Share This Article
Röportaj: Abdi İpekçi
Abdi İpekçi – Haldun Bey, sanat alanında çok renkli bir kişiliğiniz var. Değişik türlerde başarılı örnekler sundunuz. Fakat son iki, üç yıldır Türk sanatına tiyatro alanında bir yenilik daha kattınız. Yanılmıyorsam kabare tiyatro türünü Türkiye’ye ilk defa siz getirdiniz. Nedir bu kabare tiyatro türünün özelliği?
Aktualiteyi kovalayan, aktüel hadiseleri alan ve onu sahneye taşlama şeklinde getirip yansıtan bir türdür. Fransa’da 1800-1881’de başlatıyorlar, Chat Noir adı bir küçük lokaldence sanatçıların kendi aralarında birbirlerini eğlendirmeleri için böyle bir düzen düşünülüyor. Bir besteci, bestelediği bir şansonu okur, bir karikatürist yaptığı bir resmi getirir ve bir başkası küçük bir anektod anlatır. Yani sırf sanatçıların kendi kendilerini eğlendirmek için yaptıkları bir türden çıkıyor bu. Arkasından lordlar, aydınlar, entellektüeller oraya gelmeye başlıyorlar. Aristide Bruant bu kabare konferans türünün babası sayılıyor.
Aristide Bruant son derece kalender bir adam. Şarkı söylüyor, espri yapıyor, oraya meraktan gelen insanlara da bir yandan seyirci olarak tahammül ediyor, bir yandan da onlara takılmaktan geri kalmıyor. Daha sonra bunu 1901’de zannediyorum Almanlar takip ediyor. Bu kabarelerin daha sonra büyük rejisörleri, büyük aktörleri ve hatta bazı yazarları sahneye çıkıyorlar.
Kabare tiyatrosunun aynı karakterde ortaya çıkışı elbet çok eskilere, M.Ö. 8’inci yüzyıla uzanıyor. Hipponaks‘ın ilk komik-eposları, Pallophorların, Komos korolarının yoldan geçenlere sataşması, hep kendine günlük hayattan canlı, yaşayan örneklerden konu seçici kabare tiyatrosu çizgisinde tutumdan, gezici korosuyla köy köy gezip, herkese, bu arada ünlü devlet adamı Solon’un da nükteli laflar atan Thepin, yahut Olymp dağını tanrısal kişilerini güldürülerine alan Epichorm ve nihayet gerek canlı kişilere ve aktüel olaylara komedyalarında doğrudan doğruya değinen Aristophones de kabare türünün babası sayılabilirler.
Taner, 1973 yılında Milliyet gazetesinin toplantı odasında. Abdi İpekçi ile…
‘Kabare dendiği zaman bir tek tür gözünüzün önüne gelmesin’
Affedersiniz, bu tür aktüel, olaylar üzerine kurulduğuna göre, kalıcılık bakımından bir sakınca yaratıyor mu?
Tabi bu tür için zaten “Yedinci sanat” deniyor. Yani öbür sanatların dışında kalan bir sanat çeşidi. Ama bu geçici bir şey sayılmamalı. Meselâ Yunanistan’da böyle bir tiyatro oyununu göz önünde tutalım. O devirlerin “kabaretist” diyeceğimiz insanları, o devrin yazarlarından bir tanesi, meselâ Heraklit’in felsefesini alaya alıyor. Filozof Heraklit o devirde çok aktüel bir adam. Her şey akıcıdır, dünya sonsuz bir değişmedir, insan aynı nehre iki kere giremez. Bu öğretisini anlatırken, devrin komedi yazanlarından biri oyun yazıyor. Bir adam borç para almıştır, senet imzalamıştır, vâdesi gelince senedini ödemiyor. Gerekçe olarak da diyor ki, “Ben sizden o borcu aldığım zaman, başka ‘ben’dim, arada değiştim” diyor.
Şimdi normal felsefenin günlük olaylara bir felsefe olayını alaylı bir şekilde yakıştırmak, uygulamak ve devrin de çok tanınmış, tutunmuş bir filozofunu bu şekilde başka bir açıdan sunmak. Orada küçültme yok. Yalnız o felsefenin günlük hayata uygulamasının bir alayı var.
