Share This Article
Açık kumral saçlı, zayıf mi zayıf, kaburga kemikleri sayılabilen küçük bir çocuk! Adını soruyorum. Önce yüzünü başka yöne çeviriyor, bir süre sustuktan sonra yanıtlıyor sorumu: Edip! Nerede doğdun, diyorum. Ses yok. Babası, annesi bilirmiş. Ama yaşadığı sokağa iyi tanıyor. Sıra sıra ahşap evler, ufaklı büyüklü bahçeler. Tahta bir kapıyı ayağıyla itiyor: İşte, bizim bahçemiz! Sağ yanda kurudu kuruyacak bir ayva ağacı. Ötede bir kuyu. Kuyunun çevresinde gecesefaları. Sonra başka evler, başka bahçeler… Sayısız pencere, çinko zeminli balkon: Evlerde binlerce yıldır yaşayan, hemen hemen hep aynı biçimde devinen insanlar. Sol yanda bir çardak ya da çardaklığa özenmiş bir çıkıntı, meyvesini koruktan üzüme dönüştüremeyen. Dışarı çıkıyoruz. Karşıda uzun mu uzun, yüksek mi yüksek bir duvar. Büyük büyük ağaçları ve kuleleri olan bir köşkü sınırlıyor. Giz dolu bir yer. İçinde kimler oturur? Nereden bilsin Edip? Ben Ruhi Bey Nasılım kitabında, Ruhi Bey’in yaktığı konak bu mu? diye soruyorum. Yüzüme bakıyor. Baktıkça da Edipler’in sayısı çoğalıyor. En sonuncu Edip söze karışıyor: “Evet, bu köşk” diye yanıtlıyor hemen, sevmediği bir çocukluk ve ilk gençlik dönemini anımsayaraktan.
1928 yılının Ağustos ayında, Beyazıt’ta, Soğanağa mahallesinde doğmuş. Sonra Haseki’de bir eve taşınmışlar. Ama o zamanlar Edip Edip’i hiç tanımıyor. Kendiyle tanışmaya başlaması, Saraçhanebaşı’nda, yukarda sözü geçen evde oluyor. Erik hırsızlıkları, Şehzade camiinin içinde kira ile bisiklete binmeler, yaz günleri arsalarda gösteriler düzenleyen cambazlar, itfaiye binasındaki müze… Ama en çok sinema biletlerini, yağmurlu havalarda sinema kapılarını seviyor Edip, Sevedursun. Bir gün ansızın 56. İlkokulun birinci sınıfında buluyor kendini, yarım önlüğü, buram buram deri kokan çantasıyla. Bugün bile, ne zaman bir deri kokusu duysa, okulda ilk gün yediği tokatın yüzündeki yangınını anımsar.
Fotoğraf: Ara Güler
Caneriği hırsızlıkları, demiştim. Bahçemize bitişik bir bahçe vardı. İçinde de bir erik ağacı ve bizimkine benzeyen bir ev. O zaman mahalle içlerinde ve dar sokaklardaki bütün evler birbirine benzerdi. Çocuk belleği büyük büyük yapılardan, bu yapılardaki olayların genel görünümünden çok, küçük ayrıntıları anımsayabiliyor ancak. İşte o erik ağaçlı evde, yüzünü çoktan unuttuğum, ama olaylar dizisi içindeki jestlerini, mimiklerini hiç mi hiç unutamadığım bir komşumuz vardı: Nigâr Hanım. Yirmi, yirmi beş kedisi olan Nigâr Hanım. Kediler yavruladığında (zaten kedilerden yapılmış, yumuşak bir evdi) loğusa şerbetleriyle konuklar ağırlayan Nigâr Hanım. İki erkek kardeşi, bir de kocası vardı. Kocası var mıydı? Evet, vardı ama, olmamak gibi vardı. Görünmezdi, görünmeyi sevmezdi ve bu durum sanki onun icat ettiği bir olağanlıktı. Kardeşlerinden biri Kenan Beydi. Kumkapı Orta Okulunda velim olacaktı sonradan. Öteki kardeşiyse Ahmet Hamdi Tanpınar. Odalardan biri tıklım tıklım kitap doluydu. Kitaplar Kenan Beyin miydi, yoksa Tanpınar’ın mı, şimdi pek kestiremiyorum. Ama en iyi komşumuz Gülsüm Hanımla kocası Rıza Beydi. Göçmendiler. Bahçe kapımızın çıngırağı yanıtsız kalınca Gülsüm Hanımlar’a giderdim. Rıza Bey durmaksızın sigara içerdi galiba. Ve hiç sönmeyen bir soba vardı, soğumamış bir gezegen gibi odanın bir köşesinde dururdu.
