Edebiyatın eleştirel sesi: Fethi Naci’li günlerimiz
Share This Article
1981’de, Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme yayımlandığı sıralarda, Memet Fuat tanıştırmıştı, Yazko günlerimizde. İlk izlenimim yüzündeki insani ışığın karşısındakini kavrayıveren gücü olmuştu.
Ancak yakın olmamız on yıl sonra 1991’de Adam Sanat dergisinde düzenli yazmaya başladığında gerçekleşti. Ayda bir yazı vermeye geldiği günlerde ortaya saçtığı yaşam enerjisiyle hepimizi ayaklandırıyordu. Memet Fuat, Cevat Çapan ve Semih Gümüş’le birlikte Kireçburnu’na öğle yemeklerine inmeye başladık.
Gerçek Fethi Naci’yi işte o günlerde tanıdım. Konuşmaya başladığında Türk ve dünya edebiyatının altından girip üstünden çıkıyor; bir yandan Türkçe ve Fransızca ağzından dökülen dizelerle öte yandan duyulmamış Karadeniz küfürleriyle düşünceler, duygular hallaç pamuğu gibi atılıyordu.
Herkesle ne çok anısı vardı: Mehmet Ali Aybar’dan Selahattin Hilav’a, Tanpınar’dan Melih Cevdet’e sonu gelmez tartışmalar, serüvenler, kavgalar, dostluklar… Hiçbirinde kişisel hesapların olmadığı, hep daha güzel bir dünya, daha nitelikli bir edebiyat için. Siyasetçi olsun, edebiyatçı olsun insanın sahtesiyle gerçeğini ayırmakta üstüne yoktu. Okuduğu bir ürünle, ayaküstü bir konuşmayla notunu verir, zaman içinde pek de yanılmadığı görülürdü.
*
1995’te onun Gerçek Yayıneviyle, bizim Adam Yayınlarının Beyoğlu’na taşınması yakın zamanlarda gerçekleşti. Artık komşu olmuştuk. Kimi gün sabah kahvelerinde ama mutlaka cuma günleri buluşuyorduk. “Cuma Akademisi” adını verdiğimiz masada Fethi Naci’nin düzenleyici, tartışmaları yönlendirici bir egemenliği vardı.
O yıllardan birinde TÜYAP Kitap Fuarı’na ünlü Fransız düşünür Michel Butor gelmiş, bir konuşma yapmıştı. Fethi Naci, konuşmayı çok sıradan bulmuş, çıkışta, “Bizim Cuma masasında daha dişe dokunur şeyler konuşuluyor,” demişti. Tartışmaların hızının kesildiği anlarda en sevdiği şey, Turhan Günay’dan Dünya Bir Gölgeliktir adlı türküyü dinlemekti.
TÜYAP Kitap Fuarı’nın onur yazarı olması kendisine ilk önerildiğinde, “Benden önce Vedat Günyol var,” diyerek sırasını ona vermiş, bu ödülü ertesi yıl kabul etmişti.
1999’da yüzyıl tamamlanırken, daha önce On Türk Romanı diye başlayıp kırka dek çıkardığı roman eleştirilerini Yüzyılın Yüz Romanı adıyla bütün bir çağı kapsayacak biçimde genişletmesini önerdim. O yılın yaz aylarını bu çalışmayla geçirdi. Kitap otuz sayfalık geniş bir tarihsel bakışlı önsözle açılıp, romanımızın yüzyıla yayılan bütün bir zenginliğini kapsıyordu. Çıkar çıkmaz, bir eleştiri kitabından beklenmeyecek bir başarıyla kısa sürede üç baskı yapmıştı.
Eleştiri kitaplarını belki herkes okumaz ama Fethi Naci’ninkiler öyle değil. Çünkü o bir eleştiri yazısı yazarken içine hayatı katmayı da biliyordu. O yüzden onun yazıları dünyaya ve insanlara yazılmış hayat dersleridir aynı zamanda.
*
Roman okumak, bana tarih ve toplumbilim kitaplarında bulamadığım benzersiz bilgiler verir. Bir romanı okurken, hayatta karşılaşmanız olasılığı çok az insanların hayatlarına girer, onların gözünden hayata, dünyaya bakarsınız. Bulunmaz bir zenginliktir bu okuyan için. Bir dönemin, bir çevrenin insanları nasıl yaşamışlar, ne yiyip içmişler, ne giymişler, nasıl yaşamış, nasıl düşünmüşler, bunlar hep roman sayfaları arasından görünür bizlere.
