Share This Article
Azareen Van der Vliet Oloomi | Çeviren: Emin Arslan
Mayıs 1970’te İstanbul’da çekilen ve yönetmenliğini Sedat Pakay’ın yaptığı siyah beyaz belgesel; James Baldwin: Başka Bir Yerden…
Belgesel, Baldwin’in seyrek döşenmiş bir odada, geniş bir yatakta sırtüstü yatarken çekilmiş görüntüsüyle açılır. Perdeler kapalıdır. Baldwin yorganı geriye atarıyor ve ayağa kalkıyor; üzerinde beyaz bir iç çamaşırından başka bir şey yok. Kameraya sırtını dönüyor ve perdeleri açıyor. Keskin bir Akdeniz ışığı birden içeri doluyor. Baldwin, sırtını kaşıyarak, “Sanırım pek çok insan Amerika dışında bu kadar sık bulunduğum için beni suçluyor ama insan bu konuda endişelenmeyi göze alamıyor çünkü insan yapması gerekeni yapması gerektiği şekilde yapıyor. Ve Amerika dışında olan biri olarak dışarı çıkmanın imkansız olduğunu fark ediyorsunuz, Amerikan güçleri her yerde!” ifadesini kullanıyor.
Tam bu sırada kamera, Amerikan savaş gemileri Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan geçitten sessizce süzülürken ışıltılı İstanbul Boğazı üzerinde geziniyor.
Türkiye’ye parasız ve duygusal olarak tükenmiş olarak geldi
Pakay’ın filmini YouTube’daki kısa bir klip dışında, Amerika Birleşik Devletleri’nde izlemek uzun zamandır neredeyse imkansızdı. Ancak şubat ayında Criterion Channel’da yayınlanmaya başladı ve yeniden ortaya çıkması, Baldwin’in kariyerinin en önemli ve henüz nispeten bilinmeyen yönlerinden birini yeniden incelemek için yararlı bir fırsattı. Yazarın Türkiye’de günleri…
Pakay filmini çektiği sırada Baldwin neredeyse 10 yıldır aralıklı olarak İstanbul’da yaşıyordu. İlk kez 1961 yılında Türkiye’ye parasız, duygusal olarak tükenmiş ve üçüncü romanı Başka Bir Ülke‘yi tamamlamak için gitmişti.
Baldwin’le 1957’de New York’ta, Giovanni’nin Odası‘nın (Baldwin’in ikinci romanı) tiyatro uyarlaması sırasında Giovanni rolünü oynarken tanışan Türk aktör Engin Cezzar, onu ziyaret etmesi için açık bir davette bulunmuş ve moral bozucu bir İsrail gezisinin ardından Baldwin, Cezzar’ın kapısına dayanmıştı.
Bu dönemde kendini evinde hisseden Baldwin, sonraki 10 yıl boyunca düzensiz olarak İstanbul, Erdek ve Bodrum’da yaşadı. Türkiye’den geçen bir siyah sanatçı ve aktivist olarak çevresiyle sosyalleşen Baldwin Türk entelijansiyası içinde kendine yer edindi.
Mayıs 1970’te Baldwin’in İstanbul maceralarını kayıt altına alan yönetmen Sedat Pakay, çekimler esnasında…
‘Burası evim dediğim yerden ve baskılardan çok uzaktı‘
İstanbul, 1960’ların çalkantılı dönemlerinde 10 yıl boyunca Baldwin’e bir sığınak oldu. 1970 yılında Essence dergisi için Ida Lewis ile yaptığı bir söyleşide Baldwin, şehre taşınma kararıyla ilgili olarak, “Hayatımın o noktasında İstanbul gibi bir yere gitmek benim için çok faydalı oldu, çünkü burası evim dediğim yerden ve baskılardan çok uzaktı” demişti.
Akademisyen Magdalena Zaborowska’nın Baldwin’in Türkiye macerası hakkında temel bir metin olan James Baldwin’s Turkish Decade: Erotics of Exile adlı kitabında gösterdiği gibi, Baldwin kesişimsel düşünce ve estetiğin öncülerindendi. Baldwin’in sivil haklar döneminin zirvesinde hayatta kalması, farklı kültürler ve diller arasında geçiş halinde yaşayan transatlantik veya uluslarüstü bir yazar olmasına bağlıydı.