Nitekim bunun bir paralelini bugün Almanya’nın en kaliteli kabarelerinden biri olan Das Kommercin’de görüyoruz. Bu kabare tiyatrosuna gidip de zevk alabilmek için onun oynadığı oyunlardan muhakkak ki önceden bazı şeyleri bilmek lazım. Meselâ, Jean-Paul Sartre’ın felsefesini bilmek lazım. Heidegger’in felsefesini bilmek lazım. Heidegger’in felsefesinin parodisini çıkaran bir tiyatronun tadına varmak için bu felsefeyi bilmek lazım. Entellektüel bir seviyeye gelmiş olmak lazım. Oyuncuların da, yazarların da, bestecinin de…
Şimdi sizin buyurduğunuz, acaba bu aktüele yöneliş, geçicilik verim, tabii aktüele yöneliş tarzına göre değişen bir şey. Düpedüz aktüel bir olaya, bir skandala eğildiğiniz zaman bu olay bir gün kıymetini kaybederse, bir eser onunla beraber değerini kaybediyor. Ama bazen yönelen aktüel olay bütün insanlık için geçerli, evrensel ve uzun vadeli bir olay ise, meselâ yukarıda anlattığımız Heraklit‘in felsefesine hem aktüelde, hem devamlı olabilir.
Fakat doğaldır ki, piyesler ve romanlar için de bu olasıdır. Yani onlar da günün aktüalitelerine dokundukları zaman, meselâ derler ki, Henrik Ibsen‘in “Ortaklar” piyesi, bugün geçerliğini kaybetmiştir. Çünkü buradaki oyun kahramanı, babası hovarda bir adammış, kendisi de hastalanır, frengi olur. Frengili bir insanın çıldırmasıyla biter oyun. Bugün frengi artık yok edilmiş bir hastalıktır. Şimdi bugün antibiyotiklerle yok edilen bir hastalığın böyle bir trajedi yarattığını gösterdiğiniz zaman seyirciye, bunu demode, eski zaman piyesi olarak görür.
Nitekim, bugün aşk bambaşka bir yön almıştır, tamamen seksin de tesiriyle… Yeni yayıncılığın da etkisiyle, insanlar aşka, eski romantik bakışlarını kaybetmişler, daha bilimsel, daha realist, daha gerçekçi bir açıya yaklaşmışlardır diyelim. Orada da meselâ bir Kamelyalı Kadın (La Dame au Camelia) bugün o zamanki mevcut aşkların içinde mevsimi geçmiş, demode bir his vermektedir.
Bütün mesele, konuya yaklaşım tarzına bağlı. Ve bu kabarenin de çeşitli tarafları var. Bu yelpazenin bir tanesi, kuru kuruya aktüele yapışıyor diyelim. Öbürü çok geçerli, insani zaaflar üzerinde, bütün insanlar için geçerli.
Biçim ve tutum bakımından da çeşitli bir yelpaze yine. Kabare dediğimiz zaman eğlendirici, sırf güldürücü kabare. Fakat tam yelpazenin öte yanında kışkırtıcı kabare var. Yani kabare dendiği zaman bir tek tür gözünüzün önüne gelmesin. Kabare dendiği zaman çeşitli açılardan, çeşitli biçimlerden bir konuya yaklaşmak gözünüzün önüne gelsin.
Bugün, Almanya’da eski tarz kabareyi, güldüren kabareyi, güzel vakit geçiren kabareyi tamamen inkâr eden çok acı, güldürmeyen, fakat seyirciyi adeta yumruklayan, çimdikleyen, iğneleyen, rahatsız eden türe gidiş de var. Kabare tiyatrosunun çok iyi bir temsilcisi, Almanya’da bir de belge kabaresi, belge tiyatrosu sadece belgeleri koyarak bir kabare yapmak eğiliminin mevcut olduğunu söyledi.
Almanya’daki Heidelberg Üniversitesi’nde iktisat okuyan Taner, sonrasında Türkiye’ye dönerek İstanbul Edebiyat Fakültesi’nden mezun olmuştu. Daha sonra Viyana Tiyatro Enstitüsü’nde tiyatro alanında eğitim alan Taner, çeşitli dergilerde yazılar yayımladı.
‘Kabare bir hücum tiyatrosudur’
Haldun bey, bu açıklamalarınız, sormaya hazırlandığım bir soruyu kendiliğinden ortaya getirdi. Çağdaş devirde, kabare tiyatro türünün durumunu sormak istiyordum. Yayılmış mıdır? Dünyaya ve ne gibi gelişmeler göstermiştir? Bu gelişmelerin bir kısmını şimdiye kadar açıklamış oldunuz.
Bugün hiç bir Avrupa başkenti düşünülemez ki, içinde bir kabare tiyatrosu olmasın. Kabare tiyatrosu, içinde bulunduğu ülkenin tolerans derecesini gösterir. Kendi kendisiyle ne dereceye kadar alaya tahammül ediyor?
Çünkü kendi kendisiyle alaya tahammül edememek, medeniyet, bilim, felsefe, daima tolerans içinde, hoşgörüye ve kendisinin yanılabileceğini, kendi kendini alaya alabilme hassasiyetine ayrı bir önem vermiştir. Bu da olgunluğun bir sonucudur. Onun için bazı ülkeler olgun olamasalar bile, sırf “biz kabare tiyatrosuna tahammül ediyoruz; o halde gelişmişlik düzeyine ulaştık” diyebilmek için, kabare tiyatrosunu bilhassa teşvik bile eder.
