Share This Article
Ukrayna’yı ilk ve son defa 2019’da ziyaret ettim. 2010 yılında yayımladığım, Rus edebiyatı okumak hakkındaki anı kitabım Ecinniler, otobiyografik bir roman olan Budala ile birlikte yakın zamanda Rusçaya çevrilmişti, Pen Amerika ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın girişimiyle kültürel elçi olarak Rusya’ya gidiyordum. Yolda Kiev ve Lviv’e uğradım: Daha önce sadece Rus romanlarında, ardından uluslararası haberlerde okuduğum şehirler.
2014 yılında güvenlik güçleri Kiev’in Bağımsızlık Meydanı’nda yüz protestocuyu öldürmüş ve Rusya destekli ayrılıkçılar Donbas’ta iki mini cumhuriyet ilan etmişti. Seyahatim sırasında tanıştığım neredeyse herkes – gazeteciler, öğrenciler, kültürel irtibat görevlileri – protestolarda yaralanmış, ölmüş ya da doğudaki ayrılıkçılarla savaşan gönüllü ordusuna katılmış birini tanıyordu.
Ecinniler ve Budala kitaplarının yazarı olarak, insanların Dostoyevski hakkındaki düşüncelerini kısmen duydum. Bana Ukrayna’da şu anda kimsenin Dostoyevski hakkında düşünmek istemediğini, çünkü romanlarının Rus ordusunun saldırganlığını meşrulaştıran propagandada kullanılan yayılmacı retoriğin aynısını içerdiğini açıkladılar. Bu fikre ilk tepkim, savaşın anlaşılabilir bir ek sonucu olarak – “nesnel” olmadığı için – onu değerlendirme dışı tutmak oldu.
Bu türden mesafe koymaya yıllardır alışkındım. Öğrenciyken bana sık sık Rus akrabalarım olup olmadığı ve eğer yoksa neden “Ruslarla” bu kadar ilgilendiğim sorulurdu. Acaba Rusya’yı batılılaştıran Büyük Petro ile akrabalarımın geldiği Türkiye’yi batılılaştıran Atatürk arasındaki benzerlikleri mi inceliyordum? Bu tür sorular bana dar görüşlü geliyordu. Neden atalarımın ürettiği edebiyatı inceliyordum ki? Rus edebiyatını ulusal değil, insani bir perspektiften okuyordum. Bu kitapları tam da Babalar ve Oğullar, Suç ve Ceza ve Ölü Canlar gibi başlıklarda ifade edilen evrensel nitelik için seçmiştim.
Elbette – Kiev’de gördüm ki – savaştaki insanların ulusal bir perspektiften okumamasını bekleyemezdiniz. Dostoyevski’nin hayatı hakkında bildiklerimi düşündüm. Genç bir adamken, Sibirya’ya sürülmeden önce ütopik-sosyalist görüşlere sahip olduğu için sahte bir idama maruz kalmıştı. 1860’lı yıllarda, geri döndükten sonra Suç ve Ceza ile Budala’yı yazmış ve psikolojik romanın gelişimine katkıda bulunmuştu.
Daha sonraki eseri olan Bir Yazarın Günlüğü’nün, Ortodoks Rusya’nın Slav halklarını birleştirmeye ve İsa’nın krallığını yeryüzünde yeniden yaratmaya nasıl yazgılı olduğuna dair bazı korkunç nutuklar içerdiğini hatırladım. Geriye dönüp baktığımda, Rus devlet propagandasının bir kısmıyla kesinlikle bağlantı görebiliyordum.
‘İnsanlığın mirası olan sanat eserleri ulusal ya da siyasi hırslardan uzak tutulmalıdır’
Ama zaten Dostoyevski’ye tam da bu nedenle, siyasi yorumları için hayranlık duymuyor muyduk? Romanlar konusunda iyiydi. Bir Dostoyevski romanında anlaşılmaz şekilde atıp tutan biri, birkaç sayfa içinde karşıt görüşe sahip, atıp tutan başka bir karakter tarafından yalanlanmak zorundaydı: Hem Rus romanlarında hem de benim düşüncelerimde belirgin biçimde yer tutan ve diyalojizm olarak bilinen bir teknik. Seyahatimi takip eden aylarda, Dostoyevski’nin Ukrayna eleştirisinin zihnimde sık sık tekrarlandığını, geçmişimle tartışmaya girdiğini ve son yıllarda Rus romanlarının hayatımdaki rolü hakkında sahip olduğum diğer çekincelerle yankılandığını duydum.
Bu sorular geçtiğimiz Şubat ayında Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle birlikte bıktırıcı bir önem kazandı. Dikkatimi topladığımda, savaşı çevreleyen söylemde Rus edebiyatını fark etmek zor olmadı – özellikle de Vladimir Putin’in Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana Kremlin bağlantılı “filozoflar” tarafından popüler hale getirilen “Rus Dünyası” (“Russkiy Mir”) kavramını tekrar tekrar dile getirmesinde. Rus Dünyası, “Büyük Rusya” (Rusya), “Küçük Rusya” (Ukrayna) ve “Beyaz Rusya “dan (Belarus) oluşan “üçlü Rus ulusu”nun da ötesine uzanan, Doğu Ortodoksluğu, Rus dili, Aleksandr Puşkin, Leo Tolstoy ve Fyodor Dostoyevski’nin “kültürü” ve gerektiğinde hava saldırılarıyla birleşen uluslar ötesi bir Rus medeniyeti hayal ediyor.
Mart ayı başlarında, aralarında Ukrayna PEN’in de bulunduğu bir dizi Ukraynalı edebiyat grubunun “Rus kitaplarının tüm dünyada boykot edilmesi!” çağrısında bulunan bir dilekçeyi imzaladıklarını öğrendiğimde çok da şaşırmadım – bu sadece yayıncılarla mali bağların kesilmesini değil, Rus yazarların kitaplarının dağıtımının ya da tanıtımının durdurulmasını da içeriyordu.
Gerekçeleri 2019’da karşılaştıklarıma benziyordu: “Rus propagandası birçok kitapta işleniyor, bu da onları savaş için silahlara ve bahanelere dönüştürüyor.” Boykot Pen’in tüzüğüne (“Savaş zamanında, tüm insanlığın mirası olan sanat eserleri ulusal ya da siyasi hırslardan uzak tutulmalıdır”) pek de uymuyordu. Almanya PEN hemen bir basın açıklaması yayımlayarak yirmi birinci yüzyılın dengesiz politikacılarının aynı ülkeden çıkan büyük yazarlarla bir tutulmaması gerektiğini belirtti. Başlıkta “Düşman Putin’dir, Puşkin değil” yazıyordu.
Fırtınanın merkezinde Puşkin vardı. Rus edebiyatının kurucusu olarak kabul edilen Puşkin, genellikle ilk büyük Rus romanı olarak kabul edilen Yevgeni Onegin’i, Rus aristokrat yaşamının büyük bölümünün Fransızca yürütüldüğü bir dönemde, 1820’li başlayarak seri bir şekilde yayımladı. Puşkin’in Rus devletiyle kendi ilişkisi de sorunsuz değildi. 1820’de, yirmi yaşındayken, otorite karşıtı şiirler yazdığı için (özellikle daha sonra Aralıkçılar isyancılarının eşyaları arasında bulunan “Özgürlüğe Övgü” nedeniyle) Petersburg’dan sürüldü.
1826’da, Çar I. Nikolay’ın Çehov’un kişisel sansürcüsü olması koşuluyla Moskova’ya dönmesine izin verildi. Petersburg’a geri döndü ve gerçekten önlenebilir bir düellonun ardından otuz yedi yaşında öldü. Rus İmparatorluğu ve Sovyetler Birliği, Vilnius’tan Havana’ya, Taşkent’e kadar dünyanın dört bir yanına bronz Puşkinler dikmeye devam etti. Stalin’in tasfiyelerinin en yoğun olduğu dönemde, 1937’de, yani Puşkin’in ölümünün yüzüncü yıldönümünde birçok anıt inşa edildi.
Rusya’nın bölgesel etkisi
Nisan ayında, Pushkinopad – “Puşkin’in düşüşü”- olarak bilinen bir hareket Ukrayna’yı kasıp kavurmaya başladı ve düzinelerce Puşkin heykelinin parçalanmasına neden oldu. Ukraynalı bir çift bilişim çalışanı Telegram’da (@cancel_pushkin_bot) Ukrayna’daki, isimlerinin verilmesini hak etmeyen Rus yazarları tespit etmek için bir sohbet robotu yarattı. Bu sohbet robotu Puşkin ve Dostoyevski’yi Rus şovenisti olarak tanımlıyor. (Hayatının son otuz yılında barış yanlısı olan Tolstoy’u ise es geçiyor).