Baldwin ABD’den ilk kez 1948’de Paris’e gitmek üzere ayrılmış ve İstanbul’a gelmeden önce yıllarca ABD dışında yaşamıştı. Ancak orada geçirdiği zamanın sağladığı açıklık ve güvenlik, Amerika’nın saldırgan gerçeklerini daha keskin bir şekilde ifade etmesine ve kişisel yaraları ile ırksallaştırılmış siyasi tarihin yaraları arasındaki bağlantıları dile getirmesine olanak sağladı.
Pakay’ın filme aldığı sıcak, kırılgan ve oyuncu Baldwin, güvenlik arayışı için defalarca Amerika’yı terk etme ihtiyacı hakkında bize ne söylüyor?
Baldwin’in İstanbul’da geçirdiği 10 yıl boyunca ürettiği, aralarında Başka Bir Ülke, Gelecek Zaman Yangını ve Sokakta İsim Yok gibi ufuk açıcı metinlerin de bulunduğu eserler, mekânı ve yersiz yurtsuzluğu merkeze alıyor ve kendisine dair bütünlüklü bir vizyon sunuyor: kilisede yetişmiş ama Hıristiyanlığa eleştirel yaklaşan, siyah Müslüman ideolojisine saygı duyan ama onunla özdeşleşmeyen ve kimliği hem beyaz liberaller hem de Siyah radikal entelektüeller için kafa karıştırıcı olan queer, siyah bir entelektüel.
İstanbul’un mimari palimpsesti, tarihi ve kültürel zenginliği ve çelişkileriyle birlikte, Baldwin’in hem biçim hem de içerik açısından karmaşık ve kaleydoskopik eserler yaratma azmini güçlendirmiş olmalı. Ruh halinin değişkenliği ve katmanlı iç manzarası, gelenek ile modernlik, Doğu ile Batı, Hıristiyanlık ile İslam arasındaki keskin ayrımları reddeden şehrin çok yönlü karakterini yansıtmaktadır.
İstanbul, Baldwin için bir iyileşme alanı, hayatını kurtardığını düşündüğü bir yazı cennetiydi. Zaborowska’nın da belirttiği gibi, bu durum Pakay’ın belgeselinde gördüğümüz Baldwin’in neden o dönem Amerikan medyasında görmeye alışık olduğumuz Baldwin’den çok daha rahat ve huzurlu olduğunu açıklayabilir. Yine de Baldwin’in Türkiye’deki on yılı kolektif hayal gücümüzde bir muamma ve boşluk olarak kalmaya devam ediyor.
Zaborowska’nın kitabı, Baldwin’in Türkiye’de geçirdiği dönemi uzun uzadıya ele alan tek kitap ve Baldwin’in yazılarına aşina olanlar bile çoğu zaman onun İstanbul’da yaşadığından habersiz. Orada geçirdiği zamanı keşfederek ne öğrenebiliriz? Onun kendi kendine uyguladığı sürgün, Amerikan edebiyatını ulusötesi ve enternasyonalist bir bağlamda yeniden konumlandırma ve siyah yazar ve sanatçıların bu edebiyatı şekillendirmedeki rolünü kabul etme konusundaki isteksizliğimize nasıl işaret ediyor? Ve Pakay’ın filme aldığı sıcak, kırılgan ve oyuncu Baldwin, güvenlik arayışı için Amerika’yı tekrar tekrar terk etme ihtiyacı hakkında bize ne söylüyor?
Baldwin, Eminönü meydanında…
‘Cennetten gelenlerin evleri haline getirdikleri şehir’
Türkiye’nin Baldwin’e sunduğu ikametgâh, İstanbul’un canlılığı ve kendisine gösterilen sıcaklıkla birleşerek sanat hayatının en üretken dönemlerinden birini başlattı. 1961 yılında İstanbul’a ilk geldiğinde bitkin ve halsizdi. İsrail’e yaptığı gezi Hıristiyanlıkla ilgili hayal kırıklığını derinleştirmişti ve 1946’da George Washington Köprüsü’nden atlayarak intihar eden siyahi sosyalist ve yakın arkadaşı Eugene Worth’un yasını tutmaya devam ediyordu. Ayrıca Baldwin, biseksüellik ve ırklar arası aşk üzerine cesur ve çığır açıcı kitabı Another Country‘yi tamamlamaya çalışıyordu.
