Share This Article
Bir Ada Hikâyesi’nin ilk kitabı Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana 1998’de, ikinci ve üçüncü kitaplar olan Karınca’nın Su İçtiği ile Tanyeri Horozları 2002’de, son cilt Çıplak Ada Çıplak Deniz 2012’de yayımlandı.
Yaşar Kemal romanlarını yazmadan önce uzun süre kafasında biçimlendirirdi. Bunun da en iyi yolu uzun yürüyüşlerdi. Evinin olduğu Basınköy’e komşu Florya Atatürk Ormanında uzun yürüyüşler yapar, kafasındaki romanı evirir, çevirirdi. İkinci aşama kafasında oluşturduğu romanı arkadaşlarına anlatmaktı. Şu romanı şu zaman yazdım demezdi hiç. Romanından söz ederken, “Ben bu romanı [Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana] ilk defa 1973’te Abidin (Dino) Bey’e anlattım,” derdi, yani roman onun için birisine anlatmasıyla başlayan bir süreçti. Anlatır, anlatır, sonunda oturup yazardı. Yazarken de büyük bir deftere, A4 büyüklüğünde bir deftere kurşunkalemle yazardı hep.
Bu dörtlemeyi yazma düşüncesi şöyle doğmuş: ‘70’li yıllarda bir gazete haberi görüyor, Pasifik Okyanusu’nda bir adada İkinci Dünya Savaşı yıllarında bir nükleer deneme yapılmış, o nükleer denemenin sonucunda adada canlı hiçbir varlık kalmamış. Ne hayvan ne bitki. Bir çöl ve kayalık haline gelmiş ada, insanlar adayı terk etmiş. Aradan otuz sene geçmiş. Otuz sene kimse uğramamış ve otuz sene sonra rastlantıyla biri oradan geçerken tıpkı eskisi gibi yemyeşil olduğunu görmüş. Bütün ağaçlar yeniden çıkmış, börtü böcek, hayvanlar geri gelmiş. Bu haber, yani doğanın kendini yeniden yaratma gücü Yaşar Kemal’i çok etkilemiş. Bu düşünceden yola çıkarak oluşturmuş bu dörtlemeyi.
Gazetede okuduğu yok olan ada olarak da mübadele yıllarında tümüyle boşalan hayali bir Ege adası canlandırmış kafasında. Adanın yerini romanı okurken bulmaya çalışsanız da bulamıyorsunuz. Bozcaada ya da Gökçeada değil. Çünkü bakınca İda, Kaz Dağı görünüyor. Konum olarak Midilli olabilir ama onun da büyüklüğü uymuyor çünkü Karınca Adası küçük bir ada. Cunda diyenler de oldu bu adaya. Pek çok özelliği benziyor ama romandaki ada anakaradan epey uzak. Yarım günde gidiliyor motorla, o yüzden Cunda olması da mümkün değil. Tümüyle yazarın yarattığı hayali bir ada.
Romanın başında mübadele kararını öğrenen adanın Rum halkı adayı terk ediyor. Devlet tarafından sürüleceklerini öğrendikten sonra ellerindekileri satmaya çalışıyor, çoğunlukla yok pahasına. O parayla da yeni bir hayat kurmaya mahkûm ediliyorlar. Yani çok sık çıkan bir tema romanda karşımıza. Ada halkından Tanasi her şeyini sanki ertesi gün dönecekmiş gibi bırakmış. Yemek pişirilen kazanlar, sofralara taşınan şaraplar, zeytinler hepsi Tanasi’nin evindeki ardiyeden çıkıyor. Bir yandan adalılar balıkçılıkla geçindiği için arkada kalan motorlar var. Bütün bu malların el değiştirmesini sadece bir el koyma hikâyesi gibi tarif etmiyor.