Bu nedenle, ne zaman hangi romanlar yazılmış, ne anlatmışlar, nasıl anlatmışlar, hep ilgi çekecek konulardır.
Fethi Naci’nin Yüzyılın Yüz Romanı kitabı bu nedenle bulunmaz bir kaynak. Türk romanının bütününe yönelik kapsamlı bir çalışma. “Yazınsal açıdan ilk Türk romanı” olarak tanımladığı Aşk-ı Memnu (1900) ile başlıyor kitap. Aşk-ı Memnu ile toplumsal eleştiri amacıyla yazılan ve roman sanatının kurallarına uymayan Tanzimat romanları geride kalmış, roman artık gerçek konusuna, “sahici bireyler”e yönelmiştir.
Gerçi, sonraki yıllarda yine yazınsal değeri düşük, yalnızca toplumbilimcilerin ilgi duyacağı romanlar yazılmıştır ama Fethi Naci, bu örneklere de kitabında yer vererek, yüzyılın Türk romanını bütünüyle inceleme düşüncesini gerçekleştirmiş. Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ebubekir Hazım Tepeyran, Mahmut Yesari böylesi yazarlardan ona göre.
‘Cumhuriyet’in gerçek tarihi, ancak romanlarda okunabiliyor…’
Cumhuriyet’le birlikte roman konuları İstanbul dışına çıkıp Anadolu’ya geçiyor. Cumhuriyet’in hemen öncesinde 1922’de yazılan Çalıkuşu, “insanların ‘iyilik’ özlemini kullanan, melodram öğelerinden ‘güç’ alan, bir bakıma okurun nabzına göre şerbet veren, ilkel bir roman”dır.
Fethi Naci’ye göre, Reşat Nuri’nin, dahası Türk edebiyatının en güzel aşk romanlarından biri ise Milas’ta başlayıp İstanbul’da süren Ateş Gecesi’dir.
Kavak Yelleri ise “1920’lerin, 1930’ların ‘Anadolu kasabası’nı en iyi anlatan romanlardan biri”dir.
Kavak Yelleri incelemesinin sonunda Fethi Naci, “Cumhuriyet’in gerçek tarihi, biliyorsunuz, şimdilik ancak romanlarda okunabiliyor…” (s. 193) diyor.
Ben daha da fazlasının olduğuna, hiçbir tarihin yazmayacağı tek tek insanları, onların türlü hallerini romanlarda görebildiğimize inanıyorum.
Yüzyılın Yüz Romanı’nda da yer verilen Osman Cemal Kaygılı’nın Çingeneler romanında anlatılanları hangi tarih yazabilir?
En sevdiğim romanlardan biri olan Tanpınar’ın Huzur’u kadar severim; Fethi Naci’nin, “Türkçede okuduğum en güzel aşk romanı. Üstelik sadece tek aşkın, bir erkeğin bir kadına olan aşkının romanı da değil, iç içe iki aşkın romanı, birbirini besleyen, geliştiren iki aşkın” cümleleriyle başlayan Huzur üstüne yazısını.
Her zaman deneme tadı taşıyan anlatım güzellikleri
Fethi Naci, bu kitabıyla 1900’den başlattığı Türk romanını yüzyılın sonuna 1998’e dek getirir. Kitapta incelenen yüz romanı ilk yayımlanış tarihlerine göre sıraladığımızda şöyle bir görünüm ortaya çıkıyor: 1900-1910 arası, 3; 1911-1920 arası, 1; 1921-1930 arası, 4; 1931-1940 arası, 11; 1941-1950 arası, 8; 1951-1960 arası, 9; 1961-1970 arası, 10; 1971-1980 arası, 25; 1981-1990 arası 14; 1991-1998 arası, 15.
Bu sayılara bakarak romanımızın 1950’lerden başlayarak coştuğunu, veriminin arttığını, başarı çizgisinin yükseldiğini söyleyebiliriz. Dünyaca tanınan ilk romancımız Yaşar Kemal de 1960’larda Avrupa’da tanınmaya başlamıştı.