Baldwin’in Another Country (Bir Başka Ülke) adlı kitabında yazdığı Worth’un ölümü, Baldwin’i yıllarca harap etmiş ve İstanbul’da şiddetli yazar tıkanıklığından kurtulana kadar romanı bitirmek için tekrar tekrar denemiş ve başarısız olmuştu. Baldwin kitabın son cümlesini, “Cennetten gelenlerin evleri haline getirdikleri şehir” olarak tanımladığı Cezzar’ın evindeki bir partide yazdı. Kalemini bırakıp başını kaldırdığında, gözleri İstanbul’da ders vermekte olan İngilizce profesörü David Leeming’in gözleriyle buluştu.
Bu karşılaşma her ikisinin de hayatının akışını yeniden belirledi. O gece partiden ayrıldılar ve Galata Köprüsü’nü geçerek Beyoğlu’nda bir bara gittiler. Leeming’in Kuzeybatı Afro-Amerikan Müzesi’nin Pakay’ın fotoğraflarından oluşan sergisini kutlamak için yazdığı James Baldwin, Türkiye ve Sedat Pakay başlıklı makalesinde, ikilinin geceyi “siyah olmak, eşcinsel olmak, Amerikalı olmak ve ortak favori yazarları Henry James (Baldwin’in dediğine göre) Amerika’nın mitlerinin ötesine geçip gerçeği görmekteki başarısızlığını anlamıştı” hakkında konuşarak geçirdiklerini hatırlıyor.
Sonraki birkaç yıl boyunca Baldwin, Paris ve New York’a yaptığı seyahatler arasında sık sık İstanbul’a geri döndü. Leeming 1963’te New York Üniversitesi’nde doktorasına başlayana ve Baldwin onu asistanı olarak işe alana kadar Leeming’le birlikte orada vakit geçirmeye devam ettiler. 1966’da birlikte İstanbul’a döndüklerinde Baldwin yeni romanı Tell Me How Long the Train’s Been Gone‘ı (Ne Zaman Gitti Tren) bitirmeyi umuyordu, tıpkı Another Country‘yi (Bir Başka Ülke) tamamladığı gibi.
Leeming, Cezzar’ın yardımıyla Baldwin’le birlikte önce Ayaz Paşa’da, bir süre sonra da Marmara Denizi kıyısındaki küçük Erdek köyünde bir ev bulduklarını yazar. Yazın Erdek’ten ayrılırlar ve Baldwin’in efsanevi partiler verdiği Boğaz kıyısında bir ev kiralarlar. Sonbaharda, Rumeli Hisarı köyünde, Boğaz’ın yukarısındaki bir kayalıkta, güzel ve eski bir eve taşınırlar.
Baldwin, İstanbul’da bulunan Amerikan askerleriyle fotoğraf çektiriyor.
‘Amerikan güçleri her yerde‘
Baldwin’in Türkiye’de geçirdiği yıllar, ülkenin en canlı ve geniş dönemlerinden birine denk geliyordu. Türkiye’de 1950’ler ekonomik gerileme, acımasız otoriterlik ve demir yumruklu sansür dönemiydi. Kitlesel seferberliğe ve öğrencilerin önderliğindeki halk protestolarına yol açan, birçok gücün bir araya geldiği bir geçiş aşamasıydı.
1965 yılına gelindiğinde serbest seçimler yeniden yapılmış ve anayasa reformu ifade özgürlüğünü önemli ölçüde genişletmişti. Buna paralel olarak dünyada yükselen anti-emperyalist ve anti-kapitalist hareket güçleniyordu. Baldwin’in çalışmaları ve yaşadığı deneyim, dönemin siyasi ve estetik tartışmalarına doğrudan hitap ediyordu. Türkiye, kültürel bir mayalanma süreci içindeydi ve Baldwin, böylesi bir toplumda kendi meşruiyetini tekrar tekrar kanıtlamak zorunda hissetmeden çevresindekilerce uluslararası bir yazar olarak saygı görüyordu.
