Share This Article
Büyük Türk yazarı Namık Kemal’in ölümünün yüzüncü yıldönümünde, bugün “klasik” gibi görünüyor. Bunun anlamı şu: ondan bilinen sadece, çoğu kez okul kitaplarının sayfalarına hapsolmuş birkaç “seçme parça”; onu saygıyla donatanlar ise, tıpkı soğuk bir mermer heykele yapılan-tutkudan yoksun- bir tapınış içindeler. Bir edebiyatçı için, ne kadar önemli olursa olsun, bir milletin edebiyat tarihinde bir bölüm haline gelmek, bir parça ölmek demek.
Öylesine saygı duyulan, öylesine dillerde dolaşan ama öylesine az okunan Namık Kemal böylesi bir ölümü nereden bilebilirdi ki? Kuşkusuz esef duyulacak bir olay bu. Ancak Namık Kemal, yazdıklarının ve edebî görüşlerinin eskimesinden dolayı, belli bir ölçüde antolojilere ve ders kitaplarına atılmış da olsa, bugün yine de alabildiğine güncel bir yazar.
Nesiyle? Bir yüzyılı aşkın bir süre önce savunduğu cesur düşünceleriyle, toplumda aydının rolü hakkındaki militan anlayışıyla, geleceğe doğru ısrarlı bakışıyla! Bugünkü Türkiye’de, edebiyatçılar aynı kuşkularla, aynı tehditlerle, aynı yasaklamalarla yüz yüzeler, bu da onların onuru!
Bu güncellik, Namık Kemal’in gazeteci olarak faaliyetine bakıldığında daha da göze çarpıyor. Gerçekten bu pek üretken yazar, dikkatleri çeken bir şair, Türkiye’de modern roman ve tiyatronun öncülerinden biri de olsa özellikle bir gazete yazarı olarak dikkat topluyor. Türk gazeteciliğinin temellerini atmada emeği geçmiş kavgacı, sorular soran, gözü pek bir gazeteciliği başlatmış olan bu insana, bugünkü Türk basını çok şey borçludur. Namık Kemal’in roman ve tiyatro oyunları devrimiz okuyucularının zevki göz önünde tutulursa ister istemez üstleri toz bağlayacak cinstendir.
Namık Kemal, üretken yazarlarından biri olarak belirginleşiyor
Ama makaleleri tamamıyla farklı durumdadır: Onların dilinde hafif düzeltmeler yapınız, kimi fazlalıkları atınız, bugünün bir gazetesinde sütunlarda rahatlıkla yer alabilirler.
Namık Kemal’in gazetecilik mesleği, bir on yıllık zamana yayılıyor ve 1863 ile 1873 arasındaki yılları kapsıyor: 1863, onun, Şinasi’nin çıkardığı Tasvir-i Efkâr‘a ilk yazılarını yazdığı yıldır: 1873 ise İbret gazetesinin kapatılması ve başlıca yazarlarından birisi olarak sürgüne gönderildiği yıldır. Bu on yıllık süre boyunca, Namık Kemal, pek önemli siyasal, iktisadi ve sosyal olaylara tanık oldu; bütün bunlar, onun dünyaya bakışını da besleyip durdu.
Osmanlı İmparatorluğu’nda 1839 tarihli Gülhane Hatt-i Şerifi’yle girişilen reformlar eski kurumsal çerçeveleri yavaş yavaş çatırdatıyordu ve doğum sancıları içinde, yeni Türkiye’nin temellerinin atıldığını görmek, daha o yıllardan mümkündü. Neydi o temeller? İktisadi gelişmeye duyulan büyük ilgi; laik bir eğitimin erdemlerine gitgide daha büyük bir istekle inanış: kurumların demokratikleşmesi konusunda karşı konulmaz bir özlem, Batı uygarlığı modeliyle gözlerin büyülenmesi. Dışarda ise, sanayi devrimi ve kapitalizmin açılıp serpilişi ile, dünya, bir dönüm noktasına yaklaşıyordu; İtalya ve Almanya ulusal birliklerini kurmaya doğru gidiyorlardı; 1848 Devriminden çıkmış Fransa, ikinci imparatorluğun şatafatı içinde, komün hareketinde kopuşa hazırlanıyordu.
Birleşik Devletler iç savaşın silahlı ve ideolojik çatışmalarından henüz yakasını kurtarmıştı; 2. Alexandre’in Rusya’sı liberalizmle baskı arasında sallanıp duruyordu; büyük sömürgeci güçleri iştahlarını tatmine ayrılmış Asya ve Afrika’daki ülkeler, boyun eğmenin talimini yapmaya kalkarken, şurada ya da burada, direnişi öğrenmeye de başlıyorlardı.