Mübadelenin 100. Yılında Savaş, Sürgün, Edebiyat | Yaşar Kemal’in ‘Bir Ada Hikâyesi’
Fakat mübadeleye karşı çıkıp tek başına saklanıp adada kalmış biri var, Vasili. Mübadeleden dolayı çok kızgın, elinde bir tüfek bu adaya ilk geleni vuracağım, diyor. Adaya ilk ayak basan ise Poyraz Musa adlı bir kahraman. Çerkes kökenli bir adam. Mezopotamya’da savaşmış, inanılmaz savaşlar görmüş. Allahuekber Dağları’nda 90 bin kişinin buz olduğu, donduğu savaşı görmüş. İnanılmaz kanlı bir geçmişi var.
Yezidi katliamlarına karıştığı için bir Arap emiri kendisini öldürmek için peşine adamlar takmış. Aslında onlardan kaçmak için gelip yerleşmek istiyor bu uzak adaya. Vasili her gün Poyraz Musa’yı vurmak istiyor. Aslında çok insani ve dramatik bir durum. Fakat sonunda tek başına yaşadığı bir adada iki kişi olmuşlar ve onu vurmayı her gün erteliyor. Bir taraftan onu arkadaşı gibi de görmeye çalışıyor. Böyle bir gerilimle başlıyor hikâye. Sonra adaya başkaları geliyor.
Mübadeleyle Yunanistan’a gönderildikten sonra kaçıp adaya dönen Lena var, üç oğlunu Çanakkale Savaşı’nda kaybetmiş fakat geri döneceklerine inanıyor. Oğullarının geri dönmesini beklemek üzere adaya dönüyor. Soylu atlar yetiştirmesiyle ünlü Musa Kâzım Ağa Efendi adaya Girit’ten kızlarıyla geliyor, karısı yolda ölmüş, denize atılmış ölüsü. Romandaki her karakterin böyle ağır bir hikâyesi var.
Ortak yanları hepsinin savaş acısı görmüş olması. Bütün bu karakterler Yaşar Kemal’in ne kadar büyük bir hayal gücü olduğunu gösteriyor. Bu olayları gazeteler yazmaz ya da o dönemin kitaplarında böyle şeyler var mıdır? Varsa Yaşar Kemal onları nerede bulup okuyacak. Buradaki her şeyi kafasında kurabiliyor. Yaşar Kemal Batı dillerine çevrildiği zaman o dillerin edebiyat eleştirmenlerinin ilk saptaması onun çağdaş bir Homeros olduğuydu. Homeros da aslında yazmayı bilmiyor, kör bir destan anlatıcısı. İlyada ve Odyssea‘yı tek başına mı söylemiş yoksa bu bir halk anlatısı mı, o da tartışmalı. Ama ona mâl edilmiş. İşte Yaşar Kemal’e yakıştırılan tanımlama bu.
Çağdaş Homeros. Bütün romanlarında bunu görüyoruz. Yani hem o romanı yazmadan önce eşine, dostuna, tanıdıklarına anlatmasıyla hem de bu yazdığı şeyleri hayal edebilmesiyle. Şimdi günümüz romancıları metinlerarası geçişkenlik diyor, başka yazarlardan yararlanıp yeni metinler kuruyor. Bunlarla hiç ilgisi yok Yaşar Kemal’in, hayal dünyasında bunu canlandırabiliyor ve o dönemde yaşamış bir gazete röportajcısı anlatsa böyle anlatabilirdi diye düşündürtüyor insana. O kadar gerçekçi aynı zamanda. Bu tabii onun ne kadar büyük bir yaratıcı olduğunu gösteriyor. Neredeyse bütün dillere çevrilmiş bir yazar. Yaşar Kemal’deki yaratıcılığı çağdaş dünya yazarları içinde kolay kolay bulabilmek zor gerçekten. Bütün o halk hikâyelerini, destanları ezbere biliyor.
1952’de yayımlanan ve Anadolu halkının yokluğa, açlığa, unutulmuşluğa karşı verdiği insanüstü mücadelesini anlatttığı 22 hikâyeden oluşan Sarı Sıcak, Yaşar Kemal’in ülkece tanınan bir yazar olmasını sağladı.
