirme biçimlerinin de zorunlu olarak ele avuca sığmaz bir nitelik arz ettiğini ve sadece bir dizi bağlantısız, kopuk edimle gerçekçi bir biçimde temsil edilebileceklerini söylemek istercesine gözümüzün önüne serer.
İtalyan ressam Tullio Pericoli’nin kaleminden Theodor Adorno.
‘İçinde büyüdüğümüz geleneksel meskenler tahammül edilemez bir hale geldi’
Adorno’nun Minima Moralia‘sı da aynı mantığı izler gibi görünmektedir ama Auschwitz’den, Hiroşima’dan, Soğuk Savaş’ın başlamasından ve Amerika’nın kazandığı zaferden sonra entelektüeli dürüst bir biçimde temsil etmek, Turgenyev’in yüzyıl önce Bazarov’a yaptıklarını yapmaktan çok daha zahmetli bir şeydir.
Adorno’nun entelektüeli hem eskiyi hem de yeniyi aynı ustalıkla bertaraf eden daimi bir sürgün olarak temsil edişinin özünde aşırı ölçüde işlenmiş bir yazım üslubu vardır. Bir kere bölük pörçüktür bu üslup, ani iniş çıkışlarla doludur, süreksizdir; izlenecek bir anlatı örgüsü ya da önceden belirlenmiş bir düzen yoktur.
Minima Moralia‘daki 18 numaralı fragman sürgünün anlamını çok iyi yakalar. “Sözcüğün bilinen anlamıyla bir yere yerleşmek,” der Adorno, “artık imkânsızdır. İçinde büyüdüğümüz geleneksel meskenler tahammül edilemez bir hale gelmiştir: Bunlardaki her bir konforun bedeli bilgiye ihanet etmek, her barınak izinin bedeli aile çıkarlarıyla küf kokulu anlaşmalara girmektir.”
Adorno açık bir sonuca ulaşır gibi göründüğü anda onu tersine çevirir:
“Fakat bu paradoksun tezi yıkıma, şeylere yönelik ve zorunlu olarak insanlara da karşı dönen sevgisiz bir umursamazlığa yol açar; antitezi ise, daha dile getirildiği andan itibaren, vicdan azabı çekerek de olsa ellerindekini korumayı isteyenlerin ideolojisi olur çıkar. Yanlış bir hayat doğru yaşanmaz.” (5)
Başka bir deyişle, askıda kalmaya çalışan sürgün için bile gerçek bir kaçış yolu yoktur çünkü bu arada olma durumunun kendisi de sahteliğinin üzeri zamanla örtülen, insanın kolayca alışabileceği katı bir ideolojik konum, bir tür mesken haline gelebilir.
Adorno, ‘yerleşmemiş’ olmanın getirdiği endişe ile alay eder
Adorno yine de ısrar eder. “Şüpheci yoklamalar yapmakta her zaman fayda vardır”, özellikle de entelektüelin yazması söz konusuysa. “Artık bir anavatanı olmayan biri için yazı yaşanacak bir yer halini alır” ama yine de –Adorno son bir rötuş daha yapar– kendini analiz ederken katı tutumun gevşetilmesi diye bir şey söz konusu edilemez:
“Kişinin kendisini kendisine acımaya karşı katılaştırması talebi, düşünsel gerilimin herhangi bir biçimde gevşemesini sonuna kadar tetikte olarak engellemek ve yapıtın üzerinde kabuk bağlamaya ya da her yöne çekilebilir hale gelmeye başlayan her şeyi, önceki aşamalardan birinde, gelişmeyi sağlama açısından faydalı olan sıcak atmosferi yaratma işlevi görmüş bile olsa artık yavanlaşıp bayatladığı için geride bırakılan dedikodu kabilinden her şeyi çıkarmak gibi teknik bir zorunluluğu içerir. Sonuçta yazarın yazısı içinde yaşamasına izin verilmez.” (6)
Tam Adorno’ya özgü kasvetli ve anlamını kolay ele vermeyen bir parça bu. Sürgün entelektüel Adorno, yapıtının insana belli bir tatmin verebileceği, hiçbir yerde “yerleşmemiş” olmanın getirdiği endişe ve marjinalliği biraz olsun erteleyebilecek alternatif bir yaşama tarzı sağlayabileceği düşüncesiyle alay ediyor.
Sürgün ve marjinal olmak size olumlu bir şeyler kazandırır
Sürgün ayrıcalığın, iktidarın ve (deyim yerindeyse) evde olmanın sağladığı konforların dışında marjinal bir figür olarak duran entelektüeli karakterize eden durumdur, demek doğru olsa da bu durumun kendisiyle birlikte belli ödüller ve hatta ayrıcalıklar getirdiğini vurgulamak da çok önemli.