Ben çeşitli ülkelerde, şu veya bu fırsatla dâvet edildiğim zaman, daima ilk gittiğim yer kabare tiyatroları oluyor. Çünkü bir memleketin nabzını, halkının o memleketin yöneticilerine karşı olan sevgisini, reaksiyonunu ve hatta bazı ikazlarını orada dile getirildiğini görüyorum. Yani orada muzip, zeki, cevval zekâlı yazarların, oyuncuların, müzikçilerin ve seyircilerin âdeta bir sohbetleri içine dalıyorum. Demin dediğim gibi, o memleketin nabzını orda hissediyorum.
İspanya gibi ülkelerde de var mı?
Efendim, diktatörlükle yönetilen ülkelerde de tabi kabareler var. Fakat bunlar kabare dediğimiz sanatın dışında bir şey oluyor. Çünkü kabare bir hücum tiyatrosudur aslında. Bir taşlama tiyatrosudur… Dalkavuk bir adam kabareci olamaz. Kabareci biraz yürekli olacak, muhalif olacak, ama karşı olmak için karşı olmayacak. Muhakkak ki, şurada burada aksaklıklar olacak. Onlara parmak basmak yürekliliğini de gösteren bir adam olacak.
Gündelik sorunlara da parmak basma, ölçüsüzlüklere karşı, ölçüyü getiren bir alay mesafesi. Yani bir hadiseye gülerek bakmak, alaya alarak bakmak. O hadiseye mesafeli bakmak demektir. O hadisenin içinde haşır neşir olmuş, o hadisenin içinden dışarı çıkamayan insanlara başka açıları hatırlatmak demektir; yanı uyarı demektir. Bunu tabi İspanya gibi memleketlerdeki kabareler kolay yapamıyor.
Türkiye’deki deneme bu bakımdan bizim nerede olduğumuzu göstermesi dolayısıyla çok enteresan. Nasıl bir sonuç aldık?
Türkiye’de buraya yabancı yazarlar, sanatçılar geliyor. Bunların ilk uğrağı bizim kabare oluyor. Çünkü onlar da benim gibi düşünüyorlar. Bir klasik tiyatrodan çok, kabare de o memleketin nabzını anlamaya çalışıyorlar. Ve bizim orda yaptığımız tenkitleri, yürekli buluyorlar.
Yürekli bulduklarından başka, diyorlar ki, bu tenkitleri burada yapmanız, rahatlıkla yapabilmeniz memleketinizde belli bir tolerans ölçüsünün mevcut olduğunu gösteriyor, diyorlar. Ama bu ölçü beni tatmin etmiyor şahsen. Ben buradaki ölçüler içinde bir kabare tiyatrosunda çalışıyorum.
Yani burdaki ölçüleri aşmadan çalışıyorum. Çünkü bu, orada çalışan insanların da bir tiyatrosudur. Keyfimce istediğim şeyi yapamam. Ben burada yapılabilenin ölçüsü içinde bir uyarı vazifesini yapmak istiyorum. Bu meşhur Horaks’ın Yazma Sanatı adlı eserindeki hoşlandırarak, güldürerek öğretim ilkesine uygun bir tiyatro oluyor. Kışkırtı tiyatrosu, hücum tiyatrosu…
‘Benimle alay etmişsiniz, tebrik ederim!’
Haldun bey, oyunlara, kendilerine takıldığınız, taşladığınız yöneticilerden gelen kimseler oldu mu şimdiye kadar?
Oluyor efendim. Bakınız reaksiyonlar şöyle oluyor: Gelen insan kendisinin yahut kendi benzerinin orada bir hicvinin, bir taşlamasının yapıldığını görünce, ya genellikle arkasına bakıyor. Yani, “bu ben değilim de, kim kastediliyor” der gibi… Hiç üzerine alınmıyor. Bu bir tutum.
Yahut, “Bu benim; o halde herkes benim reaksiyonuma bakacak” diyor içinden. Ardından, “Ben medeni bir insanım. Bunu gayet rahatlıkla alırım diyor” ve sonunda alkışlıyor. Hatta kulis arasında geliyor, “Benimle alay etmişsiniz ama ince alay etmişsiniz. Kaba bir şaka değil, tebrik ederim!” falan diyor.
Öfkelenen olmadı mı şimdiye kadar?
Her halde evlerinde öfkeleniyorlar. Fakat belki öfkelenecek olanlar da vardır. Genel olarak öfkelendiğini bize bildiren olmadı. İki hatıram var: İsrail’e gitmiştim. İsrail’de çok kabareler var. Dünyanın en iyi kabare müzikçileri bir kere İsrail’de yetişiyor.