Yaşar Kemal’in bu romanlarda anlattığı insanların birer hayat hikâyeleri, geçmişleri var. O geçmiş ta Kafkasya’ya gidiyor. Girit’ten gelenler var, Balkanlar’dan gelenler var. O adada toplanıyorlar. Böylece bir topluluk, halk oluşuyor orada. Roman bunu anlatıyor. Fakat bunu anlatırken belki adadaki hayat kadar o savaşları, 1915’i, Rusların Doğu Anadolu’ya girmesini, Mezopotamya’daki savaşları da anlatıyor.
“Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” sözü de Yezidi katliamından geliyor, Yezidi kadınlarının memelerini kesip kadınları Fırat nehrine atıyorlar. Nehir onların kanlarıyla kırmızı aktığı için romanın ismi Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana. 1915’le mübadele sonrası 1924 arasında, yani o dokuz yıldaki Osmanlı toprakları içinde bütün savaşları, bu savaşların taraflarını, insanlarını, o vahşeti anlatan bir roman.
Öte yandan Ege adasının doğasını, kurdunu kuşunu, balığını, meyvelerini inanılmaz bir coşkuyla anlatıyor. Örneğin bir yılanı bile öyle bir anlatıyor ki siz onu seviyorsunuz. Ne anlatsa, sözgelimi bir tarhana çorbasını anlatsa içinizden hemen bir tarhana çorbası yapıp içmek geliyor. Bir balık ızgarası anlatsa canınız balık istiyor o anda. Canlı, hayat dolu bir roman.
Yaşar Kemal bu romanı üç cilt olarak tasarlamıştı
Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana çıktıktan sonra artık ikinci kitabı bitireceği sırada ne yazık ki Yaşar Kemal’in evdeki öğretmeni diyebileceğimiz eşi Tilda öldü… Yaşar Kemal ruhsal açıdan zor bir döneme girdi. Kitap bitmek üzereydi, ikinci ve üçüncü ciltleri tek kitap olarak yazıyordu. Hatta çok şaşırmıştım, o dönemler sabah erkenden yayınevine gelmeye başlamıştı. Yaşar Ağabey, dedim, niye böyle erkenden geliyorsun? “Her sabah Tilda’nın mezarına gidiyorum, ona dün akşam kaç sayfa yazdığımı, romanın neresine geldiğimi anlatıyorum, ondan sonra buraya geliyorum,” dedi.
O kadar materyalist bir adamın her akşam kaç sayfa yazdığına dair ertesi sabah gidip karısının mezarında hesap vermesi beni çok şaşırtmıştı. Tilda’nın onun üzerinde ne kadar etkili bir figür olduğunu bir kez daha anlamıştım. En sonunda bitirdi ve yayınevine getirdi, kitap neredeyse bin sayfa tutuyordu. O dönemde o kadar kalın bir kitabın yayımlanabilmesi teknik olarak mümkün değildi. Bizim o zamanki patron Nazar Büyüm’le Türkiye İşçi Partisi’nden tanışıyorlardı.
Nazar Büyüm, “Sen bunu bir yerinden böl, iki kitap olarak basalım,” dedi. O da kabul etti. Hemen gitti o akşam, Tanyeri Horozları‘nın birinci bölümünü bir gecede yazdı getirdi. Bu iki romanı birbirine bağlayacak bir bölüm yazdı. Ve bunlar peş peşe iki ayrı kitap olarak çıktı. “Sevdiğim Tilda Kemal’e” diye ithaf etti her iki kitabı da. Tabii sonra Tilda’nın yokluğu Yaşar Kemal’in bütün çalışma disiplinini bozdu. Her gün arıyordu, “Akşama gel, Çin lokantasına gidelim, çok güzel çorba yapıyorlar, aynı Adana’daki gibi,” diyordu. Başka gün, “Gel, bak bizim Güllü Hanım mantı yaptı. Dünyanın en güzel mantısı,” diyordu. Hep öyle derdi. Sevdiği şey dünyanın en güzel şeyiydi. Abartmayı severdi.
Bozulan çalışma düzeni ve başka türlü nedenlerle dördüncü cilt ancak 12 yıl sonra basılabildi.
