Share This Article
İspanyol edebiyatının son dönem öne çıkan isimlerinden olan Benjamín Prado, Cervantes Enstitüsü’nün misafiri olarak hafta içinde İstanbul’daydı. Şiir, anlatı ve denemelerden oluşan eserleriyle, Hiperión Şiir Ödülü, Ciudad de Melilla Uluslararası Şiir Ödülü, Endülüs Roman Ödülü ve José Ortega y Gasset Deneme ve Beşeri Bilimler Ödülü gibi prestijli ödüllerin sahibi olan Prado, şiirleri, üç aforizma kitabı, birçok romanı ve beş makalesi ile “99 Kuşağı”nın en üretken isimlerinden biri.
Coğrafi yapıdan ayrı olarak içsel bir yolculuğa çıktığını ifade eden Benjamín Prado ile İspanyol edebiyatını ve edebiyatının ayrıntılarını konuştuk. Dilerseniz bu güzel sohbete bir göz atalım…
‘Bana ilk olarak Nâzım’dan bahseden kişi Rafael Alberti oldu’
Bugünkü toplantı bu kültürel buluşmaların ne kadar önemli olduğunu kanıtladı. Umuyorum bu buluşma aynı zamanda sizi Türkiyeli okuyucuya da tanıtır. İlk olarak İstanbul’u sormak istiyorum: İstanbul’la nasıl bir bağınız var, burayı nasıl buldunuz?
İstanbul benim için edebi bir şehir. Sadece okuyarak gördüğüm bir şehir; İlhan Berk’in, Nâzım Hikmet’in dizeleri arasında dolaştığım, Orhan Pamuk’un kitaplarından bildiğim bir şehir. Henüz ben bu kenti tanımıyorken, eşimin en çok ziyaret ettiği yer İstanbul’du ve bana şehir hakkında çok şeyler anlatırdı.
Beğendiğim bir şiirde şu dizelere yer verilmişti: Kimileri daha önce hiç bulunmadıkları Tokyo’yu Paris’i New York’u özlerler. İstanbul denilince benim için de aynı duygular söz konusu. Daha önce hiç bulunmadığım halde İstanbul’u aynen böyle özlüyordum…
Nâzım ve İlhan Berk’ten bahsettiniz, bu şairlerle nasıl tanıştınız, bir hikâyeniz var mı? Çağdaş Türk şairlerinin kitaplarını inceleme fırsatınız oldu mu?
Evet, bu iki şairin İspanya’da oldukça fazla çevirileri mevcut. Kitabımın yayımlandığı yayınevinde İlhan Berk’in de çok önemli bir kitabı yayımlanmıştı. Başka yayınevleri de İlhan Berk’in kitaplarını bastı.
Nâzım Hikmet’e o kadar hayranım ki, en son romanımın kapağında Nâzım’ın bir fotoğrafını kullandım. Nâzım’ın Pablo Neruda ve Rafael Alberti ile yakın arkadaş olduğunu biliyorum. Dolayısıyla, kültürümüzle yakın bağlar kurdu. Bana ilk olarak Nâzım’dan bahseden ise Alberti olmuştu. Ben Nâzım’ın ilk önce siyasi şiirlerini okumaya başladım; çok zor bir hayatı olduğunu öğrendiğimde ise onunla ilgili bir biyografi okudum. Ama yine de Nâzım’da en çok hoşuma giden onun aşk şiirleridir. Benim için gerçekten harikalar. Bu arada, Yunus Emre’nin de şiirlerini biliyorum ve onları da çok seviyorum.
Çağdaş Türk şairlerini tanımayı çok isterdim ama maalesef onları tanıma fırsatım olmadı. Seyahat etmenin en iyi kısmı da işte bu; yeni şairleri tanıyabilme fırsatını bulmak.
‘Şiir üzerine çok fazla çalışmam gerektiğini düşünüyorum’
Çalışmalarınızda size ilham veren bir yazar var mı? Sizi en çok etkileyen isim kimdi?
Benim üzerimde Pablo Neruda’nın etkisi çok fazla. Yine aynı şekilde, İngiliz şair Wilfred Owen, Rus şair Anna Ahmatova, Fransız Paul Éluard ve Louis Aragon gibi isimlerden çokça etkilendim. Kısaca şunu söyleyebilirim, realizm ve sürrealizmin iç içe geçtiği şiir türleri beni her zaman etkilemiştir.