Bir oyun üzerine bir milletvekili İsrail parlamentosunu birbirine katmış. Demiş ki, “bu oyunu gittiniz gördünüz mü? Rezalet! Bizim parlamentonun manevi şahsiyetine hakaret ediyor bu oyun. Arkadaşlar bunu yasaklamak lazım.” David Ben-Gurion o zaman başbakan, “Gidip bir de ben göreyim” demiş. İki üç akşam sonra gitmiş. Ertesi gün de kürsüye çıkmış, “Arkadaşlar bahsettiğiniz oyunu gördüm. Çok ince bir alay. Bunu yasaklamak şöyle dursun, televizyondan bütün yurda yayılmasını isteyeceğim” ifadesini kullanmış.
Şimdi bu bir tutumdur. Böyle söyleyen bir başvekil, alayı kaldırabilecek, şakayı kaldırabilecek başka yanları olduğunu gösterir. Orada, o kadarcık şaka ile, o kadarcık hicivle, o kadarcık taşlama ile sarsıldığını hissederse bir adam, her halde kendi gücü için iyi bir izlenim, iyi bir not bırakmaz.
Bir başka hatıram ise, yine İsrail’de iken şöyle oldu; bu söylediğim çok eski; Moşe Dayan’ın kızı Yel Dayan o zaman yeni parlayan bir romancı idi ve kendisine “yakın doğunun Sagan”ı (Françoise Sagan) diyorlardı. Birden şöhrete ulaşmış bir isimdi. Çalışmaları bütün dillere çevriliyordu. Yurttaşlar ise bu ani parlamayı biraz ölçüsüz biraz da adaletsiz buluyorlardı. Babasının siyasal konumundan yararlanmış gibi geliyordu onlara.
Gittiğim bir kabarede, Yel Dayan‘ın evde ana-baba kavgalarını nasıl not edip de roman yazdığı anlatılıyordu. Yel Dayan‘la birlikte seyrediyorduk bu skeci. Ben göz ucumla hep Yel’e bakıyordum. 20 yaşında bir kızcağızdı o zaman. Yani hislerine hakim olamama yaşıdır. Ona rağmen dişini sıkıyordu; hiç belli etmiyordu. Karanlık da olduğu için de sarardığını belli etmiyordu. Oyunu sabırla sonuna kadar seyretti, bir yerde kızıp da çıkmadı. Oyun bittikten sonra gerçi sahne gerisi ne gitmedi ama alkışladı. Çünkü herkes bana bakıyor hissi yok mu? Orada bir poz yapmak lazım. O pozun da müsbet olması lazım. İşte yani aşağı yukarı bu oluyor. Yani kızanların tepkisi…
‘Çocukların gülmediği memlekette nasıl komedi yazarsınız?’
Nereden aklınıza geldi ve nasıl teşebbüs ettiniz bu işi Türkiye’ye getirmek için?
1955’de Viyana tiyatrolarında staj yapıyordum. Bu arada kabarelere de gidiyordum. Kabarelere gitmek yaradılışıma uygun geldi. Galatasaray’da iken her sınıfta bir-iki tane muzip talebe vardır. Hocanın tekerleğine baston koyar, espriyi espri ile karşılar veya yahut arada bir laf atar sınıfı güldürür. İşte ben o çeşit bir talebesi idim sınıfımın. Yani arkadaşlara takılan, şiirler yazan…
O bakımdan çok kendini yüksekten alan, çok ciddi havalar yaratan, yücelik peşinde koşan insanların balonunu patlatmaktan hoşlanırım. Bu benim yaradılışım. Baktım bu kabare türü bu yaradılışıma uygun geliyor ve ben kabarelerden çıkmaz oldum. Ve Türk arkadaşlarımı da alıştırmak için oralara götürürdüm. Tabi, klasik tiyatronun yanı sıra bir hobi olarak… Alışkanlıktan gelen bir şeyle bu tarzın ülkemde de yapılması gerektiğini düşündüm.
Çünkü, Türkler mizahı seven bir millet. Türk insanının, filozofik diyebileceğim bir mizahi tutumu var ki, zaafını, sefaletini ve her şeyini bu mizah zenginliği ile telafi ediyor. Halk, Nasreddin Hoca, İncili Çavuş vs. gelen örneklerini orda gördüğümüz, Bektaşi’lerden gelen böyle kalender bir filozof mizahımız var.