Aslında kitabın belki de en önemli cildi bu son cilt olacaktı. Ve burada Pasifik’teki adadan ilhamla bir doğa parçasının insan zulmünden ya da tasallutundan kurtulduğu zaman nasıl kendi kendini yenileyebileceğini anlatacaktı. Bu cilt başlı başına ekolojik roman diyebileceğimiz bir yapıt olacaktı ve bu dörtlemenin hem sonucu hem de en önemli bölümü olacaktı. Fakat Tilda’nın ölmesi, ardından Yaşar Kemal’in çalışma disiplinini kaybetmesi nedeniyle bu son roman başarısız oldu, ilk üç kitabın başarısını sürdürebilen bir kitap olamadı ne yazık ki. İçinde anlatım bozuklukları, bozuk cümleler, düzelti hataları barındırıyor. Yaşar Kemal’in hayalindeki, yazmayı istediği kitap da olmadı.
O sıralar hep başka şeyler anlatırdı, mutlaka konuşurdu durmadan. Ama bu romanını anlattığını hiç hatırlamıyorum, neredeyse her günümüz beraber geçiyordu. “Yazdım ben onu, toparlayacağım,” diyordu lafı açıldığı zaman. Belki de taslak halini yazmıştı, öylece de kaldı. Eksik bir kitap olarak kaldı bu dördüncü roman.
Yaşar Kemal, 1956 yılında Çakırcalı’yı Biz Öldürdük başlıklı yazı dizisi için gittiği Balıkesir Gömeç’teki Kobaşlar’da köylüler tarafından karşılandı.
Romanlarını el yazısıyla yazıyordu, sonra birisi bilgisayara çekiyordu. Genellikle Alpay Kabacalı onun bu işlerini dışarıdan yapıyordu. Sonra da kitabı ilk okuyan insan Alpay Kabacalı oluyordu, yani imlayı, yazım hatalarını düzelten Alpay Kabacalı’ydı, sonra yayınevine teslim ediyordu. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana’yı okurken bir sözcüğe takıldım, o güne kadar duymadığım bir şey, ne olduğunu hatırlamıyorum şimdi, bunu yanlış yazmış herhalde dedim. Gittim, sordum, acaba yanlış mı yazdın dedim.
Öyle bir belleği vardı ki, hemen Karacaoğlan’dan bir dörtlük okudu o kelimenin içinde geçtiği. Belleği müthişti. Ama öte yandan söyleşi yapması inanılmaz zor biriydi. O sırada TRT’deki Okudukça programında danışmandım. Roman çıkınca evine gittik, çekim yapılacak, ben soru soracağım, o da romanla ilgili bir şey anlatacak. 15 dakikalık bir söyleşi, fakat 15 dakikada konuyu kitaba getirebilmek mümkün olmadı. Girişte kitapla ilgili bir şey söylüyorsun, o anda aklına ne gelirse onu anlatıyor. Bir kere de Kanal D Ana Haber’e çağırdılar, Kanal D’nin haber müdürü o zaman Tuncay Özkan’dı. Onu görünce Yaşar Ağabey hemen, “Ben bunun babasını tanırım, Cumhuriyet gazetesinde mürettipti, fevkalade bir adamdı,” şuydu buydu diye babasını anlatmaya başlamıştı.
*
Bir Ada Hikâyesi dörtlemesi, aslında tek bir roman olarak ele alınabilir, bir sürü giriş kapısı var. Başta mübadeleyi tartışıyor tabii. Barış, barış içinde bir arada yaşam, hayatta kalmak, ölmek, yorgunluk, hinlik, çeteler ve bazı insanların ötekilerin zayıflığından, siyasal toplumsal koşullardan yararlanarak zenginleşmesi, adaletsizlik, yemek, aç kalmak… İnanılmaz bir açlık betimlemesi var.
Romanda çocuk çetelerinden bahsediyor.