Yine de Baldwin Türkiye’de bile Amerika’dan tam olarak kaçamadı. Soğuk Savaş sırasında ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler askeri işbirliği ve yardımlaşma üzerine kuruluydu; ABD, Sovyet yayılması tehdidine karşı Türk sularına gemiler göndererek Türkiye’yi Sovyet karşıtı askeri yardım kaynağı haline getirdi. Baldwin’in Sedat Pakay’a söylediği gibi, “Amerikan güçleri her yerde.” ABD’deki şiddetten ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, varoluşsal olarak ‘çıkamayacağı’ duygusu ile Cezzar’ın sıcak misafirperverliğinin ve Türkiye’nin ona sağladığı sıcaklığı derinden hissediyordu.
Bu ortamda Baldwin, Hollywood’da karşılaştığı yok sayılmaya taban tabana zıt verimli bir ilişki içindeydi. İstanbul onu estetik açıdan daha yenilikçi ve politik açıdan daha cesur işler yaratmaya yöneltti.
Aksine, Zaborowska’nın yazdığı gibi, “Baldwin’in ABD’nin emperyal varlığı ve küresel ırkçılık konusundaki farkındalığı Türkiye’de yaşarken arttı ve keskinleşti.” Amerika’nın uluslararası arenadaki ahlâki iflasının daha da bilincine vardı. Bu durum onu, Amerika’nın iyilikseverlik miti ile şiddet içeren gerçekliği arasındaki uçurumu ele alma çabalarını artırmaya yöneltti. Bu uçuruma izin veren ve sürdüren zihinsel durumu “irreality” olarak adlandırdı, milliyetçilik kavramının ve onunla ilişkili anlatıların küresel bir patoloji oluşturduğunu savundu ve her birimizin bu çılgınlığı benimsemek üzere sosyalleştirildiği yöntemleri kınadı. 1970 Essence dergisi söyleşisinde Baldwin Lewis’e şöyle demişti:
“İstanbul’da kaldığım süre boyunca ne batılı ne de doğulu olan insanlarla ilişki kurma konusunda çok şey öğrendim. Türkiye bir bakıma Rusya sınırında bir uydu. Bu izlenmesi gereken bir şey. Batı dünyasının acımasızlığını ve gücünü öğreniyorsunuz. Kimsenin umursamadığı, büyük güçler arasında tenis topu gibi gidip gelen insanlarla birlikte yaşıyorsunuz. Daha önce güç politikalarının ve dış yardımların kötümserliğinden haberdar olmadığımdan değil ama bu tür bir tiyatroda her gün işlediğini görmek ilham vericiydi”
Hollywood’da Malcolm X çekişmesi
Lewis onu daha da sıkıştırarak Türklerin Amerika Birleşik Devletleri’nin elinde uğradığı haksızlıkların Amerika’daki Siyahları etkileyenlerle benzer olup olmadığını sordu. Baldwin “Hayır” diye cevap verdi ve ekledi: “Türkiye, Yunanistan ve hatta Jamaika’daki halklar bu ateşin içinden geçmedi. Onlar Amerika rüyasının sona erdiğini bilmiyorlar.” Röportajın birçok noktasında Baldwin, Amerika’yı yazmak için terk ettiğini ve yazdığı sürece nerede olduğunun önemli olmadığını ısrarla vurguladı. Her halükarda, artık uluslara inanmadığını söyledi.
Bu görüşmeden iki yıl önce, 1968’de Baldwin, Amerika’ya ve Columbia Pictures’ın Alex Haley’nin Malcolm X’in Otobiyografisi’ne dayanan bir senaryo yazması için onu görevlendirdiği Hollywood’a geri dönmüştü. Leeming’in Baldwin biyografisinde belirttiği gibi, Baldwin senaryoyu ‘daha radikal biçimiyle kurtuluş hareketine doğrudan dahil olmanın bir yolu’ olarak gördü. Ancak anlaşılır bir şekilde stüdyonun niyetine şüpheyle yaklaşmış ve hem beyazların siyah Müslümanlardan ve genel olarak siyahların gücünden duyduğu korku hem de Malcolm’un İslam Milleti’nden hümanizme uzanan yolculuğunun incelikleri göz önüne alındığında, Hollywood’un Malcolm’u tüm karmaşıklığıyla tasvir etmeye hazır olup olmadığını sorgulamıştır. Baldwin’in şüpheciliği haklıydı. Leeming şöyle yazıyor: “Columbia yumuşatılmış bir hikaye, sterilize edilmiş bir Malcolm istiyordu ama Baldwin stüdyonun işine karışmasına izin vermemeye kararlıydı.”