Haldun Taner, 1973 yılında Klaus Barisch’in objektifinde…
Kahvelerde, evlerde hazır cevap insanları takdir ediyoruz. Fakat, hayatın içinde asık suratlı insanlarız, bu da belli şartlandırmaların sonucu. “Ağır otur da molla desinler” gibi bir halimiz var. Resim çektirirken bile yüzümüz gülerken kasılıyoruz. Nasıl daha ciddi daha büyük adam olduğumuzu sanıyoruz? Oysa ben şahsen asık insanın küçüldüğüne inanıyorum. Yani insan güldüğü zaman kendi özüne daha iyi geliyor gibi geliyor bana. Çünkü daha kozmik bir yanı, daha güneşli bir yanı var insanın bu gülme halinde. Asık yani, adaleleri asık, kaşları asık, yüzü asık, sözleri asık… Her şeyi asık oluyor asık insanın! Güler yüzlü insan az.
Buraya Fransızlar geldi. Bana, “ne yapıyorsun?” diye sordular. “Komedi yazarıyım” deyince, “Siz deli misiniz bu memlekette çocuklar gülmüyor!” dediler. “Çocukların gülmediği memlekette nasıl komedi yazarsınız?” dediklerinde ben onlara, “Yüzleri gülmüyor, onların içleri güler ve güldürüldüğü zaman çok iyi gülerler. Sizden daha iyi gülerler…”
Şimdi diyeceğim şu; bizim millet gülmeye teşne, balonları delmeye teşne, bizim millet içinde birtakım röfulmanları (bilinçten bilinçdışına bastırma işi) söz haline getirip ortaya boşaltacak birinin esprisine gülmeye hazır… Bunu verdiğiniz zaman rahatlıyor, bir nevi boşalıyor. Bunu hissettim ve 1962 yıllında o sırada Adalet Partisi yeni kurulmuştu. Sayın rahmetli Gümüşpala (Mehmet Ragıp) durmadan beyanlar veriyordu.
Louis’lerin sayısını şaşırıyordu. (!) XIV. Louis,yerine falan diyordu. Çok muhterem ve sempatik bir kişilikti. Sonra biliyorsunuz, 27 Mayıs geldi ve bir takım böyle icraat sırasında bir de “147’ler problemi” diye bir problem çıkmıştı. 147’lerin ne olduğunu anlayamamışlardı. Gerekçe yoktu, niçin atılmışlardı? Sağcısı vardı, solcusu vardı, Kurtçusu vardı suçlamada. Tabi hiç kimse bilmiyordu kendisine ait suçlamaları, söylenemiyordu. Bir de bu mesele aktüeldi.
Bu iki meseleyi kalemime takıp beş altı skeç yazdım. Bir de gecekondular problemi vardı. Gecekondulardaki insanların özlemlerini belirttim. O Sırada Gen-Ar diye bir kulüp vardı. Bir takım açık oturumlar yapılıyordu. Ben o kulübün maaşlı kültür müşaviriydim. Bundan istifade ederek Gen- Ar’da bir kabare tiyatrosu denemesine 1962’de giriştim. Bu deneme için de şehrimizin buna en yatkın adamlarını topladım. Turgut Boralı, Erol Günaydın, Nüvit Özdoğru, Suna Pekuysal ve Barhan Yıldızoğlu gibi…
Bu arkadaşlarla “Bu Şehr-i İstanbul” adıyla işte bu söylediğim konuları işleyen arkadaşlar için bir oyun yazdım. Atilla Berkman diye de bir piyanist buldum ve ilk defa sahneye 1962 yılının mayısında çıktık. Haftada bir dört oyun oynadık. Çünkü söylediğim arkadaşlar başka tiyatrolarda çalışıyorlardı. Fahri olarak benim işime katılmışlardı. Bu arkadaşlarla yaptığımız oyun çok büyük sükse yaptı. Basında çok büyük bir destekle karşılandı.
Türkiye’de böyle bir şeyin bir gedik açacağını o zaman daha iyi anladık ve bunu daha sürekli bir tiyatro haline getirme plânı, bu denemeden sonra daha kuvvetlendi. Böyle kendi kendime not defterime, yarın öbür gün böyle bir kabare tiyatrosu açsam kimleri alırım tiyatrocular içinde diye yazdım. Çünkü kabare oyunculuğu ayrı nitelik ister.
Ne bakımdan?
Normal tiyatroda bir rol vardır. Bu rol işine uzun provalarla girerseniz, bu rolü artık siz kendiniz o rolle kendinizi bir sayarsınız ve bu rolün bir kere çizgisini bulduktan sonra artık her akşam tekrarlarsınız. Bu tek roldür. Birinci perdede şöyle söyler, ikinci perdede şöyle şöyle yerlere çıkar. Üçüncü perde de şu gelişme ile biter.. Halbuki, kabare tiyatrosunda her kişi, küçük küçük skeçlerin her birinde ayrı ayrı kompozisyonlar yapmak zorundadırlar. Birinde bir ihtiyar olan, öbüründe bir çocuk rolüne de geçebilir. Burada kışı veren, öbür tarafta yazı veren bir oyunda oynayabilir. Bütün bunları nezleli olmadan yapmak lazım. Yani balıklama role dalmak lazım.