Bu tarihsel bir gerçeklik, 1915’te Anadolu’daki Ermeniler sürülünce çok sayıda çocuk anasız babasız kalıyor. Bunlar çeteler oluşturuyor, şehirlerde de değil, dağlarda, bayırlarda, şehir dışında, doğada yatıp kalkan, aç kaldıkça şehirlere, köylere saldırıp oraları yağmalayan, karınlarını böyle doyuran çocuk çeteleri. Müthiş anlatıyor onu. Belki kendi ailesinin de 1915’te Rusların işgal etmesiyle, Van’dan Çukurova’ya göç etmesi, ailesinden duyduğu şeyler de var belki o döneme ilişkin. Hiçbir tarih kitabının yazamayacağı zenginlikte bir tarih kitabı aynı zamanda.
Yaşadığı bütün acıları, sevincini, üzüntüsünü, öfkesini her şeyi bu romana kattığını söylüyor. 2002’de Cumhuriyet Kitap’ta Alpay Kabacalı’yla yaptığı bir söyleşide, “En zor yazdığım kitap bu oldu,” diyor. Çünkü öteki romanlarına hiç benzemiyor. İnce Memed‘ler, Ortadirek, Yer Demir Gök Bakır hep Çukurova romanları. Ya da halk hikayelerini yeniden yazdığı kitapları var, Ağrıdağı Efsanesi, Üç Anadolu Efsanesi, Binboğalar Efsanesi. Sonra İstanbul kitapları var, Deniz Küstü, Al Gözüm Seyreyle Salih, Kuşlar da Gitti gibi. Aslında o kitaplarda yavaş yavaş ekoloji konularına giriyor. Fakat bu kitaplar bambaşka, tarihe bakışıyla, anlattığı konularla, insanlarıyla öteki kitaplarından tamamen ayrılan bir dörtlü.
Bu roman için, “Ben Bir Ada Hikyesi romanlarımda mübadeleyi yazdım. Benim için mübadele sadece bu romanlarda anlattığım mübadele demek değil. Benim ailem de mübadele yaşamış. Ruslar Van’a geldiği zaman bizimkiler sürgün olmuşlar. Bütün Anadolu’yu gezmişler, Çukurova’da bu köye yerleşmişler. Bu mübadele hikâyesini bu hırsla yazdım,” diyor.
Ailesi Van’dan Çukurova’ya gelene kadar geçtikleri bütün bölgeler aynı zamanda 1915’te tehcirin de olduğu bir coğrafya, mutlaka onlarla da karşılaştılar, ilişkileri oldu. O olaylar aile içinde anlatılmıştır kulaktan kulağa.
2023 mübadelenin yüzüncü yılı. Aradan yüzyıl geçti ve Yaşar Kemal’in bu romanı yazmasına kadar mübadelenin bu kadar derinlikli anlatıldığı başka bir eser pek çıkmıyor karşımıza. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana‘da Yezidi katliamı inanılmaz güçlü bir şekilde tasvir ediliyor ve tıpkı bir nakarat gibi tekrar ediyor.
Aslında bu halk destanlarının da bir özelliği. Müthiş savaş sahneleri var. Hiç görülmemiş, duyulmamış, Mezopotamya’da bir savaş. İki ordu karşı karşıya. Silahlar konuşuyor. Birden müthiş bir şey oluyor. Savaş alanına bir ceylan sürüsü giriyor. Ne kadar sinematografik bir sahne. Ceylanlar savaş alanına girince savaş duruyor birdenbire. İki tarafta da silahlar susuyor, ceylanlar geliyor, geçiyor, sonra savaş tekrar devam ediyor. Belki böyle efsaneler var, belki de onun hayal gücü.
Romanda şöyle bir kısım var, “Yezidiler günde üç kez güneşe dönerler. Dua ederler. Her isteyen çoluk çocuk, genç yaşlı olsun, şeyh olsun, emir olsun. Herkes güneşin karşısına geçer içinden ne geçiyorsa söyler. Belki de insan soyunun şimdiye kadar söylediği en güzel dualardır onlar. Belki de en güzel türküler, en güzel şiirler bu dualardan çıkmıştır,” diye devam ediyor. Bu aynı zamanda Kardeş Türküler’in ‘99’da çıkan “Doğu” albümündeki “Yezidiler” adlı parçanın başında okunuyor. Bu romanın dağıldığı alan çok geniş.