Her neyse…
İkinci Dünya Savaşının başladığı günlerde Fatih’te bir apartman katına taşındık. Annem, babam ve üç kız kardeşimle birlikte. Kapıcı İsmail Efendi’yi anımsıyorum. Aynı zamanda dondurmacılık da yapardı. Akşamüstleri onu dondurma yaparken, arabasını süslerken seyretmek en büyük zevklerimden biriydi. Arabası bembeyazdı. Kırmızılar, morlar bile bembeyazdı. Beyaz’ı ondan öğrenmiştim sanki. Bir de mahalle arkadaşlarımla Yenikapı’daki kum-kömür iskelesinden denize girmek tutku haline gelmişti bende. Deniz! Ne zaman eksildi ki yaşamımdan. Sonra kıl testeresiyle kontrplakları oyup oyup Yedi Cüceler yapardım. Bir de akşam üstleri belediye arabasıyla sulanan cadde ve caddenin ortasındaki ağaçlı bulvar değişik bir ülke gibi etkilerdi beni. O kadar arsa, o kadar çok bostan vardı ki yörede, otların, ağaçların kokusunu halâ duyar gibiyim bugün. Düşsem, bir yerim kanasa, kırmızının yanında yeşil bir lekede bulunurdu mutlaka.
Bir yıl Gelenbevi Orta okulunda okuduktan sonra Kumkapı Orta okuluna yazıldım. İlk şiirlerimi (!) yazmaya başladım. Fatih’teki o güzelim, sessiz Millet kütüphanesini anımsıyorum. Boş zamanlarımda gider, eski sanat dergisi ciltlerini okur, notlar alırdım. Gözlüklü, zayıf bir kütüphane müdürü vardı. Benimle ilgilenir, arada, neden böyle ciddi şeyler okuduğumu sorardı. Sanırım biraz utanır, anlamsız bir yanıtla geçiştirirdim sorusunu.
Ekmek karnesi ve karartma yılları… İstanbul Erkek Lisesinde okuyorum. Arkalı önlü büyük bir bahçe. Güzel, görkemli bir bina. Arka bahçenin ötelerinde deniz. Artık “Bab-ı Âli” ile komşuyuz. Akşam üstleri okuldan çıkınca “Yokuşu” iniyorum çoğu kez. Marmara, ABC, ve Yokuş kitabevleri… Yeni şiir akımını dikkatle, tutkuyla izliyorum. Tabiî öykü kitaplarını ve romanları da. Milli Eğitim Bakanlığı yayınlarını da hiç mi hiç kaçırmıyorum. Yunan, Latin klasikleriyle 19. Yüzyıl Rus edebiyatı beni iyiden iyiye sarıyor. Çehov ve Dostoyevski başucu yazarlarım. Türkiye’deki özgürlüksüzlüğü ve yoğun baskıyı duyuyor, bilinçli bir senteze varmak için edebiyat dışı kitaplar arıyorum. Altın Zincir, Kadın ve Sosyalizm, sanırım Sabiha Sertel‘in çevirisi olacak: Diyalektik Materyalizm, Sosyalizm ve Sosyal Mücadelelerin Umumi Tarihi, Nâzımdan bir iki oyun ve ilk şiir kitaplarından bir ikisini bulabildiğimi anımsıyorum. Bir de okulda, “rahle-i tedris” inden geçtiğim bir arkadaşım vardı ki, ona çok şey borçluyumdur. Baskı öylesine bir karabasandı ki, kısaca bir anıma değinmek isterim. Bir akşam üstü, uğramayı alışkanlık hâline getirdiğim kitabevlerinden birinde çalışan bir arkadaşım elime bir kitap tutuşturdu ve evde açmamı söyledi. Dediğini yaptım, eve dönünce paketi açtım, kitabın adı: Medar-ı Maişet Motoru. Ayrıca “serbest nazım’la yazan her şair komünistlikle ünlenirdi o zamanlar.