O sıralarda Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te Rus edebiyatı üzerine bir konuşma yapmam için davet edildim. Davet, normalde St. Petersburg’da gerçekleşen ancak kurucusu Ben Meredith adında bir İngiliz eğitimci ile birlikte başka bir yere taşınan bir Rusça yurtdışı eğitim programından geldi. Bu davet beni duraksattı. Coğrafi ve tarihi akımların bu zengin kavşağında öğrenilecek çok şey olduğu kesindi. Ancak Rus edebiyatının ebedi bir öğrencisi sıfatıyla, kendimi hem Rus İmparatorluğu’nun hem de Sovyetler Birliği’nin bir başka eski toprağına mı maruz bırakacaktım?
Gürcistan’ın Rusya ile olan karmaşık tarihi, sürekli çatallanan bir labirentteki başka bir yol misali önümde açılıyor gibiydi. 1783 yılında Kral II. Erekle, Büyük Katerina ile Gürcistan topraklarının Pers İmparatorluğu’na (yanı sıra Osmanlı İmparatorluğu’na, çeşitli komşu kabilelere ve hanlıklara) karşı Rusya tarafından korunmasını sağlayan bir antlaşma imzaladı. Rusya bu antlaşmaya hiçbir zaman uymadı ve 1801’de Gürcistan’ı ilhak etmeye başladı. Tiflis, o zamanki adıyla Tbilisi, matbaaları, okulları ve operasıyla bir sömürge başkenti haline geldi.
Aynı zamanda Rusya’nın Çeçenistan ve Dağıstan’a doğru genişlemesinin de üssü oldu. Rus saldırılarına tepki olarak, Kuzey Kafkasya dağlılarının çoğu bir araya gelerek, sonuncusu İmam Şamil olan bir dizi Dağıstanlı imamın liderliğinde, 1859’da teslim olan bir Müslüman direniş ordusu kurdu. Savaş sırasında, aralarında Puşkin ve Tolstoy’un da bulunduğu edebiyatçı genç Rus kuşaklar bölgeye gitti.
Yaşadıkları deneyimleri kaleme aldılar ve sık sık Türkçe kelimeler içerdikleri için üniversitede öğrenmekten büyük heyecan duyduğum eserlerin olduğu, Kafkasya Rus Edebiyatı adıyla bilinen edebiyatı oluşturdular. On dokuzuncu yüzyıl ilerledikçe Gürcü edebiyatçı gençler Petersburg’da eğitim görmeye, Puşkin okumaya ve Gürcü ulusal kimliğini tanımlamak için Rus Romantik retoriğini benimsemeye başladılar.
Gürcistan 1921 yılında Kızıl Ordu tarafından fethedildi ve 1991 yılında SSCB’den ayrıldı. Ülke her yıl, Sovyet Ordusu’nun Tiflis’te bağımsızlık yanlısı bir gösteriyi bastırdığı 9 Nisan 1989’un yasını tutuyor. Stalin’in doğum günü hâlâ her aralık ayında memleketi Gori’de anılıyor. 2008 yılında Rusya, ayrılıkçı cumhuriyetler Güney Osetya ve Abhazya’yı desteklemek için Gürcistan’a asker gönderdi. Ardından gelen savaşın hatırası Gürcü halkının Ukrayna’ya olan desteğini pekiştirdi. Bununla birlikte, Rus asıllı milyarder Bidzina Ivanişvili tarafından kurulan iktidardaki Gürcü Rüyası Partisi, Rusya’ya karşı uluslararası yaptırımlara katılmadı.
Ukrayna’nın işgalinden sonra yüz binlerce Rus vatandaşı, hem ideolojik hem de pragmatik olan çok çeşitli nedenlerle Gürcistan sınırını geçti. On binlerce kişinin başkente yerleşerek tarihi anıları canlandırdığı ve daire fiyatlarını artırdığı bildirildi. Bu arada, Rusya’daki pek çok yurtdışı eğitim programı iptal edildiği için, Meredith’in normalde çok sınırlı olan programına kayıtlar büyük bir artış göstererek yüzde seksenin üzerine çıktı. Daveti düşünürken Tiflis’teki insanların şehirlerinin Rus filolojisi çalışmaları için bir menzil haline gelmesi konusunda ne hissettiklerini merak ettim.
Moskova’da yoğun kar yağışı altında Lev Tolstoy’un anıtı…
‘Beni Rus romanlarına ilk bağlayan Anna Karenina oldu’
Doksanlı yıllarda beni Rus romanlarına ilk bağlayan Anna Karenina olmuştu. Tek çocuk olarak, okul çağımda boşanmış, ikisi de bilim insanı olan ebeveynim arasında gidip gelerek ve yazları Türkiye’deki ailemle geçirerek, farklı, çoğu zaman birbirini dışlayan fikirler ve dünya görüşleriyle çevrili bir şekilde büyüdüm. Kendi tarafsızlığıma olan inancımla gurur duymaya başladım, eleştirilere gereken ağırlığı verirken her iki tarafın da iyi noktalarını aklımda tutma konusunda özel bir yeteneğim vardı.
Anna Karenina’ya, hiçbir karakterin haksız olmadığını, mantıksız görünen insanların bile kendi bilgi ve deneyimlerine dayanarak kendilerine doğru görünen şeyi yaptıklarını açıkça gösterdiği için âşık oldum. Herkesin farklı bilgi ve deneyimlere sahip olmasının bir sonucu olarak, anlaşmazlığa düşmüşler ve birbirlerini mutsuz etmişlerdi. Yine de, tüm bu çelişkili sesler ve bakış açıları, bir anlamsızlık kaosu yaratmak yerine, bir şekilde daha fazla anlam üretmek için birlikte çalışıyordu.
Bazı eleştirmenlerin Anna Karenina’yı Puşkin’in manzum romanı Yevgeni Onegin’in bir devamı olarak nitelediğini öğrendiğimde, okuyacağım bir sonraki kitap olmasına karar verdim. Roman, dünyadan bıkmış bir kozmopolit olan başkarakterin büyük bir kır malikânesini miras almasıyla başlar. Orada, taşralı, roman takıntılı bir genç olan ve ona aşkını ilan eden bir mektup yazan Tatyana ile tanışır. Tatyana’yı reddeder ancak üç yıl sonra onunla St. Petersburg’da karşılaşır, Tatyana artık önemli bir generalin son derece özgüvenli eşidir. Taşralı, roman takıntılı bir genç olan ben, olayları garip bir şekilde ilgi çekici bulmuştum.
Ukrayna’ya seyahat ettiğim sırada, jeopolitikle ilgisi olmadığını düşündüğüm nedenlerle bu kitaplarla bir hesaplaşmanın ortasındaydım. Her şey 2017’de, kırk yaşıma girdiğim, kendimi queer olarak tanımlamaya başladığım, Budala’yı yayımladığım ve #MeToo (#BenDe) ifşaatlarının ortasında bir kitap turuna çıktığım yıl başlamıştı. Pek çok kadın gibi ben de 2017’nin büyük bir kısmını kendi romantik ve cinsel oluşumumun hikâyesini yeniden düşünerek geçirdim.
Heteroseksüel aşkın ve duygusal acının evrenselliğine dair çeşitli varsayımların haritasını çıkarmaya çalışırken, Adrienne Rich‘in 1980 tarihli Zorunlu Heteroseksüellik ve Lezbiyen Varoluş başlıklı makalesine rastladım. Rich bu makalesinde Batı edebiyatında “kadınların kaçınılmaz olarak, düşüncesizce ve trajik bir şekilde de olsa erkeklere çekildiğini; bu çekimin intihara meyilli olsa bile… yine de organik bir zorunluluk olduğunu” öne süren bir eğilim olduğunu tespit eder.
Dostoyevski’ye karşı nesnel tutum neydi?
Anna Karenina ve Yevgeni Onegin’i düşündüm. Tolstoy ve Puşkin, Anna ve Tatyana’nın erkeklere âşık olarak zaten son derece sınırlı olan yaşam seçeneklerini nasıl da kısıtladıklarını açıkça göstermişlerdi! Yine de bu yıkıcı, kendi kendini yok eden aşk, kaçınılmaz ve göz alıcı gibi gösterilmiştir. Anna ölür ama harika görünmektedir ve ölüm ânına kadar aklı başında düşünceler içindedir. Tatyana’nın Yevgeni Onegin’e yazdığı aşk mektubu kalp ağrısından başka bir şeye neden olmaz – ama ne harika bir mektuptur! Bu tür romanlar beni, kadınların erkekler karşısında çektiği acıları insan deneyiminin indirgenemez, hatta arzu edilir bir parçası olarak görmeye, ona karşı çıkmak yerine tarafsızca takdir edilmesi gereken bir şey olarak görmeye teşvik etmiş miydi?