Bu romanlar aslında bütün büyük sanat eserlerinde gördüğümüz çok boyutluluğu içeren kitaplar. Ve bence Yaşar Kemal hiçbir şey yazmayıp sadece bu kitapları yazmış olsaydı gene de dünyanın en büyük romancılarından biri olarak anılmayı hak ederdi. O kadar derinlikli, çok boyutlu, diliyle, dünyasıyla benzersiz yapıtlar bunlar. Hem Türk edebiyatı için hem dünya edebiyatı için.
Romandaki boyutlardan bir tanesi de Yaşar Kemal’deki canlı sevgisi. Romanları okuduğumda, ilk gözüme çarpan yönlerinden birisi bu. Sadece insanlarla ilgili değil, doğayla ilgili anlatımlar, betimlemeler olmuştu. O zamanlar Cumhuriyet gazetesinde yazıyordum haftada bir. Roman çıkar çıkmaz orada iki hafta üst üste “Yaşar Kemal’de Canlı Sevgisi” diye iki yazı yazmıştım. Geçen yıl Köln’de bir Yaşar Kemal sempozyumu yapıldı, bir grup akademisyenin de orada böyle bir bildiri sunduklarını gördüm, Yaşar Kemal’in bu romanlarındaki insan olmayan hayvanlar ve öteki canlı varlıklarla ilgili. Akademik dünyanın da ilgisini çekmiş. Doğanın dilinden anlıyor, kuşlarla konuşan peygamber gibi Yaşar Kemal de doğadaki her şeyle konuşabilen, diyalog kurabilen ve bunu yazıya dönüştürebilen biri.
Yaşar Kemal, 1976’da iki yıl sürecek yurtdışı gezisine çıktı. Paris, Sovyetler Birliği, ABD, Belçika, Bulgaristan ve İsveç’e seyahat eden Yaşar Kemal, 1978’de Türkiye’ye döndükten kısa bir süre sonra yeniden İsveç’e giderek 1980’e kadar Stockholm’de yaşadı.
Mübadelenin nasıl bir trajedi olduğunu anlamak için dünya edebiyatında okunabilecek en iyi kaynaklardan biri Bir Ada Hikâyesi…
Bu romanları yazarken sadece zihinsel değil bedensel bir efor da harcamış sanki.
Bu kadar çok çeşitli unsuru, yapıyı bir romanda bir araya getirebilmek ona bir kurgu kazandırabilmek, ona bir dil, birçok diller kazandırabilmek… Bunları yaparken yetmişli yaşlarında bir yazar. Gerçi fizik olarak kendine bakan bir insandı Yaşar Kemal. Gençliğinde içkiciliği falan var ama yetmiş yaşına geldiğinde karar vermiş içki, sigara, çapkınlık hepsine son noktayı koymuş.
Hatta Fethi Naci’ye de, “Bak ben içkiyi, sigarayı bırakıyorum. Gel beraber bırakalım,” demiş. En yakın arkadaşı o zaman. Naci Ağabey “bırakamam” demiş. Akşam yemeklerinde küçük kâsede bir çorbası olurdu. O çorbayı içerdi. Bizi yemeğe götürmeyi çok severdi. Yayınevinin karşısında Musa Ustam Ocakbaşı vardı, oraya götürürdü. Kiliseye bakan Hacı Baba’ya giderdik. Kendi yemezdi. Çok dikkatli bir insandı. Doksan küsur yaşına kadar da yaşadı. Yetmişlerini çok verimli geçirdi, bu romanları yazdı. Roman yazabilmek de büyük fizik enerjisi isteyen bir şey. Bu enerjiyi yetmişli yaşlarında gösterebilmiş olması da mucizevi bir durum.
Kapak illüstrasyonu: Alena Vorotnikova