Baldwin, Martin Luther King Jr.’ın öldürüldüğü 4 Nisan 1968 günü Hollywood’daydı. Daha önce öldürülen Medgar Evers ve’un ardından gelen bu suikast karşısında Baldwin umutsuzluğa kapıldı. Düşünceleri İstanbul’a yöneldi ve ‘batılı olmayan, Hıristiyan olmayan tanrılara dua etmekten’ başka yapacak bir şey kalmadığını söyleyerek Cezzar’a yazdı. Senaryo üzerindeki çalışmaları yeniden aciliyet kazandı ve senaryoyu tamamlamayı Leeming’in sözleriyle ‘bir sevgi ve inanç eylemi’ olarak görmeye başladı. Ancak Columbia Pictures ile olan mücadelesi iyice içinden çıkılamaz bir hâl almıştı. Bir noktada Baldwin, ‘Malcolm’un Mekke’ye yaptığı geziye siyasi bir anlam yüklemekten kaçınması’ gerektiğini söyleyen bir not aldı. Baldwin öfkelendi.
Daha da kötüsü Columbia, Baldwin’in senaryosunu büyük ölçüde elden geçirmesi için Arnold Perl’i işe alarak Malcolm’un imajını aklamaya ve etkisizleştirmeye çalıştı; Leeming’in yazdığına göre stüdyo, Baldwin’in akıcı ve gevşek yapılı yazımına itiraz etti. Bunu takip eden haftalar boyunca Pakay, bitkin ve giderek daha az istikrarlı olan arkadaşına destek olmak için İstanbul’dan Los Angeles’a uçtu. Ancak Baldwin’in stüdyo ile ilişkileri bozulmaya devam etti ve sonunda aşırı dozda uyku hapı aldı. Hayatta kalmayı başaran Baldwin, film projesinden derhal ayrıldı ve New York ve Paris üzerinden Türkiye’ye gitmek üzere Hollywood’dan ayrıldı.
1967 yılında İstanbul’a gelen Marlon Brando’nun karşısında James Baldwin, yanında Engin Cezzar duruyor.
Türk tiyatro dünyasında fırtınalar estiren cesur prodüksiyon
Baldwin, Paris’te kendisine ilk olarak ‘nasıl göreceğini’ öğreten ve Richard Wright ile birlikte Greenwich Village’dan ayrılıp Paris’te sürgünde yaşamasına ilham veren akıl hocası sanatçı Beauford Delaney’i yanına aldı. Baldwin ve Delaney, Baldwin’in yıllar önce Cezzar’ın evine ilk geldiğinde yaptığı gibi iyileştiği İstanbul’a seyahat ettiler.
Baldwin, İstanbul’da geçirdiği bu süre zarfında Türk yaşamıyla daha yakından ilgilenmeye başladı. Yerel sanatçılar ve tiyatrolarla işbirliği yapmaya başladı. Hollywood’da karşılaştığı susturulmayla taban tabana zıt olan bu verimli alışverişler, onu estetik açıdan daha yenilikçi ve siyasi açıdan daha cesur işler yaratmaya yöneltti.
Kendine güveni yerine gelen Baldwin, kendi Malcolm X vizyonuna geri döndü ve One Day When I Was Lost‘u tamamladı: Alex Haley’nin 1972’de yayınlanan Malcolm X’in Otobiyografisi‘ne dayanan bir senaryo. Ancak belki de bu dönemdeki en önemli başarısı, Cezzar ve eşi oyuncu Gülriz Sururi tarafından yönetilen tiyatro topluluğu için bir oyun yönetmek oldu. Oyun, John Herbert’in 1967 tarihli Fortune and Men’s Eyes adlı, hapishane eşcinselliğini irdeleyen radikal eseriydi. Bu yapım Türk tiyatrosunda silinmez bir iz bırakırken, en azından Baldwin için, Amerikan film ve tiyatro endüstrilerinin sistemik homofobi ve ırkçılığı ele almayı reddetmesine karşı bir kınama olarak ikiye katlandı.
