Share This Article
RÖPORTAJ: Merve Emre | ÇEVİRİ: Burcu Yılmaz
Norveç’in en büyük ikinci fiyordu olan Hardangerfjord, Kuzey Denizi’nden Vestland’ın uzak dağlarına doğru uzanır. Fiyordun neredeyse ortasında, kıyıdaki ışığın karardığı ve suyun karanlığının ışıkla ağardığı yerde Strandebarm köyü yer alır. Köy, 1959 yılında burada doğan romancı, denemeci ve Avrupa’nın en çok eser veren çağdaş oyun yazarlarından biri olan Jon Fosse’ye adanmış bir kuruluş olan Fosse Vakfı’na ev sahipliği yapıyor. Vakfın bulunduğu yolun aşağısında iki beyaz ev var: Fosse’un büyüdüğü ve annesinin halen yaşadığı ev ile büyükanne ve büyükbabasına ait olan ev.
Bu Ağustos ayında Fosse Vakfı, Jon Fosse Uluslararası Sempozyumu’na katılmak üzere bir araya gelen çevirmenler, yayıncılar ve gazeteciler için bir öğle yemeği düzenledi. Yaşayan yazarlara böylesine hürmet gösterildiğini nadiren görürsünüz. Fosse bana “Ben Norveç’in batısından, kırsaldan gelen tuhaf bir adamım,” dedi.
Bir komünist ve anarşist karışımı, keman çalmayı ve kırlarda kitap okumayı seven bir “hippi” olarak büyümüş. Fosse, Bergen Üniversitesi’nde karşılaştırmalı edebiyat okudu ve batının kırsal bölgelerine özgü bir yazılı dil formundan olan Nynorsk [Yeni Norveççe] dilinde yazmaya başladı. İlk romanı “Raudt, svart” 1983’te yayımlandı ve bunu sonraki otuz yıl boyunca “Melankoli I” ve “Melankoli II“, “Sabahtan Akşama“, “Det er Ales” ve “Üçleme” izledi.
Neredeyse sadece oyun yazarı olarak çalıştığı son derece başarılı ve yoğun bir dönemin ardından, Fosse 2012 yılında Katolikliğe geçti, içkiyi bıraktı ve yeniden evlendi. Ardından, tek bir cümleyle yazdığı ve “yavaş düzyazı “ya dönüşünü örnekleyen yedi ciltlik bir roman olan “Septoloji “yi yazmaya başladı.
Her metin için yeni bir biçim oluşturmanız gerekir
Fiyorttaki bilinmezliği, karanlığı ve suyun durgunluğunu düşünüyordum. Çocukluğunuzun büyük bir bölümünü suyun ortasında bir teknede geçirdiniz. Orada olmak, eserinizin ruhunu gözümde canlandırmamı, hissetmemi sağladı.
Ben de ve çevremdeki öbür çocuklar da çok özgür yetiştirildik. Yedi, sekiz yaşlarındayken tek başımıza tekneyle açılmamıza izin verilirdi. Çocukluğuma dair en güzel anılarımdan bazıları, özellikle yaz aylarında ya da sonbaharın başlarında, öğleden sonraları ve geceleri balık tutmak için babamla birlikte tekneye çıktığım zamanlardı. Hava kararırken teknede, bu manzarada, bu kıyıda olma deneyimi – resim kelimesini kullanmayı sevmesem de daha çok bir renk ya da ses gibi hissettiğim bir tür resim. Yazarken hiçbir şeyi net ya da apaçık hayal etmiyorum. Bu bir dinleme eylemi. Bir şeyi dinliyorum.
Ne duyuyorsunuz?
Yazdıklarımı duyuyorum. Ama görmüyorum. Hayal etmiyorum. Nereden geldiğini de bilmiyorum. Tabii ki bana ait. Bu benim dilim ve bildiğim bir şeyi malzeme olarak kullanıyorum.
Yazdığınız metnin mantığı, biçim diyebileceğim şeyi yaratıyor. İçerik biçime aittir ve her metin için yeni bir biçim oluşturmanız gerekir. Ve bu biçim büyük ölçüde evren diyebileceğim şeyle bağlantılıdır. Ben bir evren yaratıyorum. Diyelim ki “Septologien” bir evren. “Üçleme” ise bambaşka bir evren.
Din ve edebiyatı nasıl bir araya getiriyorsunuz?
Hayatımda bu bilinmeyene girmekle ilgili bir tür dini dönüş yaşadım. Ateisttim ama yazarken ne olduğunu, bunu neyin sağladığını açıklayamıyordum. Bu nereden geliyor? Cevap veremiyordum. Beyni her zaman bilimsel bir şekilde açıklayabilirsiniz ama onun ışığını ya da ruhunu yakalayamazsınız. Bu başka bir şey. Edebiyatın kendisi, edebiyat teorisinin bildiğinden daha fazlasını bilir.
Asle, Tanrı hakkında da benzer bir şey düşünüyor: “Çünkü Tanrı hem çok uzak bir yokluktur, evet, varlığın kendisidir, evet, hem de çok yakın bir varlıktır.”
Karakterlerimi kişi olarak görmüyorum, onları bir tür ses olarak hissediyorum
Tanrı ile Kilise ve onun dogmaları arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz?