Fotoğraf: Ara Güler
Okul anılarım içinde pek ilginç bir olay yok. Ekmek karnesini evde unuttuğum günler bahçe parmaklığından aldığım ekmek ayvaları… Öğle tatillerinde sürekli dama oynamalar… Bir de okul dönüşü ya da sabahları tramvayda bakıştığımız bir kız var ki, birbirimize tek söz söylemeden okulu bitiriyorum. Yüksek öğrenim ilgilendirmiyor beni. Ya da yanlış bir okul seçtiğimi çabuk anlıyorum. Sonraları felsefe okumadığım için hayıflandığımı çok iyi anımsarım.
Babamın Kapalıçarşı’daki dolabında (o zamanlar bugünkü gibi dükkânlar sayılıydı. Yerden yüksekçe, minderli, tahta kepenkli dolaplar vardı.) ticarete başlıyorum. Gerçi ticaret de ilgilendirmiyor beni. Oldum bittim alışveriş yapmayı hiç mi hiç sevmedim, benimseyemedim zaten. Ne var ki, başkaca çıkar bir yol da yoktu. On dokuz yaşında evli, yirmisinde çocuğu olan bir genç! Hem ev geçindirmek zorunda hem de şiire tutkun. Neyse ki birkaç yıl sonra büyük Kapalıçarşı yangınıyla dükkânım kül oluyor. Asma katlı bir başka dükkâna geçiyorum. Ortağım iyi yürekli bir insan. O satışları yönetiyor, bense asma katta okuyup yazıyorum. Şiirle gerçek dostluğumuz o tarihlerde başlıyor ve yirmi iki yıl sürüyor. Ondan sonrası evimde, odamda, kitaplarımın arasında…
Bir gün… Evet, bir gün Tanpınar şiirlerimi görmek istiyor. 17-18 yaşlarımdayım. Tünel’deki Narmanlı yurduna gidiyorum. Bana kocaman bir çay fincanıyla kahve sunuyor. Gene kocaman masasına oturup gözlüğünü taktıktan sonra, hiçbir bıkma belirtisi göstermeden bütün şiirlerimi okuyor. Okuması bittikten sonra başını kaldırarak (iyice aklımda) ilk cümlesini söylüyor: “Bu şiirler çok güzel, hepsi de güzel. Ama hiçbiri şiir değil!” Tabi bu yargı iyiden iyiye yadırgatıyor beni, gene de anlamış görünerekten çıkıyorum dışarı. Çıkmadan daha başka şeyler de söylüyor. Neden ölçülü uyaklı yazmadığımı soruyor bir ara. Bense, sorusunu gene kendisi yanıtladığı için sadece susmayı yeğliyorum. Sonra odanın ortasına bir sürü resim yayıyor. Uzun uzun resme nasıl bakılacağını anlatıyor. Resim üzerinde çok durmamı, resmi çok sevmemi öğütlüyor. Şu kadarını eklemek isterim ki, sonradan kitaplarını okumam bir yana, Türkiye’nin en kültürlü sanatçılarından biriyle karşılaştığımı daha o gün anlıyorum.
1947’de, ne yazık ki bugün bile yakamı bırakmayan bir kitabı, İkindi Üstü’nü yayınlıyorum. Fikirler, Edebiyat Dünyası ve Kaynak gibi dergilerde de acemilik ürünlerimi yayınlamaktan kaçınamıyorum. Edebiyat Dünyası ve sonrası benim için bir dönüm noktasıdır ayrıca. Şöyle ki, adı geçen dergiyi çıkarmak için iki arkadaşımla birlikte, o zamanlar Genç Sanatçılar’ın toplantı yeri olan, Asmalımescitte’ki Elit kahvesine gidiyoruz. Sait Faik, Oktay Akbal, Salah Birsel ve yüzlerini ilk kez gördüğümüz başka sanatçılar, uzunca bir masanın başında sohbet ediyorlar. Çekinerekten sokuluyoruz yanlarına, Dergimiz için yazı, şiir, öykü istiyoruz. Hiçbirinden olumlu bir karşılık alamıyoruz. Arkadaşlarım umutlarını yitirmiş olarak çıkıp gidiyorlar. Ben kalıyorum. Salah Birsel yanıma geliyor, dostça, yakın bir ilgi gösteriyor bana. Yeni şiirlerim olup olmadığını soruyor. “Güzel olan, ama şiir olmayan” bir sürü şiirim var elbette. Yenilerini yazdıkça getirip. Okumamı öneriyor. Şiirle başlayan, şiirle süren bir dostluk kuruluyor aramızda. Şiirin teknik gerçek değerlerini, yapı ve özelliklerini anlatıyor anlatıyor uzun uzun. Özellikle dizenin ne olduğunu örnekleriyle vurgulayaraktan bende gerçek bir şiir yaklaşımı sağlıyor. O günlere dek duymadığım tatlar ediniyorum. Masa da Masaymış Ha şiirini yazdığım zaman nasıl sevindiğini, beni nasıl yüreklendirdiğini hâlâ anımsarım.