Hareket içindeki böylesi bir dünyayla bağlarını kurmuş olarak, zafer kazanmış bir uygarlığın bütün soruları ve bütün gururlarının da taşıyıcısı olarak, Namık Kemal’in gazetecilik üretkenliği, bu on yıllık süre boyunca, büyük boyutlara erişecektir. Kemal’in yazılarının tam bir bibliyografyasına sahip değiliz; sayıları bakımından sadece tahminlerde bulunabiliyoruz.
İbret gazetesinin başyazarı en cömert tahminlere göre bir 2 bin kadar yazı yazmış durumda. Bir olasılıkla bu rakam en azından yarıya inebilir. Ama, öyle de olsa, Namık Kemal, zamanının üretken gazete yazarlarından biri olarak belirginleşiyor.
İbret gazetesi, 1871-1873 yıllarında, bu doğurgan nesrin çiçekliği oldu. Ancak, Şinasi’nin Tasvir-i Efkar‘ından İbret‘e kadar, Namık Kemal’in yolu, bir on kadar başka gazeteden geçti; bütün bu gazetelerde her biri kendine göre, Türkiye’de bağımsız ve eleşirici ve sorgulayan düşüncenin temellerini atmada yardımcı olmuşlardır. Bu hareketli yolculukta en çok dikkate değer olay, Namık Kemal’in 60’lı yılların sonuna doğru, Ziya Paşa ve başkalarının da eşliğinde, Londra’da yayımlanan Hürriyet gazetesine dahil oldu.
Diyojen ile yazarlar kuşağına yol gösterdi
Burada, sürgün diyarında tartışmacı aydın, İmparatorluk hükümetinin kendisine ve bütün öteki genç Osmanlılara karşı giriştiği baskılardan kurtulmuş olarak, silahlarını silip parlatmak fırsatını buldu. Neydi buldukları? Tamamıyla duru ve sade olmasa da, en azından coşkulu ve ateşli bir nesir; özellikle Osmanlı rejimini ve kurumlarını liberalleştirmeyi hedef alan bir yıkıcı düşünceler birikimi.
Namık Kemal’in gazetecilik mesleğinde bir başka dikkate şayan an, Türkçede ilk mizah dergisi olarak bilinen Diyojen‘in sütunlarına geçişi oldu. Kemal’in bu dergide işgal ettiği yer hakkında açık bir fikir edinmek güç; çünkü orada yayınlanan yazılarının çoğu imzasızdır ve öyle olunca da, onlarla Namık Kemal arasında bir hısımlık kurmak güçtür.
Bununla beraber, şurası kuşku dışındadır: Yazarımız, bu dergide, siyasal ve sosyal hicvi talim etti ve böylece bir yazarlar kuşağına yol gösterdi; bu yazarlar, bu türde uzmanlaşmış olarak, 19. yüzyılın sonlarından başlayarak, çağdaş Türk edebiyatının önde geleni ifade biçimlerinden birini ete kemiğe büründüreceklerdir.
Bununla beraber, Diyojen dergisine bu geçici katılışa rağmen, Namık Kemal, hiçbir zaman – bunu söylemiş olalım– büyük bir mizah yazarı olarak ün yapmadı. Bütün gazetecilik mesleği boyunca, özellikle bugün “başyazı” dediğimiz türde kendini gösterdi. Başmakale, özellikle İbret ‘dekiler, hemen hemen daima biraz kendini bırakmış, sözü uzatmış gibi görünen, çoğu kez pek karmaşık bir kanıtlamaya başvurmuş olarak, genellikle sert bir tonla dökülür kaleminden.
Ancak, biçim az da değişse içerik pek değişiktir. Namık Kemal sapına kadar gazeteci olarak her konuya el attı; günün gereklerine ve ilhamının keyfine uyup konudan konuya geçti.
Her şeyden haberdar bir sanat eleştirmeni oldu
Bu yazılarının bir hayli siyasal aktüaliteyi yansıtır; bunlarda söz konusu olan, Osmanlı İmparatorluğunun içişleri ya da dış olaylardır; yazılarının hammaddesi bunlardı. Bununla beraber, geri çekilmeyi biliyor, biraz dolaylı sorunlara da el atıyordu.