Romanlar üstüne yazılmış incelemeleri okurken, yalnız bir romanı tanımış olmuyoruz, Fethi Naci’nin her zaman deneme tadı taşıyan anlatım güzellikleriyle de buluşarak Türkçe’nin tadına da varırız.
Ayrıca onun keskin dikkatinden kaçmayan bin bir ayrıntıya dalıp çıkar, kimi zaman da yazarlarla girdiği polemiklerin heyecanına kapılırız.
*
Dönüp Baktığımda ve Dünya Bir Gölgeliktir adlı anı kitapları günümüz kuşaklarının artık pek tanımadıkları, her alanda militan bir hayata özgü neşe ve yaşam sevincini bugüne ve yarınlara taşır.
Fethi Naci’nin anıları, “Adam Sanat”ta yayımlanmaya başladığında, ilkin, yürek burucu yanlarıyla ilgimi çekmişti.
Sanki yaşamından kesitler değil de çağımızı anlatan ağıtlar yazıyor gibiydi. Yenilip yutulması zor bir tortunun okurun boğazını düğümlediği anılar.
Çocukluğa ilişkin tablolarla karşılaşıyoruz ilkin. 1930’ların Giresun’u. Yoksul ama renkli bir hayat: Uçurtmalarla, karpuzlarla, eğreltiotu kokularıyla, tabelacı çıraklığının boyaları, fırçalarıyla, mücellit dükkânında kitap ciltlemeyle, hayat sevdasıyla geçen yıllar.
Zorluklar, tutuklanmalar, linç girişimleri, işsiz bırakılma…
Erzurum Lisesi’ndeki parasız yatılı günleri II. Dünya Savaşı yıllarına rastlar. Bir yandan elli-altmış kişilik koğuşlarda, yetersiz yemeklerle, yetersiz temizlik koşulları içinde, “sıra dayağı” ile öte yandan paylaşıldıkça çoğalan edebiyat sevgisini sunan sevgili öğretmenlerle geçen “zor yıllar”.
Onca yoksulluk içinde öğrencilerine “Varlık”, “Yurt ve Dünya”, “Adımlar” dergilerini, Nâzım Hikmet’in kitaplarını sunabilen okul kitaplığı. (Günümüz Türkiye’sinde kaç lisenin kitaplığına edebiyat dergileri ulaşıyor acaba?)
Cepte on dokuz lirayla başlanan İstanbul’daki iktisat öğrenimi. Derin bir yoksullukla, karşı konulmaz güçte var olma ve edebiyat sevgisinin birbirini kollaya kollaya gelişmesi.
Ellilerin başında karabasanı andıran siyasal yaşamımız içinde edebiyata ve siyasete ilgi duymanın kaçınılmaz sonucu: Tutuklanmalar, yargılamalar, linç girişimleri, işsiz bırakılma…
1960’lı yıllara ilişkin anılar içinde en ilginci Türkiye İşçi Partisi üstüne olanlar. Partinin kuruluş dönemleri üstüne tanıklıklar siyasal tarihimiz için de önem taşıyor.
Yine siyasal içerikli anılardan “Moskova, Tiflis-1972” başlığını taşıyan bölüm, Sovyetler Birliği üstüne nesnel bir tanıklık.
Kitapta çoğu yazınsal kişilikler üstüne kısa ama etkileyici tablolar var: Oktay Akbal, Nurullah Ataç, İdris Küçükömer, Atila Tokatlı, Edip Cansever, Hayalet Oğuz, Sedat Gani, Rauf Mutluay, Vedat Günyol… Bunların dışında yazılar içinde pek çok ünlü kişilikle de karşılaşıyoruz.
Bir de doğa parçaları, “Bodrum Yazları”, “Bir Cunda Dönüşü”, “… Hayal Ağaçlar” yazılarında anlatılan.
Kitaba belki anı değil de ağıt diyebiliriz. Kitabın son iki yazısının adı da “Acı” ve “Ağıt Gibi”.
Yazıldığı dönemlere tanık oldum. Bölüm bölüm yazılırken, ne zaman tamamlanacağı belli olmayan bir kitaptı, Dönüp Baktığımda… Hatta bitip bitmediği tartışılırdı. Bugün elimizdeki kitabı okuyunca sergilenen tablolardan bir bütünlüğün oluştuğu görülüyor.
Nedir bu bütünlük?