Ukrayna’da, 2019’da, Dostoyevski’nin alışılmadık bir eleştirisiyle karşılaştığımda, içgüdüsel olarak romanların nesnel bir şekilde okunması gerektiği fikrine geri dönmüştüm. Peki ama Dostoyevski’ye karşı nesnel tutum neydi? “Düşman Putin’dir, Puşkin değil”: bu nesnel miydi? Böyle bir düşünce uzun zamandır kendi zihinsel yapımın bir parçasını oluşturuyordu.
Putin, karşılaştırmalı (çoğunlukla Rus) edebiyatı alanında doktora yapmaya başladığım yıl iktidara gelmişti ve bu da kabaca İkinci Çeçen Savaşı’nın başlangıcına denk geliyordu. Sekiz yıl sonra tezimi tamamladığımda savaş hâlâ devam ediyordu. Çalışmalarım ile savaş arasında net bir bağlantı kurduğumu hatırlamıyorum. Putin’in eylemlerini açıklamak için Rus edebiyatını kullanmak bana kesinlikle kolay görünecekti. Sırada ne vardı, Donald Rumsfeld hakkında fikir edinmek için James Fenimore Cooper’ı mı inceleyecektim? (Peki 2003’te Bağdat’ta okunan Son Mohikan ne düşündürürdü?)
Büyük romanların evrensel insani gerçekleri ifşa ettiği ya da ulusal politikaları aşan tamamen edebi bir anlam içerdiği fikri dünya çapında orantılı bir şekilde yayılmamıştı. Kiev’de buna dair hiçbir işaret görmemiştim. 2022 işgalinden sonra hem Almanya PEN gibi batılı gruplar hem de Rus yayın organları tarafından bu dile getirildi. “Yazarlar savaş istemiyor, siyasete karışmak istemiyorlar,” diye yazıyordu işgal yanlısı bir açık mektup geçtiğimiz şubat ayında, kendini “yazar” olarak tanımlayan yüzlerce kişi tarafından imzalanmış ve künyesinde Puşkin’in portresi bulunan Literaturnaya Gazeta gazetesinde yayımlanmıştı.
Bu beni düşündürdü: Eğer bu kadar objektif bir şekilde sevdiğim kitaplar aslında ataerkil ideolojinin araçlarıysa, neden yayılmacılık ideolojisi de orada olmasındı? Bu Tiflis’ten daha iyi görebileceğim bir şey miydi?
Ataerkilliğin ve yayılmacılığın gizli mekanizmaları
Yirmi üç yaşındaki Tolstoy’un, gençliğinin çoğunu kumar ve bazen “kadınlar” olarak adlandırılan şeylerle geçirdikten sonra ilk romanını yazmaya Tiflis’te başladığını düşündüm. Oraya askere yazılmak için gitmiş ve sonunda bugünkü Çeçenistan’da ve Kırım’da görev yapmıştı. Son eserlerinden biri olan Hacı Murat’ta Tolstoy 1851’in Tiflisi’ne geri döner.
Orada, İmam Şamil ile anlaşmazlığa düşen ve Rusya’ya hizmetlerini sunan ancak sonunda başı kesilen bir isyancı komutan olan gerçek Hacı Murat ile yolları kesişmişti. Başı Petersburg’daki Kunstkamera müzesine gönderilmişti (Hacı Murat’ın torunları ve Dağıstanlı siyasetçiler uzun zamandır başın iadesi için dilekçe veriyorlar). Romanda Tolstoy, Hacı Murat’ın kesik başını bir gün bir hendekten söktüğü güzel bir Tatar devedikenine benzetir.
Üniversitede Kafkasya’daki Rus edebiyatına duyduğum hayranlık uzun sürmemişti – en sevdiğim kitaplar merkezde geçenlerdi, taşrada değil – ama bir keresinde Hacı Murat’ın sonundaki Hacı Murat’ın kafası ile Anna Karenina’nın sonundaki Anna Karenina’nın kafasını karşılaştıran bir dönem ödevi yazmıştım.
Anna bir trenin önüne atladığında, bilinçakışıyla dolu bir vagon yolculuğu sırasında insan ilişkilerinin ve Vronski’ye olan aşkının beyhudeliğini kavradığında, bedeni parçalanmıştır ancak “kalın örgüleri ve şakaklarında kıvrılan saçlarıyla sağlam kafa” çekiciliğini sürdürmeye devam eder, “yarı açık kırmızı dudaklarıyla güzel yüz” korkunç bir ifade takınır. Her iki durumda da alışılagelmiş işlevinden ve ortamından koparılan insan başı, potansiyel olarak önlenebilir bir insan hakları olayının sembolü olmaktan ziyade, üzerinde düşünülmesi gereken durağan bir imge olarak temsil edilmektedir.
Şimdi eski Hacı Murat kitabımı çıkarıp Tiflis’te yeni açılan bir tiyatroda geçen, Hacı Murat‘ın bir İtalyan operasının ilk perdesine metanetle katlandığı sayfaları tekrar okudum. Sarığıyla tiyatroya topallayarak girişinin tasviri, Anna Karenina’nın pahalı bir dantel başlık takarak St. Petersburg’da operaya giderek sosyal normlara meydan okuduğu sahneyi hatırlatıyor. Rus genel valisi Hacı Murat’ın ailesini koruyacak mıdır?
Karenin Anna’dan boşanacak mıdır? Petersburg operaları, tıpkı farklı açılardan çekilmiş ve stereoskopik olarak görüntülenmiş iki fotoğrafın sayfadan üç boyutlu bir görüntünün fışkırmasına neden olması gibi, yan yana düşünüldüğünde parçalarının toplamından daha fazlası gibi görünüyordu. Ataerkilliğin ve yayılmacılığın gizli mekanizmaları birdenbire aynı devasa aygıtın iki yüzü olarak ortaya çıkıyordu. Eski imparatorluk taşrasına yapılan bir yolculukta “evrensel” Rus romanının başka hangi yönleri görülebilir?
Hangi roman?
İstanbul’dan kalkan uçağım rötar yaptı. Havaalanından doğruca Eski Tiflis’te bir avludaki program oryantasyonuna gittim ve çoğu İngiliz üniversitelerinin öğrencisi olan otuz küsur kişilik bir dinleyici kitlesinin yerel halkı tetiklemeden nasıl Rusça pratik yapabilecekleri konusunda eğitim aldıklarını duymak için tam zamanında yetiştim. Rus dostu barların bir listesi dağıtıldı. (Rusça konuşanların barlardan atıldığına dair hikâyeler vardı.) Öğrencilere misafir öğretim görevlisi olarak tanıtıldım. Konferansları “_(ref)_konferansları” denen bir şeyin izleyeceğini öğrendim.
“Korkunç! Berbat!” Meredith kendi uydurduğu bu isim hakkında neşeyle konuştu. Ayrıca, konferans koordinatörü Katya Korableva’nın itirazlarına rağmen programa “Bahara İnanmalıyız” adını vermişti. Korableva’ya bu ismi sorduğumda başını sallayıp yere baktı ve sonunda onu fazla iyimser bulduğunu söyledi. (Daha sonra tanıştığım öbür savaş karşıtı Ruslarda da benzer bir içgüdüsel iyimserlik eksikliğiyle karşılaşacaktım. Bir keresinde, Telavi’deki kırsal bir avluda, Moskova’dan gelen gurbetçi bir podcaster’ın pitoresk bir ahşap pencere panjuruna sırtını dönerken “Yapamıyorum bile” diye mırıldandığını duydum: Panjur tahtaları Putin’in savaşının sembolü olan “Z” harfini oluşturuyordu).
Ertesi sabah kahvaltıda Rusça konuşma konusunda gergindim, bu da mutfakta krep pişiren insanlarla ilişki kurma becerimi sınırlıyordu. Neye öncelik vereceğimi bulmaya çalışırken birkaç krep yedim: Rus romanlarını yeniden okumak mı, Gürcü ve Ukrayna romanlarını okumak mı, Gürcü insanlarla tanışmak mı, Rus insanlarla tanışmak mı, tarihi yerleri ziyaret etmek mi? Hem Sovyet hem de Sovyet sonrası yayılmacılığın öncüsü olduğu tartışmasız olan Rus emperyalizmi ile çocukluğumda sevdiğim romanlar arasındaki ilişkiyi çözmenin doğru yolu neydi?