Şiirleriniz, romanlarınız ve aforizmalarınız arasında nasıl bir uyum sağlıyorsunuz?
Değişik türlere kendini adamak, bir süre diğerinden kaçmanıza yardımcı oluyor. Kendimi bir tane romanı bitirip diğerine başlarken hayal edemiyorum. Başka bir fikrin, başka karakterlerin oluşmasını beklerken, aralarda bir şiir ve şarkı sözü yazıyorum. On bölümlük bir roman serisi üzerine çalışıyorum şu anda. Serinin ana karakteri aynı olacak. Her birini iki-üç yılda bir yazabiliyorum. Fakat bir şiir kitabı için ise sekiz-dokuz yıllık bir birikim gerektiriyor.
Bu kadar uzun sürmesinin sebebi ise şiirlerim arasında bir benzerlik olmamasına dikkat etmem. Orijinalliği şiirden çıkarttığımızda bir çok şey kaybettik; şiirin orijinalliğinin olması gerekiyor. Bu nedenle şiir üzerine çok fazla çalışmam gerektiğini düşünüyorum. Bu da beni gerçekten fazlasıyla zorluyor; geriye dönüp bazı şeylere baştan başlıyorum.
Yazmak için oturmadan kendinizi nasıl hazırlıyorsunuz? Belli bir yazma rutininiz var mı?
Bu biraz karışık. Çünkü çok fazla seyahat ediyorum. Bu nedele, trenlerde, havaalanlarında ve otellerde yazıyorum. Örneğin daha bugün uçağım iptal olunca dört-beş satırı kalan bir şiirimi havaalanında tamamlama fırsatı buldum. İnsanlığın en büyük keşfi bana soracak olursanız biri penisilin diğeri ise kulaklık. Kulaklıklarımı taktığımda dış dünya birden kayboluyor.
Peki bu seyahatlerde farklı kültürlerle temasta bulunmak şiirinizi de etkiliyor mu?
Kesinlikle. Ben insanların yedikleri şeyleri tatmayı, nefes aldıkları yerlere gitmeyi, orayı deneyimlemeyi ve o kültürün yazarlarını okumayı tercih ediyorum. Elbette, başka bir dilde yazılan şiiri okumak elbette zor ama gezgin olduğunuzda bu yazınsal birikimle daha yoğun bir ilişki kurma fırsatı buluyorsunuz. Bu nedenle bir yere gittiğimde turist olarak gezmiyorum. Çünkü turistler, ülkelerini değiştirirken, gezginler bu seyahatlerde kendi bakış açılarını değiştirirler.
1961 Madrid doğumlu Benjamín Prado, konuşmasında modern çağda yazmanın süreçlerine ve kendi üretim sürecine değindi.
‘Bir kişinin fikrindense okurun ne düşündüğünü daha çok merak ediyorum’
Kitaplarınız arasında, hazırlık sürecinde sizi en çok heyecanlandıran, etkileyen ve emek verdiğiniz çalışmanız hangisiydi?
Benim favori çocuğum yok. (!) Hiçbir kitabımı ayırmam mümkün değil. Bir de nostaljiye dikkat etmek gerekiyor. Yani önceki çalışmalarımın daha iyi olduğunu düşünmem oldukça zor. Eski çalışmalar üzerine odaklanır, onlar üzerine düşünmeye başlarsam yeni çalışmalarda çokça vakit kaybetmiş olurum. O nedenle, anılardan çok projelerim var. Romanlarımın kurguları çok daha uzun olduğu için üzerinde daha fazla yoğunlaşıyorum. Ama bazen de daha az yazmak, sözcüğün gücünü yakalamak daha çok emek gerektiriyor.
Okurlarınızla nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Eleştiriyle aranız nasıl?