Onun gazetecilikte arkaya bıraktığı eserden, sonraki kuşaklar, özellikle Türkiye’de bir Anayasa rejimi, daha da genel olarak, modern bir devletin kurumlarının kurulması yolundaki ateşli savunmalarını belleklerinde tuttular. Tam bir modernleşme ve batılılaşma davası ile karşı karşıya kalmış olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, büyük toplum sorunlarına değinen makaleleri de devrinde düşünceleri etkiledi ve sonradan hayli yorumlara yol açtı.
Ayrıcalıklı konuları arasında, basın sorunları üzerine olanları da zikretmek uygun olur; bunlar içinde basının boğaz boğaza geldiği sansür ve öteki baskı biçimleri özel bir yer tutar. Son olarak, unutmayalım ki, Namık Kemal her şeyden haberdar bir sanat eleştirmeni de oldu; bu tür yazılarında, Osmanlı ve Batı edebiyatının yansıra, üslup ve dil sorunları üzerinde ısrarla duruyordu.
Namık Kemal’in gazetecilikteki üretimine bütün olarak bakıldığında, ele aldığı konuların çeşitliliği bir yana, bazı temalar ve bazı düşünceler üzerinde tekrar ve tekrar duruşuna hayran kalmamak elde değil. Büyük bir bölümü Kemal’in ve onu izleyenlerin arkasından koştukları aynı reformcu idealdir ki, bugünkü Türkiye’nin kimi anahtar değerlerine kaynaklık etmiştir.
Nedir bu anahtar değerler? ilerleme, özgürlük, adalet, vatan ve henüz ilmi bir biçimde dile getirilen ve bir temsili rejim kurmaya yönelik olan demokrasi: Osmanlı entellijansiyasının o tarihe kadar henüz pek işitme fırsatını bulamadığı kavramlardır bunlar; Namık Kemal işte bu ses getiren kelimelerden hareket ederek, kendi düşüncesini dokur ve alevli nesrinin bayrağını açar, dalgalandırır.
‘İnsanın hak ve maksadı yalnız yaşamak değil, hürriyetle yaşamaktır‘
Özgürlüğü yüceltme, onun gözde temalarının başında gelir. Böylece, sürgündeki Genç Osmanlıların yayınladıkları başlıca gazeteye, Fransız Devriminin dünyaya ilan ettiği özlü formülün ilk kelimesini -hem de övünerek- ad olarak vermeleri hiç de rastlantı değildir. Namık Kemal, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin büyük ilkelerinden birini ele alarak, kendi kuşağındaki aydınlar arasında ilk kez üstüne basa basa, insanın özgür doğduğunu ve bu özgürlüğün onun için “bir besin kadar gerekli olduğunu” söyledi.
İbret‘deki ünlü bir makalede Abdülaziz rejiminin aydınlar üzerindeki baskısını daha da arttırdığı bir sırada yayımlanmış olan bu yazıda, çok daha açık olarak şunları ilan etmekte tereddüt etmiyordu: “İnsanın hak ve maksadı yalnız yaşamak değil, hürriyetle yaşamaktır.”
Bu özgürlüğe Namık Kemal, tanrının bir armağanı olarak bakıyordu.
Ne var ki, her insanın temel haklarına ve onlara paralel olarak kanun önünde eşitliğe saygıyı güvenceye bağlayacak biçimde yasalar koymak topluma ve daha da açık olarak, sosyal yapıyı taçlandıran devlete aitti. Namık Kemal’in katıldığı gazetelerde özellikle de İbret‘te, bu adalet kavramı ile yasama alanında iktidarın rolü konusunda çeşitli gelişmeler görüyoruz.
19. yüzyılın bu 60’lı ve 70’li yıllarında, bir Osmanlı aydını için Namık Kemal’in kıratında da olsa, Şeriat’ten bağımsız, tamamıyla dünyasal bir hukuk düşünmek kuşkusuz henüz pek erkendi İbret‘te yayımlanan makaleler okunduğunda, açıkça görülüyor ki, dinden sıyrılmış yasalar düşünmek, İslam kültürüyle yoğrulmuş bir kafa için güçtü. Ama Namık Kemal, gelecek kuşakların yararına, hiç olmazsa şunu –hem de büyük bir güçle – söylemesini bilmiştir. Modern bir toplum keyfilik ve adaletsizlikle uyuşamazdı; herkesin tanıdığı ve mevki ya da etnik ve dinsel kökenine bakılmaksızın herkese uygulanan genel kurallar toplumun işleyişini düzenlemelidir.