Gürcistan Yazarlar Evi’nde kalıyordum, Art Nouveau tarzında bir malikâneydi ve 1937’de orada kendini vuran Gürcü Mavi Boynuzlar sembolist grubunun bir üyesi olan şair Paolo İaşvili‘nin hayaletinin orada olduğu söyleniyordu. Stalin’in Gürcistan’daki tasfiyelerini yöneten Lavrentiy Beria, yazarları birbirlerine karşı tanıklık etmeye zorlamıştı. Tiflis’teki Puşkin anıtı kısa bir yürüyüş mesafesindeydi, ben de orayı ziyaret etmeye karar verdim. Her yerde kaybolabilen bir insanım, bu yüzden Yazarlar Evi’nin etrafında dolaşıp çıkışı bulmaya çalışarak uzun zaman geçirdim. Bir salonda, üzerinde “Bastırılmış Yazarlar Müzesi” yazan ahşap bir kapıya rastladım. Kapının kolunu yokladım. Kilitliydi.
Binadan kurtulduktan sonra sağa, Mihail Lermontov‘un adını taşıyan bir sokağa saptım. Lermontov, Puşkin’in düellodaki ölümüne ilişkin saraydaki iftiracıları suçlayan bir şiir yazdığı için 1837 yılında askeri bir subay olarak Tiflis çevresine sürgün edilmişti. Kafkasya’da görev yapmaya devam etti ve ironik bir şekilde Zamanımızın Bir Kahramanı adını verdiği romanına malzeme topladı. (Romanın açılış cümlesi “Posta istasyonunda atlarını değiştirdiğim arabamla Tiflis’ten geliyordum” dur.) Puşkin de bölgeye ilk kez 1820’de siyasi bir sürgün olarak gelmişti.
Çevresinden esinlenerek yazdığı “Kafkasya Tutsağı” adlı şiirinde Çerkes bir kız, duygularına karşılık veremeyecek kadar düşünceli ve Byron tarzındaki bir Rus savaş tutsağına âşık olur; ta ki kız onu serbest bırakmak için hayatını tehlikeye atana ve tutsak da onunla birlikte Rusya’ya gitmesi için yalvarana kadar. Artık mutlu olamayacağını anlayan kız bunun yerine kendini boğar. Kafkasya’daki Rus edebiyatının ilk büyük eseri olarak kabul edilen bu kitabı seyahatime hazırlanırken tekrar okudum.
‘Boyun eğ Kafkasya, Ermolov geliyor!’
Sonsözde Puşkin, Çerkes kızın kaderi ile Kuzey Kafkasya halklarının kaderi arasında bir bağlantı olduğunu ima eder. En uğursuz satır – “Boyun eğ Kafkasya, Ermolov geliyor!”- yakın zamanda Ukrayna, mesajlaşma uygulaması Telegram tarafından bana aktarılmıştı. Acımasız taktikleriyle Kuzey Çerkes nüfusunun yaklaşık onda dokuzunun ortadan kaldırılmasına katkıda bulunan Rus komutan General Aleksey Yermolov bir keresinde, “Adımın dehşetinin, sınırlarımızı zincirlerden ya da kalelerden daha güçlü bir şekilde korumasını arzuluyorum,” demişti.
Puşkin Parkı’na giden Puşkin Caddesi’ne saptım, Puşkin, ya da en azından büstü, pembe mermer bir kaide üzerine tünemişti orada. Onu gördüğüm için bir şekilde rahatlamış hissettim. Sonra rahatlamış hissettiğim için utandım. Yirmi yaşındayken yazdığı bir şiir yüzünden bir çar tarafından sürgüne gönderildikten sonra Puşkin’in neler hissettiğini, işin içine utancın girip girmediğini merak ettim.
“Sürgünden Petersburg’a dönen Puşkin, Rus tahtını eleştirmeyi bıraktı ve çarlığın komşu halklara karşı emperyal saldırgan eylemlerini yücelten büyük güç kasideleri yazmaya başladı”: Ukraynalı sohbet robotu tarafından sunulan kronolojik olarak indirgeyici ancak tamamen yanlış olmayan yorum bu. Hayatının geri kalanında, bireysel özgürlüğü savunan Puşkin ile imparatorluğu yücelten Puşkin sürekli yer değiştirmiştir.
Puşkin’in “Bakır Atlı” (1837) adlı şiirinin önsözünde, Büyük Petro’nun Petersburg’u kurmayı planladığı, “sefil Finler”in kararmış kulübelerinin bulunduğu bataklığı düşündüğü görülür. (Petro, 1703 yılında Baltık Denizi’ne erişimi olan batıya dönük bir başkent kurarak, askeri ve sivil kurumları radikal bir şekilde batılılaştırarak Rusya’yı büyük bir Avrupa gücüne dönüştürmüştür). “Buradan İsveçlileri tehdit edeceğiz,” diye düşünür Peter.
Orada Putin’i hatırlatacak hiçbir şey yokmuş gibi değildi. Petersburg’un en ünlü heykeli olan atlı Peter’in kaidesinden fırlayıp bir katibi ölümüne korkuttuğu kâbus gibi bir fantezi olan “Bakır Atlı”, öbür şeylerin yanı sıra, Puşkin’in anıtlara karşı kararsızlığının da bir kanıtıdır. Bir bakıma, kendi kendini parçalayan bir anıt hakkında bir şiirdir. Puşkin Ukrayna’daki Pushkinopad hareketi hakkında ne düşünürdü? Bu soruyu hangi Puşkin’e sorduğunuza bağlı olabilir.
Bir başka Mavi Boynuzlar şairi Galaktion Tabidze’nin adını taşıyan sokaktan Yazarlar Evi’ne doğru geri döndüm. Tasfiye sırasında eşini ve kuzenini kaybeden Tabidze, sonunda bir akıl hastanesinin penceresinden atlayarak ölmüştü. Acaba zaten Bastırılmış Yazarlar Müzesi’nin içinde miydim diye düşündüm. Belki de o kilitli kapı bizi dışarıda tutmuyor, hepimizi içeri kilitliyordu.
Hacı Murat’ın ziyaret ettiğini hayal ettiği tiyatro
Tiflis’te görmeyi çok istediğim bir yer de 1851 yılında Rus kültürünü tanıtmak ve insanların dikkatini Kuzey Kafkasya savaşından uzaklaştırmak için açılan Tiflis İmparatorluk Tiyatrosu’ydu. Genç Tolstoy burada İtalyan operasına katılmıştı ve buranın Hacı Murat’ın ziyaret ettiğini hayal ettiği tiyatronun aynısı olduğundan emindim. Ne yazık ki binanın 1874 yılında yandığı ortaya çıktı. Onun yerine, Puşkin Caddesi’nin Tiflis’in ana caddesi Rustaveli Caddesi ile buluştuğu Özgürlük Meydanı’ndaki asıl yerine uğradım.
Kalabalık meydanda durup, on dokuzuncu yüzyıl Mağribi Uyanışı tarzında inşa edilmiş Şehir Meclisi binasından, iki binli yılların başında Courtyard by Marriott tarzında yenilenmiş Courtyard by Marriott Oteli’ne bakarken, “merkez” ve “taşra” kelimelerinin yavaş yavaş anlamlarını yitirdiğini hissettim. Tolstoy’un kariyerinde Tiflis taşra mıydı, yoksa merkez mi? Tolstoy’un ilk romanı Çocukluk Tiflis’te yazılmıştı ama Rusya’da geçiyordu. Elli yıl sonra Hacı Murat Rusya’da yazılmıştı ama kısmen Tiflis’te geçiyordu.
Tarihsel olguların – devrim, modernite – genellikle bir merkezde başladığı ve daha sonra taşraya yayıldığı söylenir. Ancak bu hiyerarşi ya da kronoloji – önce merkez, sonra taşra – yanıltıcı olabilir. Teknik olarak, kapitalizm kendi kendine yeten Batı Avrupa’da doğup daha sonra dünyanın geri kalanına aktarılmadı. Başından beri, Avrupalı olmayan sömürgelerden Batı Avrupa’ya akan zenginlik sayesinde mümkün oldu. Taşra zaten her zaman merkezi bir rol oynuyordu.
İlk kez Ukrayna seyahatimden sonra okuduğum Edward Said‘in Kültür ve Emperyalizm (1993) adlı klasik metnini düşündüm. Said’in işaret ettiği gibi, romanlar 18. yüzyıl Britanya ve Fransası’nda, tam da Britanya’nın dünya tarihinin en büyük imparatorluğu haline geldiği ve Fransa’nın rakip olduğu dönemde baskın bir edebi form haline geldi. Romanlar ve imparatorluklar simbiyotik olarak büyüdü, birbirlerini tanımladı ve sürdürdü.
İlk İngiliz romanlarından biri olan Robinson Crusoe, Avrupalı olmayan bir adanın doğal ve insan kaynaklarını sömürmeyi öğrenen bir İngiliz kazazedeyi konu alır. Mansfield Park’ın etkili bir okumasında Said, Mansfield’in sahibine ait ikinci bir Antigua mülküne – dolaylı olarak bir şeker plantasyonuna – yapılan birkaç göndermeye yoğunlaşır.