Yıl 1950. Ankara… Askerlik yılları… Okula Ulus gazetesinden başka gazete girmiyor. Kitap okumak zaten yasak. Şiirsiz bir altı ay. Hafta sonları fırsat buldukça okuyorum. Anlatacak pek bir şey yok. Renksiz, kupkuru günler. Yanılmıyorsam, Kızılay’da, adı Buket olan bir lokantayla, Ulus’ta, Üç Nal meyhanesine uğruyorum cumartesi akşamları. Cahit Sıtkı‘yı, Orhan Veli‘yi, daha başka sanatçıları yakından görüp tanımak istiyorum. Ne var ki, böyle bir rastlantı gerçekleşemiyor bir türlü. Yalnız bir gün Ataç’ın beni görmek istediğini, çağırdığını söylüyorlar. Tabiî hemen gidiyorum. Bir pastanede buluşup sonra yürüyoruz. Aralıksız sorular soruyor. İyice sıkılıyorum. İnatla, söyleyeceklerimin tam tersini söyleyerek konuşmayı sürdürdükten sonra, oturduğu evin kavşağında ayrılıyoruz. Arada evine uğramamı öneriyor. Ama bir daha karşılaşmıyoruz. Yazılarını o kadar sevdiğim bir yazarın kimliği beni ilgilendirmiyor, kısacası ısınamıyorum Ataç’a. O bitmek bilmeyen altı ay bitiyor sonunda. İstanbul’a dönüyorum. Kısa bir izinden sonra, Hadımköy dolaylarında, Ömerli’de kıta görevime başlıyorum. Okumak için vaktim çok artık. Şiir? Şiir gene yok.
Artık Yeditepe yılları. Şiirlerimi Yeditepe‘de yayınlıyorum… 1954’de Dirlik Düzenlik adlı şiir kitabım basılıyor. Bugün bakıyorum da, Masa da Masaymış Ha şiirinden başkası yazılmasa da olurmuş diyorum. Ayrıca bu şiirden de yaşamım boyunca kurtulamadım. Antolojilerde aynı şiir, şiirimi uzaktan bilenlerin dilinde aynı şiir, yabancı dillere şiir mi çeviriyorlar benden, ille de Masa şiiri de olacak. Bir gün Ankara’da Sayın Ahmet Muhip Dıranas‘ın da bulunduğu bir masadayız. Bir ara Dıranas bana döndü, adı geçen şiiri övdü. “Üstad, ben o şiirden bıktım, dedim, benim başka şiirlerim de var.” Dıranas gülümseyerek, “Eh, ben de Fahriye Abla şiirimden bıktım, ne yapalım, her şairin bıktığı bir şiiri vardır” dedi. Doğruydu elbet. Çünkü ülkemizde çoğu kez bir kuşağın şiiri okunur, yeni kuşaklarınsa yeni okuyucuları çıkar. Öncesi ve sonrasıyla şiirimizi izleyen pek az okur vardır.
Edip Cansever, İlhan Berk, Salah Birsel.
1955 sonrası, şiirimizde genel bir değişim başlıyor. 1957 yılına kadar yazdıklarımı Yerçekimli Karanfil adlı kitabımda topluyorum. 1956’da, Oktay Rifat‘ın Perçemli Sokak’ı, 1958’de İlhan Berk‘in Galile Denizi, gene aynı yılda Cemal Süreya‘nın Üvercinkası yayınlanıyor. 1959’da, Turgut Uyar‘ın Dünyanın En Güzel Arabistanı, Ece Ayhan‘ın, Kınar Hanımın Denizleri, Ülkü Tamer‘in, Soğuk Otların Altında adlı kitapları ile şiirimizdeki genel görünüm iyiden iyiye değişip yerleşiyor. Şiiri bir akım olarak görmek, bir birlikte çıkış alışkanlığı sanmak kolaylığından vazgeçemeyenler, bu şairleri adlandırmakta gecikmiyorlar: İkinci Yeni. Oysa 1957’de, Pazar Postası‘nın sanat ekinde bir soruşturma açılıyor: İkinci Yeni için ozanlar ne diyor. O soruşturmayı anımsayanlar bilirler ki, İkinci Yeni diye adlandırılan şairlerin şiir anlayışları da, şiirleri de birbirinden çok farklıdır. Bu konuyu yinelemekte yarar yok. Yzıldı, konuşuldu, 1977’ye gelindi.