Fethi Naci’nin hayatının bir tadı varsa, bu solcu olmanın da tadı aynı zamanda
Yüzyılımızda Türkiye’de yaşayan bir aydının, içine dünyayı, ülkesini ve insanlarını sığdırabildiği çok etkileyici bir kendi portresi.
Bu portrenin etkileyiciliği en başta yalansız bir yalınlıktan doğuyor. Yaşadıklarını ya da düşündüklerini gizleme, örtme, utanma vb. güdülerinden arındırmış bir kişilik Fethi Naci. Böyle olması anlattıklarına inanılmaz bir sahicilik duygusu veriyor.
Bu sonucun ortaya çıkmasında Fethi Naci’nin eleştiri gibi “soğuk” bir türü bile geniş okur çevrelerine sevdirebilmiş o sıcaklık taşan anlatımının da etkili olduğunu söylemek gerek.
Hem kim, Fethi Naci kadar içten bir neşeyle bakabilir hayata?
Bu anı kitaplarının, günümüz kuşaklarının artık pek tanımadıkları, geçmiş günlere özgü bir neşe ve yaşam sevincini de bugüne taşıyacağına inanıyorum.
Bir de dünyaya Marksist bakışı elbette, Fethi Naci’yi, Fethi Naci yapan özelliği. Bugünden geriye bakınca ortaya çok yalın bir gerçek de çıkıyor: Bilimde, düşüncede ve sanatta yüzümüzü ağartanlar hep solcular arasından çıktı. Onca baskıya, saldırıya karşın ülkelerinin ve kendilerinin namusunu ayakta tutabilmeyi başardılar.
Fethi Naci’nin anılarını okudukça şunu da düşündüm: İnsanın şu dünyada olacaksa solcu arkadaşları olmalı. Sağdan bakarak dünyayı paylaşabilmek, anlayabilmek, tadına varabilmek çok güç. Fethi Naci’nin hayatının, anılarının bir tadı varsa, bu solcu olmanın da tadı aynı zamanda.
Türkiye İşçi Partisi’nin programının yazılmasından, yıllar boyu DİSK’e bağlı sendikalarda eğitim seminerleri verecek kadar inandığı düşüncenin militanıydı. Sosyalizmin, “insanoğlunun yaratabileceği en güzel gerçekleşebilir düş, dünyanın gençliği” olduğuna inanıyordu.
‘Partinin kültür programı aydınların görüşleridir’
Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) milletvekili adayı olduğunda propaganda dönemi boyunca ilerlemiş yaşına karşın Giresun’a gitmiş, orada on beş gün boyunca kahve kahve, sokak sokak dolaşıp partisinin görüşlerini anlatmıştı.
Fethi Naci’ye ÖDP yöneticilerinden Masis Kürkçügil aday olmasını rica etmişti.
Parti, Fethi Naci’den, siyasal partilerin kültür politikalarının bir televizyon programına ÖDP temsilcisi olarak katılmasını istemiş. Hiç zaman olmadığı için hazırlık yapılamadan Fethi Naci anılan programa katılmış. Ne parti tüzüğü ne de partinin kültür politikaları üstüne bir ön bilgisi olarak gitmiş. Karşısında öteki partilerin kimi milletvekili, kimi parti yöneticisi olan temsilcileri. Aralarında tek kültür adamı Fethi Naci olduğundan elbet kendi görüşlerini anlatmış.
Bir süre sonra karşılaştıklarında Fethi Naci, Masis Kürkçügil’e sitem etmiş, beni bilmediğim bir konuda konuşmak zorunda bıraktınız diye.
Masis Kürkçigil’in yanıtı ise çok daha anlamlı: “Partinin kültür programı mı olur. Parti nasıl olur da bir kültür programı dayatabilir. Kültür programı senin ve öteki sol aydınların görüşleridir. Tartışılır, konuşulur. Partinin kültür alanındaki görüşlerini en iyi sen anlatabilirdin, onun için seni gönderdik,” demiş.
Anayasa maddeleri gibi ilke ilke kuralları sıralanan sosyalist gerçekçilik anlayışından, aydınlara güvenen, onları, söyleyecekleri her şeyi değerli bulan bir sol parti anlayışına ulaşılmış olmasına sevinmemek mümkün değil.