Buradaki mesele sadece İngiliz kırsalındaki yaşamın köle emeğiyle sürdürülmesi değil aynı zamanda romanın olay örgüsünün kendisinin de sömürge girişimini yansıtmasıdır. Mansfield’de bir yabancı olan Fanny Price, bir dizi üzücü sosyal sınavdan geçer ve baronetin oğluyla evlenir. Rasyonel bir özne, zaten başka, mantıksız insanların yaşadığı korkutucu yeni bir yere gelir ve oranın gerçek sakini olur. Böyle bir hikâye size dünyanın nasıl işlediği hakkında ne der?
“Edward Said’in Kültür ve Emperyalizm (1993) adlı klasik metninde, romanlar 18. yüzyıl Britanya ve Fransası’nda, tam da Britanya’nın dünya tarihinin en büyük imparatorluğu haline geldiği ve Fransa’nın rakip olduğu dönemde baskın bir edebi form haline geldi.”
Edward Said’in öncülüğünü yaptığı postkolonyal eleştiri
Üniversitede, Said’in önceki ve daha ünlü kitabı olan ve genellikle Kafkasya Rus edebiyatıyla birlikte anlatılan Oryantalizm’i incelemiştim (Kitap, ister bilimsel ister sanatsal olsun, Batı’nın Doğu’ya ilişkin tasvirlerinin nasıl olup da Batı’nın tahakküm biçimlerini pekiştirdiğiyle ilgilidir). Ancak Kültür ve Emperyalizm’i hiç okumamıştım ya da Anna Karenina gibi romanlarda emperyalizmin rolünü hiç düşünmemiştim.
Said’in öncülüğünü yaptığı postkolonyal eleştiri, başlangıçta İngiliz ve Fransız sömürgeciliğinin mirasına odaklanmıştı, bu da Rusya, Türkiye ve eski Sovyetler Birliği gibi yerlerin dışarıda bırakılması anlamına geliyordu. Said’in kendisi, konunun çok büyük olduğu ve Rus İmparatorluğu denizaşırı fetihlerle değil bitişik olarak büyüdüğü için, yaratıcı projelerin İngiltere veya Fransa’da olduğu gibi aynı rolü oynamadığını iddia ederek Rusya’yı kitabından çıkarmıştır. (Rus edebiyatı müfredatı Ukrayna savaşının ardından değişmeye başladı bile. Önde gelen bir meslek örgütü olan Slav, Doğu Avrupa ve Avrasya Çalışmaları Derneği, 2023 konferansını dekolonizasyon temasına ayırdı).
Tiflis’te, Rus İmparatorluğu’nun inşa edilmesi ve sürdürülmesi için muazzam hayal gücü kaynaklarına ihtiyaç duyulduğu ve en sevdiğim romanların bunda bir rol oynamış olabileceği açıktı. Yevgeni Onegin’de, Tatyana’nın “savaşta sakatlanmış” bir savaş kahramanı olan kocasına geri dönüp durdum. Sadece kısacık söz edilse de o, Tatyana’nın dönüşümünün katalizörüdür – Onegin’in ona âşık olmasını sağlayan tersine dönüştür.
Generalin kimi yaralamış olabileceğini asla öğrenemeyiz. Gördüğümüz yaralamalar, Tatyana duygusuzca Onegin’e bakarken; generalin mahmuzları koridorda şıngırdarken Onegin ceset gibi yere kapanmışkendir. Tatyana şimdi bana Kafkasya Tutsağı’ndaki Çerkes kızı hatırlattı, o da Rus İmparatorluğu’nun çıkarlarıyla aynı safa geçip farkındalığını kaybedene kadar boşuna seviyordu. Puşkin’in de hikâyesi bu değil miydi? Tatyana, Onegin’e aceleci bir açıklama yazdı; Puşkin özgürlüğe aceleci bir kaside yazdı. Tatyana Petersburg’un sosyal kraliçesi, Puşkin ise en önde gelen şairi oldu.
Anna Karenina’ya gelince, gerçekten de Onegin‘in bittiği yerde başlar: Nüfuzlu bir emperyalistle evlenen mükemmel giyimli bir kadın kahramanla. Merkez ve taşra arasındaki gerilim olay örgüsünün içine işlenmiştir. “Tabi ırkların” yeniden yerleştirilmesiyle ilgilenen bir devlet adamı olan Karenin karakterinin kısmen, 1861’den 1868’e kadar İçişleri Bakanı olan Pyotr Valuyev’e dayandığı ortaya çıkar.
Valuyev, Ural Dağları çevresindeki Başkurt topraklarının Ruslar tarafından ele geçirilmesini denetlemiş ve ayrıca imparatorluk genelinde Ukraynaca eğitim ve dini metinlerin yayımlanmasını kısıtlayan kötü şöhretli bir kararname yayımlamıştır. (Bu kararnamede kısmen şöyle yazmaktadır: “Ayrı bir Küçük Rus dili hiçbir zaman var olmamıştır, yoktur ve var olmayacaktır.”)
“Yirmi üç yaşındaki Tolstoy, gençliğinin çoğunu kumar ve bazen ‘kadınlar’ olarak adlandırılan şeylerle geçirdikten sonra ilk romanını yazmaya Tiflis’te başladı. Oraya askere yazılmak için gitmiş ve sonunda bugünkü Çeçenistan’da ve Kırım’da görev yapmıştı.”
Edebiyat, nerede okuduğunuza bağlı olarak farklı görünüyor
Tatyana’nın aksine Anna, imparatorluk kuran kocasına sadık kalmaz. Karenin’i Vronski için terk eder ve Vronski onunla İtalya’ya gitmek için Taşkent’teki prestijli bir askeri görevi reddeder. Ama sonunda İmparatorluk Ordusu Vronski’yi geri alır. Anna’nın cansız başının son görüntüsü aslında Vronski’nin Sırbistan’da Osmanlılara karşı savaşan Pan-Slav gönüllü birliğine katılmaya giderken yaşadığı bir geriye dönüşe dönüştür.
Anna öldüğünde ve aşk komplosu sona erdiğinde, tek arzusu kendi hayatına son vermek ve bu süreçte mümkün olduğunca çok Türk öldürmektir. Rusya, memleketi Kiev’i bombalarken “Anna Karenina”yı yeniden değerlendiren, Birleşik Arap Emirlikleri’nden Ukraynalı bir eleştirmen olan Liubov Terekhova’nın “Büyük Rus Romanının Gizemli Ruhunu Sömürgesizleştirmek” başlıklı yakın tarihli bir düşünce yazısından alıntı yapacak olursak, “Rusya daima bir adamın ölüm arayışıyla kaçabileceği bir savaş yürütüyor.”
Kısacası edebiyat, nerede okuduğunuza bağlı olarak farklı görünüyor: Kendimi bir öğleden sonra Tiflis’e bakan bir bahçede, çocukken Los Angeles’a göç etmiş, Gürcistan doğumlu, Rusça konuşan sosyalist mimari uzmanı Anna Kats ile öğle yemeğinde tartışırken buldum. Milenyumun başlarında Latin Amerika’da ortaya çıkan bir teori olan “dekoloniyalit”nin Özbek-Çerkes savunucusu Madina Tlostanova’nın “Post-Sovyet Düşünebilir mi?” başlıklı makalesi hakkında konuştuk. Temel ilkelerden biri, “düşüncenin” asla mekânsız ya da bedensiz olmadığıdır. Düşüncenin ilk ilkesi, Descartes’ın dediği gibi, “Düşünüyorum, öyleyse varım” değil, “Düşündüğüm yerdeyim”dir.
Puşkin’in Erzurum’a Yolculuk adlı seyahatnamesini ilk kez okuduğum zamanı hatırladım; yirmi yaşıma bastığım yaz, bir öğrenci rehberi için seyahat yazarlığına ilk adımımı atmıştım. Rusya’da bir görev talep etmiştim ancak Rusçam yeterli değildi, bu yüzden Türkiye’ye gönderildim. Rusçamı ilerletmek için gece otobüslerinde Puşkin okuyor, şehirlerarası istasyonlarda Erzurum’u (Puşkin’in Erzurumu’nu) her gördüğümde heyecanlanıyordum.
Türkiye, Puşkin’in de ilk tercihi değildi, Paris’e gitmek istemişti. Resmi izin verilmeyince, aklına gelen tek yol olan 1828-29 Rus-Türk Savaşı‘nda orduya katılarak ülkeyi terk etmeye karar verdi. Ortaya çıkan seyahatnamenin tonu, laf kalabalığı ile tarafsız dehşet arasında tedirgin edici bir şekilde dalgalanıyor. “Çerkesler bizden nefret ediyor,” diye yazıyor Puşkin bir noktada. “Onları açık otlaklarından zorla çıkardık; aulları (köyleri) harap oldu, bütün aşiretler yok edildi.”