Yani ne ödüller kazanıyor ne de parti çizgisine ayak uydurmayan can sıkıcı baş belalarını dışlamayı âdet haline getirmiş bütün o kendinden memnun pâye dağıtım cemiyetlerinde hoş karşılanıyor olsanız da sürgün ve marjinal olmak size olumlu bir şeyler kazandırır.
Bunlardan biri şaşırmanın, hiçbir şeyi peşin doğru saymamanın, çoğu insanı kafa karışıklığına ya da dehşete sürükleyecek istikrarsız ortamlarda ayakta kalmayı öğrenmenin verdiği hazdır şüphesiz. Entelektüel bir hayat temelinde bilgi ve özgürlükle ilgili bir hayattır.
Ama bu sözcükler –şu bildik “iyi bir hayat yaşayabilmek için iyi bir eğitim almalısın” cümlesinde olduğu gibi– soyutlamalar olarak değil, fiilen yaşanan deneyimler olarak görüldüklerinde anlamlıdır. Bir entelektüel gemisi battıktan sonra karada değil karayla birlikte yaşamayı öğrenen birine benzer; amacı küçük adasını sömürgeleştirmek olan Robinson Crusoe değil, olağanüstü şeyler yaşadığı duygusunu hiç kaybetmeyen ve bir bedavacı, fatih ya da yağmacı değil de her zaman bir gezgin, geçici bir misafir olan Marco Polo’dur.
Sürgünün çifte perspektifi
Sürgün, şeylere hem geride bırakılanın hem de şimdi ve burada olanın açısından baktığı için onları hiçbir zaman tecrit edilmiş bir biçimde görmeyen bir çifte perspektife sahiptir. Yeni ülkedeki her sahne ya da durum eskisindeki muadilini kendine çeker zorunlu olarak.
Entelektüel açıdan bu, bir fikir ya da deneyimin her zaman bir başkasıyla karşı karşıya konduğu ve böylece her ikisine de yeni ve önceden tahmin edilemeyen bir ışıkta bakılmaya başlandığı anlamına gelir: Bu karşı karşıya koyma işlemi sayesinde bir durumda bir başkasına oranla, sözgelimi insan haklarıyla ilgili bir sorun hakkında nasıl düşünmek gerektiğine dair, daha iyi, hatta belki de daha evrensel bir fikir geliştirilebilir.
Örneğin Batı’da İslami fundamentalizm hakkında yapılan telaşlı ve temelden sakat tartışmaların çoğunun, tam da Yahudi ve Hıristiyan fundamentalizmleriyle kıyaslama yapmadıkları için entelektüel anlamda haksız olduklarını düşünüyorum ki bu iki fundamentalizm de benim Ortadoğu’ya ilişkin kendi deneyimlerimde eşit ölçüde yaygın ve eleştirilmeye açık bir yer tutuyorlar.
Genelde onaylanmış bir düşmana karşı hüküm verme gibi basit bir konu olarak görülen şey, sürgünün çifte perspektifi içinde, Batılı entelektüeli olaya çok daha geniş bir açıdan bakmaya, sadece geleneksel olarak altı çizilenlere karşı değil, bütün teokratik eğilimlere karşı laik (ya da değil) bir konum almaya itmektedir artık.
Sürgünün bakış açısı diyebileceğimiz şeyin entelektüele sağladığı ikinci bir avantaj ise şeyleri sadece şu an oldukları gibi değil, nasıl o hale geldikleri açısından görme eğiliminde olmanızdır. Karşınızdaki durumlara kaçınılmaz değil de olumsal, doğal ya da tanrı vergisi, bu yüzden de değiştirilemez, geri çevrilemez ve kalıcı şeyler olarak değil de insanlar tarafından yapılan bir dizi tarihsel seçimin sonuçları olarak, yine insanlar tarafından yaratılan toplumsal olgular olarak bakmanızdır.
Sürgün, yaptığınız her şeyi kendi kendinize yapmanız gerektiği anlamına gelir
Son olarak, bütün gerçek sürgünlerin doğrulayacağı gibi, bir kere yurdunuzdan ayrıldıktan sonra nereye giderseniz gidin orada hayata kaldığınız yerden devam edemez, o yeni yerin bir başka yurttaşı olup çıkamazsınız. Ya da bunu yapsanız bile, her şeyi öyle yüzünüze gözünüze bulaştırırsınız ki harcadığınız çabaya değmez.