Zaborowska’ya göre Baldwin’in Herbert’in oyununu sahnelemesi ‘Türk tiyatro dünyasında fırtınalar estiren cesur bir prodüksiyon’ idi. Oyun, İstanbul’dan Ankara’ya, İzmir’den Karadeniz kıyısındaki küçük bir işçi kasabasına kadar kırsal ve kentsel Türkiye’yi dolaştı. Zaborowska, Baldwin’in ‘hapishanenin her yerde olabileceği’ mesajının, ‘siyah Amerikalı aktivist’ geçmişiyle birlikte, 1960’ların sonunda Türkiye’deki devrimci kültürel alanla örtüştüğünü belirtti.
Oyunun başarısı kısmen Türkiye’nin sol eğilimli siyasi ikliminden ve darbe sonrasında genişleyen anayasal özgürlüklerden kaynaklansa da, şiddet, erotizm ve eşcinselliğin açık bir şekilde ele alınması, kısa süreli bir yasağa ve resmi olarak atanan uzmanlar tarafından yapılan bir soruşturmaya yol açtı. Ancak uzmanların raporu, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni anayasasının 21. maddesine atıfta bulunarak, sonuçta ‘sanatçıların yanlış ve ahlak dışı algıları sergileyerek eleştirel bir şekilde ifşa etme yükümlülüklerini’ savundu.
Türkiye’de ortaya çıkan Baldwin kapsayıcı ve bütünleştiriciydi
Türkiye’nin sanatçının yükümlülüklerini savunması, Baldwin’in sanatçıyı ‘huzur bozucu’ olarak görmesiyle örtüşüyordu; sanatçının hakikati söylemesi ve görülmediği takdirde üzerine gidilmeden kalacak olan toplumsal hastalıkları ifşa etmesi ahlaki bir zorunluluktu.
Baldwin’in Türkiye’de geçirdiği on yıl boyunca ürettiği eserler, ulusal edebiyat kavramına eleştirel bir mesafeyle bakmamızı ve romanın sınırları aşan gücü ve potansiyeliyle boğuşmamızı hatırlatıyor.
“Türkiye’de sürgündeyken,” diye yazıyor Zaborowska, “yerel deneysel sanat dünyasının avangardında yer alan, izleyicileri üzerinde yeni şeyler denemeye hazır olan ve onun vizyonuna ve içgüdülerine güvenen arkadaşlarıyla çalışıyordu.” Sonuç olarak, oyun üzerinde çalışmak Baldwin’e Giovanni’nin Odası ve Başka Bir Ülke‘de kafasını meşgul eden bireysel özgürlük ve ırksal, cinsiyete dayalı ve cinsel şiddetin kesişimleri üzerine düşüncelerini derinleştirmek için ihtiyaç duyduğu alanı sağladı. Ve İstanbul’daki arkadaşlarıyla işbirliği içinde ortaya çıkardığı melez, korunaksız ve politik olarak radikal prodüksiyon, Hollywood’da işinin sulandırılmasıyla yaşadığı kasvetli deneyimle doğrudan bir tezat oluşturuyordu. Bu anlamda, oyun ve patlayan resepsiyonu, yerel ve göçmen sanatçılar ve entelektüeller arasındaki temasın kültürel üretimin ulusal ve küresel dinamiklerini nasıl yeniden çerçeveleyebileceğinin en iyi örneklerini sunuyor.
Türkiye’de ortaya çıkan Baldwin kapsayıcı ve bütünleştiriciydi. Amerika’da defalarca kimliğinin sınırlarını çizmesinin istendiği, hem siyah hem queer, hem siyah hem entelektüel ya da hem queer hem Hıristiyan olamayacağı ikiliklerden kaçındı.
Baldwin yaşamı boyunca, tıpkı eserlerinin tekil ya da kolayca özselleştirilebilen benlik görüşlerini reddetmesi gibi, ırk ve cinsellik saplantılarıyla Amerikan sosyal yaşamının indirgeyici ikiliklerine meydan okudu. İstanbul’da geçirdiği zaman, bunu daha açık bir şekilde ifade etmesine yardımcı oldu.
Türkiye’de geçirdiği 10 yıl boyunca ürettiği eserler, ulusal edebiyat kavramına eleştirel bir mesafeyle bakmamızı ve romanların sınırları aşan gücü ve potansiyeliyle mücadele etmemizi hatırlatıyor. Zaborowska’nın da belirttiği gibi; “Bunu yapmak, yirminci yüzyıl ortası siyah edebiyat kültürünün ulusaşırı boyutunu daha iyi kavramamıza yardımcı olur.”