Edebi değer ve askeri güç arasındaki ilişki, üzerine düşünmek için hoş bir konu değildir
Kafkasya’ya ilk ziyaretinden dokuz yıl sonra, Puşkin Çerkeslerin durumu hakkında biraz netlik kazanmış görünüyor. (2011’de Gürcistan parlamentosu Rusya’nın oradaki eylemlerini soykırım olarak nitelemek için oy kullandı). Yine de, bir sonraki cümlede, mantıksız bir şekilde, Çerkes bebeklerin konuşmadan önce kılıç kullandıklarını gözlemlemeye devam ediyor.
Anlatısının ilerleyen bölümlerinde Puşkin, askerlerle birlikte yedikleri bir öğle yemeğini anlatırken, karşı dağın yamacında Osmanlı Ordusu’nun Rus Kazak takviye birlikleri karşısında geri çekildiğini ve geride “kafası kesilmiş ve parçalanmış” bir Kazak cesedi bıraktığını görür. Puşkin hızla kamp hayatının cana yakınlığına geçer:
Akşam yemeğinde Asya kebabını İngiliz birası ve Tavrida’nın karlarında soğutulmuş şampanya ile yıkadık.
Yazarlar ve okurlar olarak neyi görmeyi göze alabiliriz? Puşkin, Çerkeslerin “yeniden yerleştirilmesinden” fayda sağladığını görmeyi göze alabilir miydi? Bunu ne kadar net görebiliyordu? Ne kadar süre boyunca?
Öğle yemeğinden sonra Kats ve ben fünikülerle Tiflis’in en iyi kremalı çöreklerini bulacağımızı iddia ettiği Mtatsminda Dağı’nın tepesine çıktık. Ağaçların tepelerini aşıp, geçen yıllarla birlikte kapsamı daha da netleşen kendi ulusal ve küresel ayrıcalıklarımı düşünürken, Puşkin’in aynı anda hem gerçeği algılama becerisini hem de beceriksizliğini anlamakta zorlanmadığıma karar verdim.
Edebi değer ve askeri güç arasındaki ilişki, üzerine düşünmek için hoş bir konu değildir. Peter ve Büyük Katerina, Rusya’yı Avrupa güç dengesine sürükleyen büyük dış ve iç savaşlar yapmamış olsalardı bile Puşkin’i seveceğimi düşünmeyi tercih ediyorum.
Ama Puşkin’in eserleri yine de İngilizceye çevrilir ve New Jersey’nin kuzeyindeki Route 22 üzerindeki Barnes & Noble‘da – ailemin yetmişli yıllarda en iyi bilimsel donanımların arayışıyla geldiği dünyanın süper gücünde – bulunur muydu? Çevrilmiş olsaydı ve hatta ben de okumuş olsaydım bile, iyi olduğunu anlayamayabilirdim. İyi olabilir miydi?
Tiflis’te, Oksana Zabuşko’nun 1996 tarihli klasik romanı Ukrayna Seksi Saha Çalışması’ndan bir satırı hatırladım. 2019’daki Kiev seyahatimde okumuştum. Zabuşko, Ukraynaca için “Bir mucize eseri bu dilde ‘Goethe’nin Faust‘unu nakavt eden’ bir şey üretseniz bile,” diye yazıyor, “kütüphanelerde okunmadan öylece duracaktır.”
Harvard’ı ziyaret eden, adı açıklanmayan Ukraynalı bir şair olan anlatıcısı sayısız hakarete maruz kalır. Beş parasızdır ve eserleri nadiren çevrilir. Ama o İngilizce ya da Rusça yazmayı reddeder. Kendini “milliyetçi-mazoşist” olarak tanımlayan şair, atalarına sadık kalır: “Kendilerini Ukraynalıların sönmekte olan közlerine bir odun gibi fırlatan ve bunun karşılığında parçalanmış kaderler ve okunmamış kitaplardan başka bir şey almayan” şairler.
Bu kitaplar Puşkininkiler kadar iyi olmadıkları için mi okunmuyordu, yoksa tam tersi miydi? Bir kitap okunmazsa ve öteki kitapları etkilemezse, gelecekteki okuyucular için daha az anlam ve yankı uyandırır mı? Tersine, sağlam edebi kurumlar olmadan “iyi” bir kitap yazılabilir mi? Yevgeni Onegin Puşkin’in sürgündeyken bile etrafını saran editörler, arkadaşlar, rakipler, eleştirmenler ve okurlarla kurduğu sürekli diyaloğun açık bir ürünüdür. Puşkin çapında yeteneklerle 1809’da Ukrayna’da doğan Nikolay Gogol ancak St. Petersburg’a taşındıktan sonra ünlü bir yazar oldu.
Gogol, Rusya ve Ukrayna arasında nasıl bölünebilir?
Şu anda 2022 sonrası Rus edebiyatı diskurunda merkezi bir figür olan Gogol, başkentte ilk olarak Ukrayna temaları üzerine Rusça yazarak eleştirel bir başarı elde etti. Ancak onu öven aynı eleştirmenler, daha evrensel – yani daha Rus – konular hakkında yazmasını da teşvik ettiler. Gogol, Petersburg Öyküleri’ni ve Ölü Canlar’ın ilk bölümünü yazdı.
Ünlü bir edebiyatçı ev sahibesi bir keresinde Gogol’e ruhunun gerçekten Rus mu yoksa Ukraynalı mı olduğunu sordu. Cevap olarak, “Söyleyin bana, ben bir aziz miyim; tüm iğrenç hatalarımı gerçekten görebiliyor muyum?” diye sordu ve hem kendi hataları hem de başka insanların hataları hakkında bir tirada başladı. Sonunda ruhsal bir çöküntü yaşadı, edebi eserlerinin günah olduğuna inanmaya başladı, el yazmalarının bir kısmını yaktı (muhtemelen Ölü Canlar’ın ikinci bölümü de dahil), yemek yemeyi bıraktı ve kırk iki yaşında büyük acılar içinde öldü.
Kremlin şimdi Gogol’ün eserlerini Ukrayna ve Rusya’nın tek bir kültürü paylaştığının kanıtı olarak kullanıyor. (Putin’in 2007 yılında kurduğu Russkiy Mir Vakfı’nın web sitesinde Gogol’ün Rusluğu hakkında bir makale yer alıyor). Putin’in 2021 tarihli bir makalesine göre, Gogol’ün kitapları “Rusça yazılmış, Malorussian (küçük Rusça) halk deyişleri ve motifleriyle dolup taşıyor. Bu miras Rusya ve Ukrayna arasında nasıl bölünebilir?”
Tiflis’te durmadan aklıma gelen Gogol öyküsü “Burun” oldu: Orta düzey bir memur olan Binbaşı Kovalyov’un bir sabah burnu olmadan uyandığı öykü. İşinden ve evlilik ihtimalinden korkarak Petersburg sokaklarında kayıp burnunu aramaya başlar. Yakınlarda bir at arabası durur. Kovalyovunkinden daha yüksek bir rütbeye işaret eden bir üniforma ve tüylü bir şapka giyen bir şahsiyet ortaya çıkar. Bu Kovalyov’un burnudur. “Nereye ait olduğunu bilmiyor musun?” diye sorar Kovalyov. “Bizzat benim burnum olduğunun farkında değil misin! “
Burun soğuk bir şekilde cevap verir: “Sevgili dostum, yanılıyorsun. Ben kendi çapımda bir insanım.”
Yeterince Putin konuşması okuduğunuzda Kovalyov’un burnuna karşı tavrı tanıdık gelmeye başlar. Sıradan bir uzantı nasıl olur da bağımsız bir varlıkmış gibi davranır? Küçük Rus burnunu Büyük Rus yüzünden ayırmak ne büyük bir zalimlik! “Burun”da, yeniden gözden geçirdiğim Rus edebiyatının çoğunda olduğu gibi, imparatorluğun çıkarları üstün gelir. Polis Kovalyov’un kaçak organını “tam da Riga’ya giden posta arabasına binerken” yakalar. İşin ilginç yanı, burun batıya doğru gidiyordu.
Raskolnikov’un işlediği suçun mantığının emperyalizmin mantığı olduğunu fark ettim
Konferansımın sabahında Rustaveli Caddesi’nde yürüyüşe çıktım. Ağaçlarla kaplı geniş kaldırımlar, okuyamadığım Gürcüce kitapların yanı sıra Tolstoy ve Turgenyev’in eksik ciltlerini satan sahaflarla çevriliydi. Bir tezgâhta, Sovyet döneminden kalma bir dizi sınıf haritası – biri Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının 18. yüzyıldaki değişen sınırlarını gösteriyordu – bir Letonya yemek kitabı ve bir Dostoyevski antolojisiyle desteklenmişti.