Sonra, kabare tiyatrosu oyuncularının bir özelliği de, çok hızlı oynamalarıdır. O kadar hızlı oynayacaksınız ki, iki dakikada bir patlayan espriler, eminizce serpilir. Ben espri yapıyorum bakın, nasıl yaptım? Öbür tiyatrolarda öyledir; “Espri yapacağım dikkat edin, espri yapıyorum. Yaptım, nasıl beğendiniz mi?” Burada esprilerin hepsi yapılır atılır, yapılır atılır. Yani bir espriden öbür espriye vites değiştirilir gibi geçilir.
Günlük gelişmelerden aldığınız ilhamla?
Meselâ biz burada, Başvekil üç ayrı kriz geçirse günü gününe oyunun içine sokuştururuz.
Ama bu da daha önceden kararlaştırarak…
Daha önceden umumi hadiseleri takip etmek zorunda olanlar tarafından yapılır, provası edilir ve o akşam birden bire sahnede gelmiş gibi verilir. Böylece seyirci de bak günü gününe bu işi takip ediyorlar der. Yalnız bugün olan hadise tiyatroda verdiğiniz zaman reaksiyon alamıyabiliyorsunuz.
İsterseniz kaldığımız yere dönelim. 1962 de bir deneme yaptınız. Bundan başarılı sonuç aldınız, sonra ne oldu?
Ben klasik tiyatro için yazmaya devam ettim. 1967 yılında dört genç arkadaş bana geldi ve dedi ki, “Biz bir tiyatro kurduk Anadolu’yu geziyoruz. Bize bir piyesinizi verir misiniz?” Ben de, “Anadolu’da turne tiyatrosu kurup gezmek çok iyi bir şey ama, ben görüyorum ki yıpratmış sizi bu. Bunu yapacağınıza, gelin başka türlü bir şey yapalım” diye bir öneri ortaya attım.
“Ne yapalım?” dediler. Kabare tiyatrosu… Kabare tiyatrosunun adını dahi bu arkadaşlar duymamışlar. “Nedir?” dediler. Anlattım… İstanbul veya başkentte kurarsak çok başarılı bir iş yaparız. Bir boşluğu doldurarak, güldürerek, eğlendirerek bir uyarıda bulunabiliriz. Öbür işlerimizin yanında böyle bir tiyatromuz olsun, iyi olur. Bu arkadaşlar dediler ki, “Biz bunu becerebilir miyiz?”
Hani o yarın öbür gün tiyatro açsam kimleri alırım diye koyduklarımdan iki tanesi de bu grubun içinde… Onlara dedim ki, “Ben zaten böyle bir şey yaparsam diye düşündüğüm 80 kişilik listenin içinde siz de vardınız. Ben sizin bunu çok iyi yapacağınız kanaatindeyim. Ben size bir piyes vereyim.”
Onlara, Vatan Kurtaran Şaban adlı piyesimi verdim. Zaten bu piyes, bir gün böyle bir tiyatro kurulur diye yazılmıştı. Bunu oynamayı teklif ettim. O arkadaşlar da beni mahçup edecek kadar bana saygı duyuyorlardı. Bu tiyatronun adına da Taner Tiyatrosu olsun dediler. “Hayır” dedim bu tiyatronun adı Devekuşu olmasını önerdim. “Devekuşuluk” başını kuma sokmak, gerçekleri görmemek anlamına geliyor…
“Devekuşu güzel bir sembol; Devekuşu Tiyatrosu olarak kuralım, ben bu tiyatronun sahibi olmayayım. Bu tiyatronun sahibi siz beşiniz olun,” dedim. Dördü sanatçı, biri elektrik teknisyeni olan bu arkadaşlarla bu tiyatroyu kurduk. İlk başlarda arkadaşlar daima tereddüt geçiriyorlardı, biz bunu oynayabilir miyiz, tutar mı, tutmaz mı? Rejisör olarak bu işlere çok yatkın, kabare esprisine yatkın genç bir arkadaş buldum.
‘Estetik kaygı, kabareden çekildiği zaman, kabare çok adileşir’
Bu hiciv, taşlamaya dayandığına göre bu kabare türü, bir takım tepkilere de yol açabilir sanıyorum. Özellikle, Türkiye’de de bir takım sınırlamalar var. Bunlar bir sansür şekline dönüşebiliyor mu?
İzmir’e gittiğim zaman, oradaki yetkililer bana şu pasajlar çıkacak dediler. Fakat İstanbul’da oynadığımız zaman, aynı yetkiye sahip olan yetkililer, piyesi gördükleri vakit bunlar çıkacak demiyorlar.
