Share This Article
Dost Tzara sorular soruyordu, sonu gelmiyordu sorularının. Sorular, tek tek herkesin gündelik yaşamları üstüne önemsiz sorular, ya da hepimizin yaşamını ilgilendiren ciddi sorular olabiliyordu; her şeyin bir önemi vardı onun için. Bir sigara sarma arası veriliyor, sonra yine başlıyordu sorular.
Karşısındaki kişi, kazara Tristan Tzara‘nın şiiri üstüne bir soru sormaya kalksa, kaçamak yanıtlar veriyordu Tzara bu soruya; sanki sözü edilen bu ozanın çalışmaları konusunda pek bilgi sahibi değilmiş gibi davranıyor ve sonuçta, yanına yaklaşılmayan uzak bir akrabadan mı söz ediliyor, pek kestiremiyordunuz. Oysa Tzara’yla şiiri, iki su damlası gibi benziyordu birbirine.
Sorulara dönersek politika, birbirimize en çok, en çok sayıda insan üstüne, en çok konuda sorular sormaya kendimizi haklı gördüğümüz alandı; politika heyecanlandırıyordu onu.
İspanya’daki sözüm ona iç savaş, sonuna yaklaşıyordu Tzara’ya rastladığımda. Ben Moskova’dan geliyordum, o İspanya’dan ve soracak taptaze soruları vardı hazırda. Hem de Türkiye üstüne, Türk şiiri üstüne ve ona sözünü ettiğim şair dostum, şu ömrünü tutuklanmakla geçiren Nâzım Hikmet üstüne sorular.
Tzara, bir yerlerde, bir şeyler okumuştu bu şairden, okuduklarını çok sevmişti ve bunların yazarını merak etmişti. Ne? Nâzım sarışın mı gerçekten? (gülümseme), şu işe bak, gerçekten çok mu cesur? (yeni bir hayranlık gülümsemesi), nasıl çıkarıyor şiirlerini hapishaneden? Öyle mi? Şu işe bak, peki Fransa’ya gelemez mi? Hayır mı? Yazık, onu tanımak isterdim, bir şeyler yapmak gerek, sizce de öyle değil mi? Ne peki? (ve Tzara’nın gülümsemesi yayılıyor, kıvılcımlar çakıyordu gözlerinde).
Nâzım Hikmet, 1956 yılında Çekya’nın başkenti Prag’da…
Ardından sıra İkinci Dünya Savaşı’na geldi ve sonunda faşizme karşı zafer kazanıldı. Şair Nâzım Hikmet hapisteydi hâlâ. Gelgelelim değişik yazgıların ipleri, düğümleniyor da düğümleniyordu birbiriyle ve sonunda bu şair yeniden gündeme gelmişti, hem Türkiye’de, hem de Fransa’da: Tzara, Hasan Güre‘yle (1) birlikte oturmuş, Nâzım’ın şiirlerini Fransızca’ya çeviriyordu.
Aslında Tzara’nın işi, çeviri yapmak değildi ama bu çevirileri onun yapması gerekiyordu yeni sorular sorabilmesi için. Yapacak başka bir sürü işi vardı Tzara’nın; öncelikle de kendi şiirleri vardı sırada, ne var ki değişik yazgıların ipleri bir kez daha kesişmişti ve yüce savaş alanında biçimlenen gerekçeler, mahpusa bir kurtuluş umudu verir gibiydi.
Kulaklarına kadar yayılan bir gülümsemeyle gülmüş olmalıydı Tzara: bir dilden başka bir dile – hem de Türkçeden Fransızcaya – şiir aktararak, bunun yanı sıra da tüm yeryüzünde müthiş bir patırdı çıkartarak Nâzım Hikmet’in özgürlüğünü kopartıp almak! Gerçek bir Dada eylemiydi bu, kocaman kahkahalarla, büyük öfkelerle yapılan bir eylem ve iş eyleme gelince inanın ki Tzara bayılırdı buna. Rue du Four‘da satranç oynamak ya da Villion‘un bir dizesiyle coşmak da bayıldığı şeylerdi; çünkü orada da soracak soruları vardı, üstelik bu soruların yanıtlarını da yalnızca o verebiliyordu.
Evet, demek ki Tzara olmasaydı (yalnızca Tzara değil, özellikle Tzara) Nâzım, Bursa’daki hücresinde kalır ve büyük bir olasılıkla orada ölüp giderdi; üstelik 1963’te – Tzara’nın da ölüm yılında – değil, çok daha önce. 1950’de, kesişen yazgıların ipleri, Tzara’nın beklediği yanıtı biçimlendirmişti sonunda. Nâzım serbest bırakıldı.
1958’de Nâzım Paris’e geliyordu. Kuzey Garı’na ve saat 21’de; Mayıs ayının 7’siydi. Tzara oradaydı ve onu bekliyordu. Tren gecikince Tzara makinistlere, makasçılara, gar müdürüne sorular sormaya başladı. Trenin çok gecikeceği anlaşıldı; Tzara da bizi alıp “modern style” fayanslarla süslü, camları lokomotif zamanlar Dadacıların ve Gerçeküstücülerin geldiği bir lokantaymış burası, ama bu müşteriler epeydir ortalardan kaybolmuştu.
Sonunda tren, gara girdi; geceyarısına doğru. Ne tuhaftı Nâzım’la Tzara’nın kucaklaşmasını seyretmek. Aradan ne çok şeylerin geçmesi gerekmişti bu ikisinin Kuzey Garı’nda birbirine sarılabilmesi için ve bir dakika bile kaybetmeden dumanlarıyla buğulanmış, yakın bir lokantaya götürdü. Bi an çünkü bu alanda ikisi de aynı soydandı – birbirlerine sorular sormaya başlamaları için…
1963 sonlarındayız, ağlayacak bir damla yaş kalmadı gözlerimizde ve böylesi çok daha kötü.
Çeviren: Samih Rifat
Dipnot:
1) Sabahattin Eyuboğlu’nun takma adı