Yakama hiçbir zaman çiçek takmadım. Ama Çiçek Pasajının bizleri takındığı yeni koparılmış çiçekler gibiydik. Bin dokuz yüz altmışlardaydık. Sanki karaciğer sözcüğü sözlüklerde yoktu. İçkiler dostça sokulurdu bize. Panayot’un zehir gibi şarapları bile. Her şey şiirdi, her şey dizeydi, her şey olgunlaşmamış, adını bulamamış şiirimsilikti. Şiir kavgaları bile doyumsuzdu. Degüstasyon, Nil, Lefter… sıram sıram sanatçı doluydu. Herkes biraz olsun gecikirdi. Evine, sevgilisine, yalnızlığına… Ankara’dan birileri gelir, İzmir’e birileri giderdi. Demiryolları da, deniz yolları da Balık pazarından, Asmalımescitten, Beyoğlu’nun arka sokaklarından geçerdi. Lefter’deki laternaci laternanın kapağını açar, Rum sevgilisinin fotoğrafını gösterirdi. “Eski resimler çıkardı, resim resim kokardı onlar”, Diyeceğim, Tragedyalar’daki Armenak oralarda içerdi. Hüzün baş duygumuzdu. Yaz günleri sahici denizler, sahici kıyılar olurdu. Ama bizim sığınağımız sonbahardı, cam önleriydi sokağa bakan.
“Bir buluşma yeridir şimdi
hüzünlendiğimiz
Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün
medüzalar
Aşar söylediklerimizi çeker gideriz
Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz
Kıyısında camların bozbulanık
rakılar.”
Sonra sonra denizler çağırdı beni.
Ama çok sonra..
Yukarda, Tragedyalar, dedim. Nasıl başladığımı anlatmak isterim. Bilmem, belki de kimseyi ilgilendirmez bu. Olsun, ben gene de anlatacağım. Önce kendimi bir ağır çekimde seyrediyorum. Sonra hızla bir geriye dönüş. Bıçak gibi bir anıyla güncel bir yaşamın birlikteliği. Tragedyalar V, böyle filizlendi işte.
– Konuya girelim mi?
– Evet, girelim.
– Armenak, Vartuhi, Stepan, Lusin, Diran… böyle bir aileyi niçin ve neden tasarladınız?
– Hemen hemen vardılar. Bana yazmak kaldı.
– Hepsi de olumsuz, dengesiz, uyumsuz kişiler?
– Evet, öyle…
– Önce birer soğuk bira içelim, sonra siz anlatın isterseniz.
– Ben konyak içmek istiyorum, Stepan’ın adının reginde.
– Nasıl isterseniz. Sizi dinliyorum.
– Sanırım yıl bin dokuz yüz altmış üçtü. Bir akşamüstü Kapalıçarşı’dan çıktım. Çiçek Pasajındaki meyhanelerden birine girdim. Cam önünde, mermer bir masanın kenarındaki tabureye iliştim. İçkimi söyledim. Nedensiz bir sıkıntı vardı içimde. Meyhanelerin üstündeki binaları, pencereleri seyretmeye başladım. Bir yandan da belleğim geçmişten bazı anıları taşımaya başladı. Birden Vartuhi’yi gördüm. Nasıl mı? Şöyle: çocuk yaşımı aşmıştım. Yanımda bir eskiciyle Pasajın üstündeki katlardan birine girdik. Bir şeyler satın alacaktık. Babam göndermişti. Ne var ki, kapı açılır açılmaz korkuyla karışık bir duygu çöreklendi içime. Karşımda saçları çok kısa kesilmiş, iri yarı, kadına benzemeyen bir kadın duruyordu. Hemen ayaküstü bir özür bularak eskiciyle birlikte kaçarcasına çıktım. Eskiciden kadın hakkında bilgi aldım. Bana, bu kadın zürafadır dedi. Zürafanın ne olduğunu soramadım ama, sonradan araştırdım, sevici kadın anlamında kullanılan bir sözcük olduğunu öğrendim. Şimdi gene altmış üçlere gelelim. Pasajdaki binalara bakarken gördüğüm (sanki gördüğüm) o kadındı. Böylece ailenin ilk bireyini buldum. Gerisi kendiliğinden gelişti. Hepsinin de az ya da çok hasta tipler oluşu, çökmekte, kokuşmakta olan bir düzeni saptamak, sergilemek içindi.