Eğer gerçek bir müminseniz, dogmalara ya da kurumlara inanmazsınız. Eğer Tanrı sizin için bir gerçeklikse, ona başka bir düzeyde inanırsınız. Ancak bu dini dogmaların ve kurumların gerekli olmadığı anlamına gelmez. Eğer inancın gizemi iki bin yıl boyunca ayakta kaldıysa, bunun Kilise’nin bir kurum haline gelmesiyle ilgisi var. Bir tür ortak anlayışa ihtiyacınız var. Ama bu, dogmaların dini açıdan doğru olduğu anlamına gelmez.
İçinde yaşadığımız dünyadaki güçlerin çok kuvvetli ekonomik güçler olduğunu hissediyorum. Her şeyi onlar yönetiyor. Öbür tarafta ise başka güçler var ve Kilise de bunlardan biri. Ve kiliselerin var olabilmesi için –ki Katolik Kilisesi en güçlüleri – Katolikliği bir şekilde zorlamanız gerekiyor. Kilise, anlayabildiğim kadarıyla, antikapitalist teolojinin en önemli kurumu. Başka bir kurum olarak edebiyat ve sanat var ama onlar kiliseler kadar güçlü değil.
Çocukluğu çok güzel anlatıyorsunuz. Çocukluk çelişkilerden arınmış bir zaman mıdır? Masumiyetten?
Çocukluğu anlatmak zorundayım çünkü benim için çok temel bir konu: Yedi yaşında geçirdiğim bir kaza nedeniyle ölümle burun buruna geldim. Oradan (uzağı gösteriyor), kendimi burada otururken görebildim – kendimi böyle görüyordum. Her şey huzurluydu, evime baktım ve doktora giderken onları son kez gördüğüme emin oldum. Her şey parıldıyordu ve çok huzurluydu, çok mutlu bir haldi, ışık parçacıklarından oluşan bir bulut gibiydi. Bu, çocukluğumda yaşadığım en önemli deneyimdir. Ve hem iyi hem de kötü yönleriyle bir insan olarak benim için çok biçimlendirici oldu. Sanırım beni bir tür sanatçı kıldı.
İlk denemelerinizden birinde özel olanla kişisel olan arasında bir fark olduğunu söylüyorsunuz. Aynı zamanda evrensel olan pek çok kişisel şey var: Örneğin romantik bir üçgen ya da erosun ölümle olan ilişkisi. Bu deneyimlere verilen isimler kişiden kişiye farklılık gösterebilir ancak bunlar temelde paylaşılan deneyim yapılar.
Evet, bence bu doğru. Karakterlerimi kişi olarak görmüyorum, onları bir tür ses olarak hissediyorum. Şu ses var, bu ses var ve birbirlerine yaklaşıyorlar. Bu sesler arasında bir ilişki var, sonra da bu ilişki yeni bir sese dönüşüyor. Eğer iyi yazabilirsem, sesler bir araya gelerek şarkıya ya da daha iddialı olmak gerekirse beste dediğim şeye dönüşüyor.
Ve bence oyunlarımın iyi işleyebilmesinin nedeni kısmen, sözlerin, ritmin başka bir şekilde yeniden yaratılabilmesidir – şu, bu sesle ama belki biraz farklı bir şekilde. Ama bu bir tür şarkı oluşturuyor. Bu şarkıyı pek çok dilde söyleyebilirsiniz elbette, bir tür balad olarak ya da opera tarzında vs. İyi yaptığınız sürece fark etmez. Ama bu kurmacadan çok oyunlar için geçerli.
Sanat, onu yarattığınızda canlıdır
Oyunlarınız ve romanlarınız arasındaki ilişki bazen bir ritim gibi görünüyor – konuşma ve düşünce arasında çok incelikli, kesintili, müzikal bir değişim.
Doğru. Bir resimde bile her şey bir şekilde ritimle ilgilidir. Öğeler arasında ya da aralarındaki ilişkide bir ritim vardır. Ritmi dillendirmek kolaydır. Ne olduğunu ya da ne işe yaradığını söylemekse çok ama çok zordur. Tüm bu kavramların – zarafet gibi, sevgi gibi, ritim gibi – kullanımı kolaydır ama gerçek anlamda anlaşılması çok zordur. Ama ne zaman orada oldukları bellidir. Ritim varsa, bunu bilirsiniz. Sevgi varsa, hissedersiniz. Ve bence Tanrı’yı bile. Tanrı’nın her zaman var olduğundan eminim. Ama ben öyle hissetmiyorum.
Duyduğuma göre romanlarınız arasında çeviri yapıyormuşsunuz. Keşke daha fazla romancı çevirmenlik yapsa.
Çeviri yapmayı çok seviyorum. Okumak gibi bir şey ama çok daha derinlere iniyorsunuz. Çok derin bir okuma.
Ölüm hakkında sık sık düşünür müsünüz?
Hayır. Bence yaşlandıkça ve ölüm yaklaştıkça onu daha az düşünürsünüz.
Felsefenin ölmeyi öğrenmenin bir yolu olduğunu söyleyen Cicero’ydu sanırım. Bence edebiyat da ölmeyi öğrenmenin bir yolu. Yaşamla olduğu kadar ölümle de ilgili. Sanırım bunun büyük edebiyatın, sanatın biçimiyle ilgisi var. Sanat, onu yarattığınızda canlıdır ve onu yeniden hayata döndürebilecek bir okuyucu vardır. Ama sanat bir nesne olarak ölüdür.
2022 yılının kasım ayında The New Yorker’da yayımlanan röportajdan derlenmiştir.