Ben kendimi gülün dibinde buldum
Kuru kuru sevda imiş sarardım soldum
Sevda bir düş imiş kendime yordum
Ay karanlık gece vurdular beni
Yarin çevresine sardılar beni
*
Fethi Naci’nin ölümünün ardından önce Kültür Bakanlığı bir armağan kitap yayımladı, ardından biri daha geldi: Yazının Gül Dikeni (Hazırlayan: Hürriyet Yaşar, İthaki Yayınları).
Fethi Naci’nin başta gelen özelliklerinden biriydi uyandırdığı özlem duygusu. Hayata ilişkin o denli tatlı bir yemişti ki onu tanıyanların ondan uzun süre uzak kalabilmesi, içlerindeki özlem duygusunu bastırabilmeleri kolay değildi. Yazdıkları ya da söyledikleri nedeniyle kızanlar, küsenler bir süre sonra, “Naciciğim” diye boynuna sarılmaktan kendilerini alamazlardı.
Sanırım bu kitaplar da onsuz bir hayatın yavanlığını bize anımsatan, ona duyduğumuz özlemi, içimizde bıraktığı yoksunluk duygusunun göstergesi ürünler.
Kitaba yazılarıyla katılan isimlere bakıyorum: Edebiyat dünyamızın önde gelenlerinin yanı sıra siyasetçiler, iktisatçılar, gazeteciler var. Belki onunla çalışmış sendikacılar da olmalıydı.
Fethi Naci’nin geniş dünyası hiçbir zaman edebiyatla sınırlı kalmadı. Dünyayı değiştirecek temel gücün emekçiler, üretim süreçleri ve buna dayalı siyaset olduğunu biliyordu. İktisat öğrenimi, Marksizm ve edebiyat, hayat denilen mucizenin gizlerini kulağına fısıldamıştı.
Hayatta gerçek olanla sahtesini ayırmada hiç güçlük yaşamazdı. Bu nedenle onunla kurulan yakınlıklar, biraz da gerçek hayata yaklaşmak gibiydi.
Sahici olmak
Aslında Fethi Naci’nin bütün yaptığı çok kolay görünen ama zor bir işti: Sahici olmak. Yaşadıklarında ve yazdıklarında sahicilik.
Bugün bu kavram geçmiş yıllara göre çok daha değerli. Çünkü artık toplumlar iletişim denen gözboyama sanatıyla yönetiliyor ve yönlendiriliyor. Hani usta hırsızlar için söylenen bir söz vardır, “gözündeki sürmeyi çekip alır, anlayamazsın,” derler. Günümüz iletişimcileri de insanların akıllarını ve düşünme yetilerini öylesine bir hünerle ellerinden aldılar ki, insanlar başlarına gelenin bir türlü farkına varamıyorlar.
Yeryüzünde yaşama sanatına ilişkin belki de en değerli kazanımdır gerçekle yalanı, sahiciyle yapayı ayırabilmek. Bu ayrımı yapabildiği sürece insan, şu dünyada insan gibi yaşayabilir, insan gibi yaşadığını duyumsayabilir.
Büyük edebiyat adamlarımız için hep söylediğim bir şey vardır: Yalnızca yapıtlarına değil, hayatlarına da bakın onların. Onların hayatlarında şu dünyada nasıl yaşanması gerektiğini bize gösteren görkemli aynaları bulabiliriz. Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Nurullah Ataç, Sabahattin Eyuboğlu, Fethi Naci ve daha niceleri böyle yaşam dersi dolu hayatlardır.
Fethi Naci için yazılan her satırda bu hayatın geniş çapı, görkemi görülüyor. Bu yüzden üstüne yazıları okurken, kuru saygı sözleriyle değil, gümbür gümbür, neşeli, ilkeli, dövüşken, örnek bir hayatla karşılaşıyoruz.
bir uzun yolculuktu ilkyaz ve en yakın yoldaşların
nisan ve mayısta açan gelinciklerle o kızıl güller.
…
Dönüşün bir güz şenliği olurdu aramızda,
deli dolu öyküler, bir ağızdan söylenen türkülerle.
Bu güz dönmedin nedense; yarım kaldı
her yıl değişen mevsimlerle kutladığımız şenlik;
yarım kaldı sonunda, bir atın savrulan yelesine
sarılarak yarıştığımız hayat denen koşu da.
(Cevat Çapan)