Dostoyevski: Sonunda karşılaştık. Eğitimini finanse etmek için yaşlı bir tefeciyi öldürmeye karar veren fakir bir öğrenci olan Raskolnikov’un hikâyesini anlatan Suç ve Ceza’ya açtım. Sararmış sayfaları çevirirken Napolyon’dan çokça bahsedildiğini fark ettim.
Raskolnikov’un “olağanüstü” bireylerin “bir fikrin gerçekleşmesi” için başkalarını öldürme hakkına sahip olduğuna dair teorisini düşündüm. Binlerce Mısırlıyı öldüren ve arkeolojik hazinelerini çalan Napolyon, eski Mısır biliminin kurucusu olarak övülüyorsa, neden bir öğrenci çalışmalarını ilerletmek için bir kişiyi öldüremesin? Raskolnikov’un işlediği suçun mantığının emperyalizmin mantığı olduğunu fark ettim.
Oksana Zabujko, Buça’daki katliamdan sonra geçen nisan ayında yazdığı bir makalede “Putin’in 24 Şubat’taki saldırısı Dostoyevski’ye çok şey borçluydu,” diyordu. İşgali “saf, damıtılmış kötülüğün ve uzun süredir bastırılmış nefret ve kıskançlığın patlaması” olarak nitelendiren Zabujko, ” ‘Neden bizden daha iyi yaşamalısınız? Rus askerleri Ukraynalılara bunu söylüyor.” Suç ve Ceza’da bu mesajı görmek çok kolaydı. Raskolnikov fakirken neden “gülünç yaşlı bir cadı” para sahibi olsundu?
Dostoyevski elbette Raskolnikov’un görüşlerini onaylamıyordu. (İpucu başlıkta: hikâye bir Sibirya hapishanesinde bitiyor.) Yine de onun fikirlerini bir kitaba konu olacak kadar ilginç buldu. Yine de o kitabı okumalı mıyız? Edward Said, Kültür ve Emperyalizm adlı kitabında Jane Austen hakkında benzer bir soruyu gündeme getirir.
Mansfield Park’ı “bir kenara atmanın”, edebiyatı kurbanların ve faillerin yalıtılmış deneyimlerinden ziyade dinamik bir ağ olarak görme fırsatını kaçırmak olduğu sonucuna varıyor – ancak çözümün Austen’ın romanlarını jeopolitik bir boşlukta tüketmeye devam etmek olmadığını söylüyor. Bunun yerine, yeni, “kontrapuntal” okuma yolları bulmamız gerekiyor. Bu, Mansfield Park’ı iki coğrafyası olan bir kitap olarak görmek anlamına gelir: Biri, zengin bir şekilde detaylandırılmış İngiltere, öbürü gayretle direnen ama yine de kendini gösteren Antigua.
Kontrapuntal ya da stereoskopik okuma, kurban ve fail – ya da merkez ve taşra – gibi kategorilerin özellikle akışkan olduğu Rus kanonuna heyecan verici bir yaklaşım gibi geldi. Sömürgecilik karşıtı eleştirmen Madina Tlostanova, İmparatorluk Rusyası’nı, Osmanlı Padişahlığıyla birlikte, Avrupa’nın taşrasında kurulan ve ortaya çıkan aşağılık kompleksini kendi tebaası olan halkları “modernleştirerek” telafi eden özel bir tür “ikincil” imparatorluk olarak tanımlamıştır.
Büyük Petro’nun Rusya’yı batılılaştırması kabul edilmemiş bir travma olarak görülebilir. Akademisyen Boris Groys‘un sözleriyle, bu “acımasız aşılama” Rusya’yı “kendisini hem teknik hem de askeri olarak aşan bir batı tarafından gerçek sömürgeleştirilmeye” karşı korumuştur.
Kontrpuntal bir yaklaşım, Zabujko ve Tlostanova’nın eserlerinin yanı sıra Rus klasiklerini de düşünmek anlamına gelecektir – ve eserleri İngilizcede bulunan önemli Gürcü ve Ukraynalı yazarların bazılarını saymak gerekirse Dato Turashvili, Nana Ekvtimishvili, Nino Haratischwili, Taras Shevchenko, Andrey Kurkov, Yevgenia Belorusets ve Serhiy Zhadan’ı. Bu, başlangıçta Dostoyevski ile yapmaya çalıştığım gibi, romancıların siyasi görüşlerini saf dışı bırakmamak anlamına gelecektir.
The Spectator’daki bir başyazı, Milano’daki bir Dostoyevski konferans dizisinin askıya alınması önerisine yanıt verirken, “Çarlık rejimine saldıran yasaklı kitapları okuduğu için Sibirya’daki bir çalışma kampına gönderilen” bir yazarı “kınamanın” ironik olduğunu söylüyordu. Anlaşıldığı üzere, emperyal baskının kurbanı olmak sizi baskıcı fikirleri sürdürmekten geri kılmıyor. Dostoyevski’nin Sibirya’daki hapishane arkadaşlarından biri olan Polonyalı bir milliyetçi, anılarında Dostoyevski’nin Ukrayna, Litvanya ve Polonya’nın “sonsuza dek Rusya’nın malı olduğu” ve Rusya olmadan “karanlık cehalet, barbarlık ve sefalete” saplanıp kalacakları konusundaki ısrarını yazmıştır.
Batuman, 2018 Pulitzer Ödülü Finalisti romanı “Budala”nın devamı niteliğindeki “Either/Or”u ABD’nin Maine eyaletinde bulunan Searles Science Building’de edebiyatseverlere okuyor.
Uzun bir şiddet zincirinin orta halkası olduğunuzu bilmek, sizi sihirli bir şekilde zincirden kurtarmaz
Dostoyevski 1880’de, hayatının sonlarına doğru, bugün Moskova’nın Puşkin Meydanı’nda bulunan Puşkin anıtının açılışında ünlü bir konuşma yaparak Puşkin’i en Rus ve en evrensel yazar olarak yüceltti. Puşkin’in başarılarını, Rusya’nın sadece “Avrupa kıyafetlerini, geleneklerini, icatlarını ve bilimini” benimsemekle kalmayıp aslında “yabancı ulusların dehasını” ruhuna kattığı Petro’nun reformlarıyla ilişkilendirdi.
Rusya, Puşkin gibi, ulusal sınırlamaları nasıl aşacağını biliyordu ve “Avrupa’nın çelişkilerini uzlaştırma” yolunda ilerliyordu, böylece İsa’nın sözünü yerine getiriyordu. Konuşma histeriyle, ağlamalarla, çığlıklarla ve Puşkin’in ebedi gizemine atıfta bulunan “Çözdünüz!” haykırışlarıyla karşılandı. Dostoyevski’nin “Puşkin konuşması” Russkiy Mir Vakfı’nın internet sitesinde alıntılanmıştır.
Dostoyevski ve Putin arasında bir bağlantı kurmanın amacı Dostoyevski’yi “kınamak” değil, travma ve baskının işleyişini anlamaktır. Yazarın ergenlik anıları arasında, on beş yaşındayken St. Petersburg yolundaki bir karakolda gözlemlediği bir olay vardı. Gözlerinin önünde, üniformalı bir kurye istasyondan dışarı fırladı, yeni bir troykaya atladı ve hemen sürücünün boynunu yumruklamaya başladı – o da çılgınca atları kamçıladı. Troyka son sürat yola koyuldu. Dostoyevski, sürücünün o gece köyüne döndüğünü ve karısını dövdüğünü hayal etti.
Dostoyevski sonunda bu anıyı Suç ve Ceza’da Raskolnikov’un kâbusuna uyarladı. Raskolnikov rüyasında çocuk olduğunu ve bir köylünün bir atı öldüresiye dövmesini izlemek zorunda kaldığını görür. Uyandığında, rüyayı açıkça baltayla birini öldürmek için yaklaşan kendi planıyla ilişkilendirir. Daha sonra yataktan çıkar ve baltayla birini öldürür.
Başka bir deyişle, uzun bir şiddet zincirinin orta halkası olmak – hatta uzun bir şiddet zincirinin orta halkası olduğunuzu bilmek bile – sizi sihirli bir şekilde zincirden kurtarmaz. Dostoyevski kendi hayatında bu içgörüyü her zaman uygulamadı ama tüm iyi romancılar gibi, gelecekteki okurlarının, kendisinin o anda görebildiğinden daha ilerisini görmesini sağladı.