Sonra biz İzmir’de o sözlere uyarak, o bölümleri çıkardık. Fakat Ankara’da ve İstanbul’da yazdığımız şekliyle oynadık. Ve Ankara’dakine devlet ricali geldiği halde yine bir itiraz olmadı. Türkiye’de yani sansür bir ölçüde olmuyor; kalamıyor bir yerde. Bir yerde sakıncalı görünüyor, diğer yerde sakıncalı görünmüyor. Bu da tabi işin göreceliliğini gösteriyor.
Genel olarak sansür, bizde ve dışarda kabare yazarlarına bir baskı yaptığı olağandır, olabilir. Bir kabare yazarının çok güzel bir anısı var: 1920’lerde yazdığı kabare eserleri, baltalanıyor sansür tarafından. Çok kızmış, ona karışıyorlar, bu na karışıyorlar. Sonunda düzeltiyor, düzeltiyor, tekrar gidiyor. Hayatının sonuna doğru şöyle bir lâf etmiştir:
Ben bu sansürcülere çok minnettarım. Çünkü onlar olmasaydı esprilerimi inceltemeyecektim. Kör parmağım gözüne… Sansürcülerin anlayamayacakları şekilde esprilerimi daha ince hale getirdim ve bundan dolayı eserim kazandı. Aslında en iyi espri sansürcünün anlamayıp, yazarla seyircinin anlaştığı espridir. Bu dereceye ben sansürcüler yüzünden vardım.
Bu sizde de mi oldu?
Hayır bizde olmadı. Kirpiler birbirlerine yaklaştıkları zaman, birbirlerine batarlarmış. Soğuk bir yerde de birbirlerinden uzak durduklarında üşürler, birbirlerinin hararetinden faydalanmak için yaklaştıkları zaman da birbirlerine batarlarmış. Şimdi öyle bir yer var ki, ne yaklaşabiliyorsunuz, ne de uzaklaşabiliyorsunuz. Yani yanınızdakinin sıcaklığını alıyorsunuz, fakat dikeninizi ona batırmıyorsunuz. Buna nezaket diyorlar. Nezaketin tarifini böyle yapıyorlar.
Ben bu tanımı değiştireceğim; iyi nükte çok uzağa gittiğiniz zaman nükte olmuyor. Çok yakına gelip batırdığınız zaman ise kör göze parmak düzeyinde oluyor. Daha doğrusu taşlama oluyor. Bu mesafedeki bir taşlama, olgun bir taşlama oluyor. Yani daha ince bir şey oluyor.
Estetik kaygı, kabareden çekildiği zaman, kabare çok adileşir. Yani ölçüsüzlüğe düştüğü zaman çok adileşir. Ben şahsen, bazen oyuncuların modaya uyarak müstehcen kelimeler söylediğini görüyorum. Buna karşıyım. Yani kabarenin nezih olmasından yanayım. Yani ben gerçek dilden uzaklaşalım demek istemiyorum ama sanat olan her yerde dolayısıyla bir düzeltme vardır. Olduğu gibi hayatı yansıtma yoktur. Kabare’de bu ölçülere dikkat edilmezse kabare çok adiliğe geçebilir.
Haldun bey, kabare tiyatrosunun bu özelliği, kabare tiyatrosunun seyircisinin de birtakım özelliklere sahip olmasını gerekli kılıyor yanılmıyorsam. Belirli entellektüel seviyede bu seyirciyi Türkiye’de bulabiliyor musunuz?
Bu seyirciyi Türkiye’de entellektüeller arasında buluyoruz. 1962’de yaptığım denemede, bizim tiyatromuza gelenler, profesörler, Avrupa’da gittikleri zaman kabare görmüş olanlar ve bazı azınlıklar. Bunlar çok tadına vardılar. Daha sonra biz böyle küçük bir entellektüel çevreye hitap etmeyen, bilhassa büyük kitlelere, mesela yaz turnesine gittiğimiz zaman bir gecede 700 kişiye oynadığımız oldu.
Bugün, bizi 20-25 bin kişi seyretti. Bu kişilerin hepsinin kabare türünün istediği niteliklere ulaşabilmesi için bu havayı solumaları gerekiyor. Sonrasında adeta bu havaya girip kabare türünün tiryakisi oluyorlar. “Başka tiyatroya gitmem” diyen oluyor. Çünkü kestirmeciliği, çevikliği, vuruculuğu, değişikliği, renkliliği var bu tarzın. Gerçekten de sahnede dinamik, çok elektrikli bir oyun var. Baştan sona insanı kavrayan büyük, yoğun bir oyun var. Bu oyunu öbür tiyatrolarda bulamayınca, tiryakisi olup geliyorlar. Gelince de çevrelerine anlatanlar oluyor. Başkalarını oraya kazandıran unsur bu oluyor.