İnsanın hak ve maksadı yalnız yaşamak değil, hürriyetle yaşamaktır.
Namık Kemal
Namık Kemal, hukuka saygılı bir devlet için, savunmalarında, bilerek İslam’a dayanıyorduysa; devlette tam bir kuvvetler ayrılığını kurmak ve Türkiye’de topluma özlemlerini dile getirme olanağı sağlayacak bir anayasa rejimi söz konusu olduğunda, İslam’a daha da büyük bir ısrarla başvuruyordu.
Namık Kemal’in militan anayasacılığı
İslam kurumları içinden meşveret, yani topluma danışma kavramını alırken, İbret‘in başyazarı, şunu söylemekte tereddüt etmiyordu: Bir temsili yönetim düşüncesi Osmanlı örfü içinde zaten vardı; modern bir devletin gereklilikleriyle tam bir uyum sağlamak için bu düşünceyi alıp yeniden hayata kavuşturmalıydı. Ancak, bu geleneğe dönüş perdesinin arkasında saklanan neydi? Mutlakıyeti kaldırmak ve liberal bir programı yürürlüğe sokmak.
Gerçek sorun buydu ve anayasal bir monarşi, böylesi bir programın temel direklerinden biriydi. Namık Kemal’in kafasından geçirdiği modelin örneği de vardı: Bu 3. Napolyon’un Fransa’ya verdiği İkinci İmparatorluk anayasasının rejimi idi. Bu rejim otokratik iktidarla, çeşitli biçimlerde oluşan temsili organların meydana getirdiği nazik –ve bir bakıma dayanaksız – bir karışımdı.
Örneğin Amerikan Anayasası gibi daha radikal sistemleri bir yana iterken Genç Osmanlıların ideoloğu, kartını pek açıktır ki ilmi bir rejim lehine oynuyordu. Ancak şurası da bir gerçekti; Namık Kemal’in militan anayasacılığı, gerçi birkaç yıl sonra ilk Osmanlı Anayasasının ilanıyla eserini ortaya koyacaktı, ama öte yandan alt üst oluşlara da yol açacaktı. Bunun mantıki sonucu ise Osmanlı monarşisinin zayıflaması hatta yok olup gitmesiydi, bu gelecek ise daha o zamandan gözle görülür durumdaydı.
Namık Kemal’in İslam geleneğine yaslanmak istemesine rağmen, Batı dünyasına gözlerini dikişi, sadece siyasal doktrin bakımından değildi. Batı dünyasında özellikle iki ülkeye, içinde yaşadığı ve filozoflarının arkasından gittiği için yakından tanıdığı iki ülkeye, Fransa ile İngiltere’ye, başka konularda da dikkat kesilmişti. Kemal’in bütün gazetecilik ürünü, Avrupa’nın ve onun dünyaya sergilediği uygarlık modeli ile büyülenmiştir.
Bu bakımdan onun, Batı’nın hemen her şeyine özlem duyduğunu göstermek için, “İstikbal“; “Terakki“; “Medeniyet” gibi –adları bile çok şey ifade eden – bazı makalelerini okumak yeter. Neydi Batı’dan özledikleri? Aile modeli, teknik ilerlemeler, bilim, eğitim sistemleri, pozitif düşünce, iktisadi liberalizm, yaşayış biçimleri. Genç Osmanlı düşünürleri arasında yeni değerlere bağlanışı en ileriye götüren ve böylece, Avrupa, daha da genel olarak Batı dünyası hakkında duyduğu dayanılmaz ilgiyi dünün ve bugünün Türk entellijansiyasına telkinde en ileriye varan “belki” Namık Kemal oldu.
İlerleme düşüncesi ile dini uzlaştırma konusundaki ısrar
Ancak, onun düşüncesine özelliğini veren ve onu Cumhuriyetin ilanının ertesinde aynı Batıcı ideale dört elle sarılan aydınlardan ayıran şey şudur: Namık Kemal’de Batı’ya olan büyük hayranlık, İslami bağlılıkla tam bir uyuşma içindedir. Ernest Reuan’a Doğu’daki çöküşün kaynağı olarak dini gösteren herkese karşı yüksek sesle şunu ilan etmekten hiçbir zaman geri durmadı: İslam düşüncesi bilime, teknik ilerlemeye, örflerin gelişmesine, siyasal rejimdeki değişmelere karşı değildir. İslam yeniden doğuşun araçlarını kendinde taşımaktadır. Ve bu araçlar pek az yürürlükte de olsalar, Batılı modernliğin zafere ulaşmasını kolaylıkla sağlayabilecek durumdadırlar.