Rus edebiyatını okumayı bırakmamıza gerek olmadığına dair konuşmam, Rusça branşları ve eğitimcilerden oluşan dinleyiciler tarafından heyecanla karşılandı. Puşkinopad’ı gündeme getiren bir öğrenci, benim ideal dünya görüşümün Puşkin anıtlarının devrildiği bir dünya olup olmadığını sordu. Ben de yüksek sesle, ideal bir dünyada edebi başarıyı, tepemizde yükselen dev bronz adamlar inşa etmekten başka bir şekilde ayırt edip etmeyeceğimizi sordum.
O akşamın ilerleyen saatlerinde, konferansı canlı yayınlayan bir izleyicinin Rus edebiyatı hakkındaki bir konuşmayı yayınlama kararını protesto ettiğini duydum. Yazarlar Evi’ne geri dönerken, kara tahtasında “Putin’in ölümü vesilesiyle bedava şarap” yazan bir barın önünden geçerken, ideal bir dünya vizyonu ile içinde yaşadığımız dünya arasındaki büyük farkı düşündüm. Bir karamsarlık dalgası hissederek, Zabujko’nun Tolstoy’un “Dünyada suçlu insan yoktur” dizesini alıntılayarak Rus edebiyatını, savaş suçları da dahil olmak üzere suçların devam etmesine neden olan, kurbanlar yerine suçlulara yönelik yersiz sempatinin iki yüz yıllık bir festivali olarak nitelendirdiği makaleyi düşündüm.
Ukrayna’nın Borodyanka kentindeki bombardımanda kütüphaneler, hastaneler ve konutlar büyük zarar gördü.
Hacı Murat, Tolstoy’un Rus kanonunda, imparatorluk tebaasının bakış açısına derinlemesine girmesi bakımından benzersizdir
Argümanındaki bir şey beni etkiledi. Acı verici sonuçları karmaşık, ilginç ve değiştirilemez olarak görmekle sonuçlanan, üzülme yeteneğini, “tüm tarafları görme” yeteneğini, tüm durumu “objektif” olarak ele alma yeteneğini övmenin bir yolu yok muydu? Sanki “iyi” romanlar insan ilişkilerini çözümsüz ve muğlak göstermek zorundaydı.
Eğer bir romanda bir sorun çok net görünüyorsa – eğer suçlu çok açıksa – ona kötü sanat diyorduk. Bir süredir üzerinde düşündüğüm, roman yazma kararımı sorgulatan bir konuydu bu. Tolstoy’un da benzer kaygılar taşıdığına dair işaretler var. Anna Karenina’yı yayımladıktan sonra “ruhsal bir kriz” ya da “dönüşüm” geçirdi, kendi romanlarının ahlaka aykırı olduğuna karar verdi ve dini yazılara yöneldi. Ama sonunda, Hacı Murat da dahil olmak üzere romanlara geri döndü.
Ölümünden sonra yayımlanan Hacı Murat, Tolstoy’un eserleri arasında ve on dokuzuncu yüzyıl Rus kanonunda, imparatorluk tebaasının bakış açısına derinlemesine girmesi bakımından benzersiz kabul edilir. Birbirini takip eden bölümlerde Tolstoy, bir Çeçen köyünün yıkımını önce genç bir Rus subayının bakış açısından – Petersburg’da dumanla dolu bir odada değil de “bu cesur Kafkasyalıların arasında, bu görkemli bölgede” bulunma şansına inanamaz – sonra da hayatları “bu kadar kolayca ve anlamsızca yok edilen” köylülerin bakış açısından tasvir eder.
Bu yan yana geliş Puşkin’in Erzurum’a Yolculuk’unu hatırlatır: Yerle bir olmuş köy, buzlu şampanya. Ancak hayatı Puşkininkinden onlarca yıl daha uzun olan Tolstoy, kendi değerlerinden vazgeçip ya Rus İmparatorluğu’na ya da İmam Şamil’in direnişine katılmaları gereken köylülerin karşı karşıya kaldığı korkunç hesabı gözler önüne serer. İmamın acımasızlığı Çar Nikolayınkini yansıtır. Dostoyevski’nin troyka imgesinde olduğu gibi, şiddet zincirini görmek ve belki de kırılmasını hayal etmek kolaydır.
Çokyönlülük metnin içine yerleştirilmiştir: Hiçbiri net olmayan on edisyon mevcuttur. Tolstoy taslağı 1910’daki ölümüne kadar elinde tutmuştur. 1898 tarihli bir günlük yazısında Tolstoy, “bir camın altında bir bir şeyi, bir başka bir şeyi gösteren” bir “İngiliz oyuncağından” – stereoskopik gibi görünüyor – bahseder.
Hacı Murat‘ın da bu şekilde temsil edilmesi gerektiğini yazar: “bir koca, bir fanatik vs.” Bu “İngiliz oyuncağını” romanın kendisi olarak düşünmek aklıma geldi – Tolstoy’un Austen ve Defoe’dan miras aldığı, zaman ve mekânın farklı noktalarından farklı gerçekleri ortaya çıkarabilen, hatta belki de bir zamanlar desteklediği yapıları istikrarsızlaştıran bir teknoloji.
Tolstoy’un topraktan çekip çıkardığı devedikenini gördüm
Hacı Murat’ın çoğu Rusya’nın dışında, Rusya’nın tek taraflı olarak haklı olmadığı yerlerde, Kuzey Kafkasya ve Gürcistan’da geçiyor. Petersburg’un duman dolu odalarından kaçan Tolstoy’un ilk yazar olduğu yer. Tiflis’ten Hacı Murat’a baktığımda, stereoskopik niteliğinin Anna Karenina’ya kadar uzandığını gördüm; o da zihnimde daha az sabit, daha geçici hale geldi – sanki romanın anlamı gibi Anna’nın kaderi de değişebilirmiş ve değişecekmiş gibi.
Tiflis’te bir akşam, Tolstoy’un yaşadığı yerin köşesindeki bir restoranda, film yapımcısı Salomé Jashi ile tanıştım. Gürcistan’ın eski başbakanı milyarder Bidzina Ivanişvili’nin, Karadeniz’de özel olarak finanse edilen bir “dendrolojik park”a yerleştirilmek üzere ülkenin dört bir yanından yüzlerce ağacı sökme projesini konu alan 2021 tarihli filmi Bahçeyi Evcilleştirmek beni büyülemişti.
Jashi, anlatımı olmayan filmde görünmüyor. Bunun yerine kamera, dev makinelerle sökme işlemini gerçekleştiren işçileri sessizce takip ediyor. Ağaçlar üzerindeki haklarını duyulmamış meblağlar karşılığında takas eden yerel halk, harap olmuş toprağı, kamyonlara yol açmak için kesilmek zorunda kalan öbür ağaçların kütüklerini ve kopmuş parçalarını düşünüyor. Ağlıyorlar, haç çıkarıyorlar, gülüyorlar, cep telefonlarıyla video çekiyorlar. Bazıları hangisinin uygun olduğunu görmek için farklı duyguları deniyor gibi görünüyor.
Jashi bana çocukken, Gürcistan’ın kendi topraklarının tarihi bir parçası olarak gördüğü, Rusya’nın kısmen tanıdığı Abhazya’daki 1992-93 savaşı sırasında vatansever şiirler yazdığını ve hayatını ülkesine adamayı hayal ettiğini söyledi. Rusça konuşuyor ama gençliğinde Rusça kitap okumayı bırakmış. Bugüne kadar Dostoyevski’nin hiçbir romanını okumamış; bana prensip olarak değil, Rusça kitap okumak istemediği için olduğunu söyledi, hem neden Dostoyevski’yi çeviriden okusaydı ki?
Şarabımızı doldururken – bir şişeyi bölüşüyorduk – kendimi Jashi’nin filmindeki devasa ağaçların hareket halindeki unutulmaz görüntülerini hatırlarken buldum. Biri açık kasa bir kamyonun arkasında bir köy yolunda sakin sakin ilerliyor; bir başkası bir mavnanın üzerinde Karadeniz boyunca süzülüyor. Yaprakları esintiyle dalgalanan denize açılmış ağacın görüntüsü neredeyse işlenemeyecek kadar tuhaftı, dünyada gerçekten var olan herhangi bir şeyden çok bir metafora benziyordu. Bu görüntüde, birçok kişinin ülkeyi perde arkasından yönettiğinden şüphelendiği Ivanişvili’nin hayali varlığını görür gibi oldum. Robinson Crusoe’nun adasını gördüm, fora etmiş ufka doğru süzülüyordu. Tolstoy’un topraktan çekip çıkardığı devedikenini gördüm, artık olduğundan daha büyüktü. Ve büyük Rus romanlarının kendilerini gördüm, kökleri yeni görünür olmuş, dalları gökyüzüne uzanıyordu.
The New Yorker, Ocak 2023
İngilizceden çev. Burcu Yılmaz