Tıpkı, Carl Ebert Ankara’ya geldiği zamana benziyor. Devlet Tiyatrosu’nun ilk deneme oyunlarının oynadığı zaman, tercüme eserleri pek sevmeyen Ankara’nın yüksek memur sınıfı bu oyunlara alıştırılmak için önce davetler düzenlenmiş ve klasik tiyatroyu onlara tattırmıştı. Nasıl bu kalabalıktan tiyatro seyircisi yetiştirilmişse, biz de aşağı yukarı kabareye böyle bir seyirciyi yavaş yavaş yetiştirdik.
Bugün bu seyirci adedi oldukça büyüktür Türkiye için. Ve ilk defa bunu yetiştirdik demiyelim. Onda olan bir madeni işlettik; onda olan bir madene hitap ettik, geliştirdik. Ve böyle bir şey zaten bizim halkımızda var. Mizah dergilerinden, hicivlerden, halk dilindeki taşlamalardan hoşlanan bir yanımız var. Halkımızda bu yan var. Sadece geliştirmek gerek.
‘Birtakım tedbirler almamız lazım yarın öbür gün seyircisiz kalabiliriz’
Son olarak sormak istediğim bir husus var Haldun bey. Kabare tiyatrosu yer olarak sınırlı, dolayısıyla seyirci sayısı da sınırlı. Bunu dikkate alıyorum. Bir de Türkiye’de özel tiyatroların geçirdikleri maddi bunalımı düşünüyorum. O zaman siz bu maddi sorunu nasıl çözdünüz diye kendi kendime cevaplandıramadığım bir soru ile karşılaşıyorum. Bu sorunun cevabını sizden rica edebilir miyim?
Kabare tiyatroları dünyanın her tarafında küçük salonlarda oynanıyor. 50’den başlayarak en kabadayısı 300 kişiye çıkıyor. Ortalama 170-200 kişiye oynanıyor. Bu oyunun özelliğinden… Biz bizeyiz havasını vermek için. Sigara içiliyor, içki içiliyor ve herkes rahat. Yani dostlar toplantısındayız. Bir muzip dostlar toplantısına gitmiş gibisiniz.
O muzipler bize bir şeyler yapacaklar. Ama kültürel plânda, seviyeli plânda bir şeyler yapacaklar. Biz de katılacağız onlara dost gibi. Şimdi bu atmosfer ancak küçük bir salonda gerçekleşebilir. Küçük salonda yapılınca buyurduğunuz gibi, gelen seyirci sayısı da düşecek. Dolayısıyla gelirler de… Kabareciler buna karşılık kadrolarını küçük tutuyorlar. Üç kişilik kabareler var. İki erkek, bir kadın.
Tek kişilik kabareler var; Noysun Tiyatrosu. Tek başına çıkıyor. Önünde davul, bateri var. Arada bir onlarla bir şarkı söylüyor, anlatıyor. Üç saat sahnede kalıyor. Yani kadroyu düşürmek. Masrafları azaltmak. Dekoru, kostümü, aksesuarı asgariye indirmek. Bir bıyık, bir melon şapka giymekle kişinin dekorunu sanki öyleymişçesine birden bire değiştirmek.
Altında yine “froberi” var. Üstüne silindir şapkayı giyiyor, eline bastonu alıyor. Dışardan gelen bir ayn azası farz ettirmek. O kabare havası içinde gayet rahatlıkla yapılabilen bir şey. Ve o halde masrafları asgariye indirmek. İlk senesi biz adeta böyle amatörce çalıştık. Bunu tutturalım diye, böyle maddi bir şey beklemedik. İkinci senesi çok cüzi olmak şartıyla masrafları karşıladıktan sonra küçük de bir kâr bıraktı bize. Bir sonraki senenin prodüksiyonunu onunla karşılayabildik.
Bugünkü maddi bunalım memleketteki… Tabi bir de seyircileri bütün tiyatrolardan çektiği için televizyon var. Şimdi bizim de birtakım tedbirler almamız lazım. Biz gerçekten seyircisiz kalmıyoruz ama, kalabiliriz yarın öbür gün. Biz de bu sene kadromuzu beş kişiye indirdik. Yani yüzde 50 küçüldük. Bir müddet böyle oynayacağız, durum düzelinceye kadar. Şimdiye kadar bu durumda kâr da etmedik, fakat zarar da etmedik. Yani temadi ettirebilecek bir muvazeneyi bazen normal olarak, bazen kendimiz kısıtlamalar yaparak idame ettirdik.
Daha da devam ettirmenizi diler, başarılarınızı bekleriz…
Bu metin, 13 Kasım 1972 tarihinde Milliyet gazetesinde “Her Hafta Bir Sohbet” başlıklı röportajdan alınmıştır.