Uzun bir süre, katıksız bir batılılaşmanın havarilerinden biri olarak görülmüş olan Namık Kemal, ilerleme düşüncesi ile dini uzlaştırma konusundaki bu-ısrarlı- kaygısı dolayısıyla, aslında bir sentez adamıdır. Bu sıfatla o, bugün İslami değerleri çağdaş Türkiye’ye temel hizmetini görecek kavramlar birikiminin arasına yeniden katmayı teklif eden reformcu Müslümanların bir öncüsü gibi görünüyor.
İbret‘deki ilk başmakalesinin de gösterdiği gibi, şu da akla gelebilir: Namık Kemal’in –Batı’nın “Milletler Birliği’nin panzehiri olarak görülen ve İslam kardeşliği üzerine kurulan – “Doğu dengesine” duyduğu özlemlerle bugünkü çeşitli görüş gruplarının çabaları arasında bir yakınlık pek ala düşünülebilir. Nitekim bugün bu gruplar Türkiye’yi Müslüman dünyaya yaklaştırmak için böyle bir çaba harcıyorlar ve bu Batı’nın büyük güçleriyle siyasal, kültürel ve iktisadi bir çizgide bulunmaktan kaçınmak için gerekli görülüyor.
Namık Kemal’in –ve onun yansıra, öteki genç Osmanlı aydınlarının – geliştirdikleri düşünceler birçok çağdaş düşünce akımlarını beslediler. Hareketli yaşamı, kültürü, eğitimi, felsefi anlayışı bakımından Namık Kemal’in, çeşitli yolların kavşak noktasında bulunması da, mirasçılarının çoğalmasına yardımcı olmuştur kuşkusuz.
Devrimci düşünür yanıyla ilgili olarak bütün bu söylediklerimizi bir yana bırakalım; Namık Kemal, aynı zamanda bir üslupçu da oldu. Türk dilini arılaştırma yolunda nice yazar kuşağının tutkuyla sürdürdükleri çabadan sonra, bugün, Namık Kemal’in cümlesi ağır süslerle boşu boşuna yüklü gibi görünebilir. Ancak makalelerinin yayımlandığı devri getirelim gözlerimizin önüne.
Okuyucularını tezleriyle kazanmayı bilen bir gazeteci
O zaman, yazısının düşünceleri kadar yenilikçi olduğu görülecektir. Bu yazı kullandığı sözlük ve nahvi bakımından görece bir yalınlık içindedir. Daha o tarihlerde bugünkü edebi Türkçeye pek yakın hissederiz kendimizi. Öte yandan, Namık Kemal’in gazeteci dilini kullanmaktaki ustalığına bakıp hayran olmamak da elde değildir.
O devrin Fransız gazetecilerinin gözde birtakım alışkanlıkların alıp, hitabet olanaklarını alabildiğine çoğaltıp; onları ünlemler ve soru işaretleriyle dokur ve gerektiğine inandığında da tekrarlar, takviyeler ve imgelere başvurarak top ateşi açar.
Bütün bu ifade araçları, genel olarak açık ve aydınlık bir düşüncenin hizmetindedirler. Namık Kemal’de birkaç anlama gelebilen, anlaşılması güç, hatta tutarsız durumlarla da karşılaştığımız olur. Zamanla sınırlı ve hızlı çalışmaya mahkûm her gazetecinin alın yazısında bu da vardır.
Ne var ki, aslolan bu değildir. Olabildiğince çok sayıda insan tarafından okunma –ve anlaşılma – kaygısını taşıyan Kemal’in hedefi, her şeyden önce aydınlık olmak ve inandırıcı olmaktır. İnandıra bilmek için de, kimi zaman şemacılığa düşme tehlikesiyle karşılaştığı ve hükümlerini aralarındaki ince farklara dikkat etmeden bir araya getirip yığdığı olur. Ancak, iyi bir gazetecilikte bunlar da vardır.
Evet, Namık Kemal iyi bir gazeteciydi. Üslubu parlak, zengin ve okuyucularını tezleriyle kazanmayı bilen bir gazeteci. Ne var ki, yetenek, tehlikeleri de beraberinde taşır; bunun gibi düşünce sahibi olmanın da tehlikeleri vardır. Hem yetenek hem de inançları alabildiğine zengin olduğu içindir ki, Namık Kemal olgunluk yıllarının büyük bir bölümünü sürgünde geçirdi. O, bu bakımdan da günceldir.