Pakay’ın belgeselinin sonlarına doğru Baldwin, Amerikalı eleştirmen ve okurlarının birçoğunun Türkiye’deki varlığını ‘Doğu’nun’ gizemli, aşağı, öngörülemez ve cinsel açıdan karışık bir yer olmasına bağladığından bahsediyor. Amerikan medyası tarafından yaygınlaştırılan bu tepeden bakan ve basitleştirici yapı, Baldwin’in Türkiye’deki yaşamı ve çalışmalarının karmaşıklığını, Türk sanatsal ifadesi üzerindeki etkisini ve Türkiye’nin onun üzerindeki üretici etkisini gizlemeye hizmet etti.
‘Türkiye hayatımı kurtardı‘
Basitleştirilmiş temsillerin karmaşık temsillere tercih edilmesi, Amerika’yı katmanlı, melez, çoğul ve küresel bir alan olarak anlamamızı ve mitlerinin ötesini görmemizi engelleyen ‘gerçek dışılığın’ belirtisidir. Belki de bu yanlış anlamada en acı verici şekilde kaybolan şey – her ne kadar Baldwin’in Pakay tarafından yakalanan yüzündeki sıcaklık ve kırılganlıkta açıkça görülse de – Baldwin’in Amerika’dan sürgününün Harlem’den ayrılmadan önce başlamış olmasıdır.
Filmde, Baldwin’in Müslüman dualarında kullanılan tespihi tutan ellerinin yakın plan çekimini görürüz. Onu şık kıyafetleriyle İstanbul’da yürürken izleriz. Kalabalığın arasından Eminönü’ne, Taksim Meydanı’na ve Beyazıt’taki sahaflara doğru ilerlerken yoldan geçenler dönüp ona bakar; burada sergilenen Another Country’nin ve Herbert’in Fortune and Men’s Eyes adlı oyununun Türkçe çevirilerini alır. FBI Hikayesi adlı kitabı kameraya doğru tutarak Amerikan gücünün ve tuzaklarının yaygın varlığına işaret eder.
Pakay’la konuşurken, “Amerika’yı uzaktan daha iyi görüyorsunuz ve başka bir yerle, başka bir ülkeyle karşılaştırma yapabiliyorsunuz” der. Filmin ilerleyen bölümlerinde masasında otururken, kâğıtları ve kitapları masanın üzerine saçılmış bir halde, cinselliği ve erkeklere ve kadınlara duyduğu aşk hakkında uzun uzun konuşur ve profilden görünecek şekilde başını kameradan çevirerek, “Amerikalı erkekler eşcinsellik konusunda paranoyak” der.
“Aşk, garip paketlerde gelir.” Ardından, film dış mekana taşınır. Oturmuş çay içen Baldwin’in iki yanında sert yüzlü, smokinli iki garson durmaktadır. Kameraya göz kırpar. Son çekimde yüzü sıcak bir gülümsemeye dönüşür.
Baldwin kısa bir süre sonra Paris’e gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldı. Şöhretinin doruğundayken, uluslararası basın ve Türk kültür kurumları tarafından aranılan insanken ayrıldı. Ancak uzun süre kaldığı her yerde huzursuz olma eğilimindeydi. Zaborowska, Baldwin’in Paris’te “Türk telekomünikasyon ve posta hizmetlerinin çok iyi çalışmadığı bir dönemde Amerikalı yayıncıları ve editörleriyle daha kolay temas kurabildiğini” belirtiyor. Baldwin Türkiye’ye son kez 1981 sonbaharında, ilk ziyaretinden yirmi yıl sonra döndü. Cezzar ve Sururi ile birlikte Bodrum’da bir çiftlik evinde tatil yaptı. Leeming’e göre bu, ‘neredeyse pastoral bir sükûnet dönemi’ idi. Türkiye onu onarmıştı. Bunun da ötesinde, defalarca söylediği gibi, “Türkiye hayatımı kurtardı.”
The Yale Review’de yayımlanan “James Baldwin in Turkey How Istanbul changed his career—and his life” başlıklı makaleden çevrilmiştir.