Zamanınızın büyük bir bölümünü yitirdiklerinize yanarak, etrafınızdaki, hep yurdunda, sevdiklerinin yanında olmuş, ne bir zamanlar kendilerine ait olan bir şeyi kaybetme deneyimini ne de, daha önemlisi, asla geri dönemeyecekleri bir hayatın kavurucu hatıralarını yaşamak zorunda kalmış insanlara gıpta ederek geçirebilirsiniz. Öte yandan, Rilke’nin bir zamanlar dediği gibi, her şeye yeniden başlayan biri haline gelebilirsiniz ki bu da sıradışı bir hayat tarzınız olmasını, her şeyden önce de farklı ve genellikle de son derece eksantrik bir ömür sürmenizi sağlar.
Entelektüel için sürgünle yerinden olma, asli yapıtaşlarını “idare etme”nin ve çizilmiş yollardan gitmenin oluşturduğu bildik bir hayat yaşamaktan kurtulmak demektir. Sürgün her zaman bir marjinal olacağınız ve önceden belirlenmiş bir yolu izleyemediğiniz için bir entelektüel olarak yaptığınız her şeyi kendi kendinize yapmanız gerektiği anlamına gelir.
Bu yazgıyı bir mahrumiyet, hayıflanılacak bir şey olarak değil de bir tür özgürlük, her şeyi önünüze koyduğunuz belli bir amaç tarafından belirlenen, kendi kendinize oluşturduğunuz bir modele göre yaptığınız, hangi konu ilginizi çekiyorsa onunla uğraştığınız bir keşif süreci olarak yaşayabilirseniz eşi benzeri olmayan bir haz alırsınız.
Eksantrik, göçebe bir hayat; günümüzde oturmuş profesyonel bir kariyer dediğimiz şeyle uzaktan yakından hiçbir benzerliği yok ama müthiş bir taşkınlık, bitimsiz bir kendini keşfetme süreci barındırıyor içinde.
Hiçbirimiz Adorno ya da C.L.R. James gibi sürgünlerin yazgısını aynen yaşayacak değiliz elbette, yine de çağdaş entelektüelin içinde bulunduğu durumla çok yakından ilgisi var bu isimlerin. Yerleşmenin, evet demenin, uyum sağlamanın sunduğu ödüller tarafından ayartılan, hatta dört bir yandan kuşatılan entelektüel için bir modeldir sürgün.
Sürgünsoylu entelektüel cüret ve küstahlığa açıktır
Kişinin gerçek bir göçmen ya da sürgün olmasa bile, öyleymiş gibi düşünmesi, her türlü engele rağmen hayal kurup sorgulaması ve merkezi otoritelerden uzaklaşıp daima uçlara çekilmesi mümkündür hâlâ. Bu uçlarda alışılmış ve rahat olanın ötesine hiçbir zaman geçmemiş kafaların göremediği şeyler görür insan.
Sorumsuzca ya da uçarı gibi görünebilen marjinallik durumu, adımlarını her zaman dikkatli atmak zorunda olmaktan, “pişmiş aşa su” katmaktan korkmaktan, sizinle aynı gruba dahil arkadaşlarınızı kırma endişesinden kurtarır sizi. Kimse bağlılıklardan ve duygulardan kurtulamaz elbette.
Teknik ehliyetini kiraya veren ve önüne gelene satan o sözde yüzer-gezer entelektüel de değil kafamdaki. Dediğim şu: Bir entelektüel için gerçekten sürgün olan biri kadar marjinal ve yabancı olmak, otorite ve güç sahibine değil gezgine, alışkanlığa değil geçiciliğe ve rizikoya, otoritenin belirlediği statükoya değil yeniliğe ve deneye duyarlı olmak demektir. Sürgünsoylu entelektüel cüret ve küstahlığa açıktır, alışılmışın mantığına değil, değişimi ve hareket halinde olmayı temsil eder, olduğu yerde saymayı değil.
Kaynak
Tuncay Birkan’ın çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan “Entelektüel sürgün: Göçmenler ve marjinaller” adlı kitaptan derlenmiştir.
DİPNOT
(1) Boş. Sahipsiz ya da sahipliği tartışmalı olan alan. (ç.n.)
(2) Sürgünden sonra Yahudilerin dünyanın dört bir yanına dağılması. (ç.n.)
(3) Truva’yı kuşatan Akha ordusunda, kralları kızdıran ileri geri laflar eden bir asker. (ç.n.)
(4) (Lat.) Öfkeli küfürbaz, kızgın ve etrafına horgörüyle bakan biri. (ç.n.)
(5) Theodor Adorno, Minima Moralia: Reflections from Damaged Life, İng. çev E. F. N. Jephcott (Londra: New Left Books, 1951), s. 38-9. 2.
(6) Adorno, Minima Moralia, s. 87.