Okurlarımla çok iyi bir ilişkim var. Bütün kitaplarımın çok baskısı oldu. Bunu kitaplarımla övünmek için söylemiyorum, daha çok okurlarımla övünmek için dile getiriyorum. Bu benim için eleştiriden çok daha önemli. Bir kişinin fikrindense okurun kitabım üzerinde ne düşündüğünü daha çok merak ediyorum. Ben hiçbir zaman kötü bir eleştiri almadım. Her zaman okurların fikirleri de aynı olmayabiliyor. Bazı kitaplarım on beş baskı yapmış bazılarının ise iki baskısı var. Ama iki baskısı olan kitabım benim daha çok içime sinmiş oluyor.
Franco dönemi sonrası genç kuşaklar düşünsel olarak bu süreçten nasıl etkilendi, bir yazar o dönemden nasıl çıktı?
Franco, 1975’te öldü, diktatörlük dönemi ise 38 yıl sürdü. Hiç şüphesiz, düşünsel hayatımızda yarattığı olumsuz etkiler çok ciddi boyutlardaydı. Bu süreç çok uzun sürdüğü için İspanyol toplumunda hâlâ daha etkileri hissediliyor. Demokratik bir toplum olmak için çok ciddi bir kolektif emek harcadı İspanya. Bunun sonucunda iki yıl süren iyi bir siyasi geçiş başarılmış oldu. 38 yıl sürmüş diktatörlüğün problemleri iki senede çözülmeye çalışılsa da bu hesap bana biraz tuhaf geliyordu. Uzun bir diktatörlük döneminin problemlerini iki yıl gibi kısa bir sürede çözmek pek gerçekçi gelmiyor bana.
Bugün ise o yıllarda diktatörülüğün getirdiği problemleri çocuklarımıza öğretmek mi daha iyi yoksa gizlemek mi daha iyi pek bilemiyorum. Geçtiğimiz aylarda siyasi partilerin düzenlemiş olduğu mitingde, gençlerin yavaş yavaş aşırı sağa kaymaya başladıklarını gördük, böyle bir akım var. Bu gençler, şu anda “yaşasın Franco”, “yaşasın faşist anayasa” gösterileri düzenliyor. Demek ki, Franco diktatörlüğünün kötülüklerini öğrenmemişler, demokratik değerler için tekrar bu dersi vermemiz gerekiyor.
“Bana ilk olarak Nâzım’dan bahseden Rafael Alberti olmuştu. Ben Nâzım’ın ilk önce siyasi şiirlerini okumaya başladım; çok zor bir hayatı olduğunu öğrendiğimde ise onunla ilgili bir biyografi okudum. Ama yine de Nâzım’da en çok hoşuma giden onun aşk şiirleridir.”
’50 kuşağı gençliğimizde bizim üstadlarımız oldu’
Edebiyata merak duyan, yazmak isteyen gençlere neleri tavsiye ediyorsunuz?
Çok fazla okumaları gerekiyor, ellerine geçen her şeyi okumaya çalışmalılar. Bu içinde yaşadıkları Boğaziçi’ni, Akdeniz’i keşfetmelerine yardımcı olacaktır. Kendi başına okumaktan ziyade, yazdıklarını başkalarına okumaları gerekiyor ki, karşılarındaki insanların bu yazılardan ne kadar etkilendiğini görebilsinler. En önemlisi de kendisine ve edebiyata inancı olsun. Yaptığı şeyin sadece ilginç olduğunu, ya da güzel olduğunu değil, önemli olduğuna inansın.
Ülkenizin yazarlarıyla ilgili bize önerileriniz ne oldurdu?
İspanya’da gerçekten çok iyi yazarlar var. Luis Landero ve Antonio Muñoz Molina gibi romanda ustalaşmış üstadlar var. Bununla birlikte, bugün 20 yaşlarındaki Elvira Sastre iyi şairler arasında gösteriliyor.
Ben yazamaya başladığımda, 27 kuşağındaki yazarlar hâlâ yaşıyordu. Gerardo Diego, Luis Rosales gibi isimler 36 kuşağı yazarlarındandı. 50’lerde isimlerinden sıkça söz ettiren bu isimler gençliğimizde bizim üstadlarımız oldu. İspanya’da şu an kitap endüstrisi gerçekten çok güçlü bir yerde. Aynı zamanda, insanların da kitaplara yoğun bir ilgisi var.
Umarım sizi en kısa zamanda okuma fırsatı buluruz.
Bu çok yakında gerçekleşecek.