“Düşüyor kan görmemiş taşlara
Stepan, Vartuhi, Armenak
Diran ve Lusin”
Gene hepsinin bir masalın sonundaki gibi yok oluşu, geleceğin geçmişe karşı bir utkusu olmalıydı. Evet, kısa bir değinme işte… Bana umutsuz, toplumdan kopuk diyenlere de bir yanıt belki. Daha uzatabilirdim ama, ben eleştirmen değilim. Hele kendi kendimin eleştirmeni hiç değilim. Ayrıca bir şiirde o kadar çok ipucu vardır ki… Ahmet Oktay bir yazısında şunları söylüyor:
Şu gözlemle başlayalım: Edip Cansever İzlenimler, enstantaneler şairi değil. Petrol‘ü gelişim çizgisindeki zorunlu bir ara sayarsak asıl önemli ürünlerini Umutsuzlar Parkı‘ndan sonra vermeye başladı ve şiirini giderek bir sorunsalla kaynaştırdı.
Doğru bir saptama. İnsanı birey olarak da, toplumdan soyutlanmamış bir birim olarak da kurcalamak istiyorum, yaşamım tükeninceye kadar.
Sonra denizler çağırdı beni. Ama çok sonra… demiştim. Şimdi bir ilk cümle: Otel bir yaşamdır. Peki, bir otelin bütün ışıkları ne zaman söner? Kirli Ağustos‘daki Otel şiirini yazdıktan, Çağrılmayan Yakup‘u unutmaya başladıktan sonra iki kez güneye indim. İkinci gidişimde Bodrum’u gördüm. Doğaya açılma, doğayla ilişki kurma… Döner dönmez Kirli Ağustos‘u bitirdim. Her zaman söylemişimdir, sanat yaşamdır benim için. O yaşam ki, usta bir elmas yontucusu gibi sözcükleri de yonta yonta çok görünüşlü bir nesneye çevirir. İlk sesi verir, son sesi geri ister. Yıllarca denizlerde dolaştım. Çeşitli balıklar tuttum. Kıyılarda midye çorbaları pişirdik, yaktığımız ateşlerde balıklar kızarttık. Şiirlerimden çıkmaz oldu deniz, her gün kurup kurup bozduğum efsanesiyle.
Fotoğraf: Ara Güler
Ben şimdi kaç yaşımdayım? Hayır, hayır! Ben Ruhi Bey Nasılım‘ı anlatacak değilim. O kadar yeni ki benim için. Ama biliyorum, Pasaj eski Pasaj değil artık. Ben de Krepen Pasajına gidiyorum çoğunlukla. Oranın da adını değiştirdiler Krizantem Pasajı koydular. Üç Horon kilisesinin önünde bir gelin arabası duruyor bazen. Meyve satıcıları, garsonlar, plastik eşya satıcıları gelinin çıkmasını bekliyorlar kiliseden. Küçük komiler garson, garsonlar patron oldu çoktan. Öyleyse ben kaç yaşımdayım? Sarı bir tuzluğun rengi yansıyor madenî kül tablasından. Mavi bira kasalarını üst üste koymuşlar. Saçaklarda kediler kavgalaşıyor. Artık karidesleri, pavuryaları boyuyorlar. Boyasınlar. Beyaz peynirle rakı yeter de artar bile. Hem ben çalışırken içkinin damlasını koymam ağzıma. Kapalı çarşıdaki dükkânı satalı iki yıl oldu. Çoğu kez deniz kıyılarında dolaşıyorum. Rumelihisarı en çok sevdiğim semtlerden biri. Arada bir oyun yazmak istiyor canım. Hemen vazgeçiyorum. Şiir varken…
“Doğanın bana verdiği bu ödülden
Çıldırıp yitmemek için
İki insan gibi kaldım
Birbiriyle konuşan iki insan.”
Bu yazı, Türkiye Yazıları dergisinin Haziran 1977 tarihli sayısında yayımlanmıştır.