Share This Article
Iain Watson
Şehre, Manchester üzerinden Mısır’dan gelmiştim; ailesi, büyük-büyük ninemin Şerif Paşa’dan Korniş’e kadarki günlük turunda hafızasının derinliklerinde tarayabildiği süre boyunca dokuma ve çivit ticaretiyle iştigal etmiş, dünyanın dört bucağına dağılmışlardan bir Rum için, banal bir seyahat. Aile ondan mülhem olarak doğruluğu calib-i şüphe pek çok hatıra nakleder ama, benim kesinlikle hatırladığım bir tek cümle var, elleri kara ipek kucağında bembeyaz, söylediği:
İskenderiye, kinayenin anasıdır.
Hayatımın bu yılından, haklı olarak, hiç bahsetmem. Darmadağın olduğum ve en çok bilinen şiirlerimin çoğunun altında bir yeraltı sarnıcı gibi yattığı halde sonradan varlığını inkâr ettiğim bir bölümünün iğvasına uğramama ramak kaldığı bir dönemdi. Neyse biz gene, sadede gelelim.
Herhangi bir sapmayı önlemek için, size sadece oyuncak tahta kutuları sunacağım ben. Kemer payandasının üstündeki çift latalı kubbeleri, dış zaviyeli bitişik kemerleri, eyvanları, sarkıt gibi sütun başlarını, alçıdan yapılmış iki çıkıntılı yaprak desenlerini, zaviyeyi, helezonî kubbeyi, altıgen minareyi ve benzerini inşa etmek de, size düşecek.
Yalnızca inşa yetmeyecek, seyahat de etmek zorundasınız: Başı belli ama sonu olmayan ve tedaviye yönelik en ufak bir imayı kesinkes taşımayan bir seyahat bu. Ancak, gözünü şifalı otlara, menekşelere ve güllere bile vergi koyacak kadar tamah bürüdüğü söylenen Rüstem Paşa’nın aksine, belirli bir cömertlik söz konusu.
Kavafis’in elyazısıyla “Gizlenmiş Şeyler” şiiri…
Kırık dökük bir manzara
Üç ayrı unsur da söz konusu: Sıkıştırılmış çivit kalıpları, Marmara’dan gelme ve bir yay, çatal, matkap, anahtar ya da terazi damgası taşıyan kesme kare bloklar – bunlara, Moğolların Aya Maria’sından gelmiş somaki sütunlar ve yeşil somaki antikalar da eklenmeli – ve üçüncü olarak da, mısralarımın şekillendirilmiş duvarcılığı.
Başlangıçta Logos vardı, bir kelime, hatta bir kavram bile değil de ikisinin aile arası bir evliliği. Ne kadar da Mısır’a özgü, n’est-ce pas?
Bleu blanc, bleu naissant, bleu pâle, bleu mourant,
Bleu mignon, bleu céleste, bleu de reine, bleu turquin,
Bleu de roy, fleur de guesde, bleu pers, bleu aldego,
et bleu d’enfer.
Asya’da yüz yetmiş indigofera anil türü bulunur ve biz burada sadece Arap-İran yaylasında bulunan on tür ve nihayet Hint yanımadasındaki bir başka elli türü, özellikle Batı’da olanları ele alacağız. Zaten Nil’in asıl adı da ne ki? Nil-el Bahr diyorlar, bu da tercüme edilince “La rivière bleue” anlamına geliyor. Şema gittikçe belirginleşiyordur umarım. Bir uyarı daha: Kafalar karışmasın: Çivit, Plinius’un affına sığınarak söylüyorum, bir bitkidir, mineral değil; öğütülmüş lapis lazuliyle şöyle ya da böyle bir ilişkisi yoktur, hele isatis’le hiç mi hiç; o pasteldir çünkü.
Kırık dökük, kıvılcımlar saçan ve zaman zaman, sanki tesadüfenmiş gibi, en kısacık an boyunca tutarlı bir manzara (hayal edilen şeyler silsilesi) oluştura gelmiş ve oluşturmakta olan böylesine bir imgeler çiçek dürbünü.
İskenderiye’nin de cinnet anları var ama, uzun mecalsizlik saatlerinin (adam akıllı) içselleştirilmiş uyku basmaları da var: Şafaktan alacakaranlığa kadar her dakika kıpır kıpırdır Şehir. Diyorum size, burada bedenler bile parça parça: Tahtırevanlarda Ermeni kadınlar, Bedeviler, hemşehrilerim benim, onu herkesten farklı kılan koni biçimli külahı ve deve tüyü cüppesi ile bir derviş, maiyeti ile İngiltere büyükelçisi, sorguçlu beyzi astragan şapkaları ile bir İran alayı, sarı ipek kaftanlı Yahudi tacirler, hakiki ve boyama çiçeklerle bezenmiş üstü körüklü dört kişilik faytonlarda boylu boyunca uzanmış yeşil ve menekşe rengi kreton elbiseli Harem efradı, bir Pera hastanesinin rahibe / hemşiresi kolalı bonesiyle akıp gidiyor, omuzuna ağaçlarda yaşayan türden uzun kuyruklu yeşil bir maymun oturtmuş Afrikalı bir köle ve şaman giysileri içinde bir masalcıbaşı; suni kuşlar ve Allah’ın adının yedi rengi.
Mısır Çarşısı’na âşık olmam kaçınılmaz gibi görünüyor
Şehrim bunu yitirdi artık. El-Eşref Halil‘in rikabdarı (Üzengi ağası) ya da sultanın, kendisini muhafazayla görevli ve yürüdükçe yolu açan emircândarlarının önü sıra giden rikabdarlarının ya da üzengi tutucuların arkasından geldiği alaylar çok gerilerde kaldı. Onların arasında da yayan olarak, haşayı, yani eyer altına konan altın yaldızlı ve mücevherlerle bezenmiş keçeyi taşıyan ve onu Doğu’dan Batı’ya doğru sallayanlar geliyordu. Hemen arkalarında, gümüşten yapılmış saltanat borazanı şahbâlâyı çalan tek bir atlı gelirdi, daha sonra da altın sulu sarı ipek tünikler giymiş ve birbirinin tıpatıp eşi beyaz atlara binen yaşça büyük iki silahtar vardı.
Onları arkalarındaki sultana altın kurdeleler, altın yaldızlı omphaloi bağlıyordu. Daha sonra da yine altından, sarı atlas bir atkıyla, rakaba ile süslenmiş kır bir at üzerinde, – çünkü sarı sultan hazretlerinin rengiydi – o gelirdi ve sağrıdan zunnari denen kırmızı atlas bir kumaş sarkardı. Önde gelen beylerden biri hemen onun yamacında, elinde sarı ipekten telli şemsiye-i şâhâneyi taşıyarak ilerlerdi atıyla. Her iki yanda, teberdarlar (baltacılar) yürürdü. Solunda, gözleri cam gibi, altın uçlu demirden merasim âsâsını kaldırmış olarak cunakdar, yani âsâ taşıyıcı, ağır ve muntazam adımlarla yürürdü; onun yanı sıra, eğri saltanat kamasi ile yuvarlak çelik bir kalkan taşıyan cunkandar gelirdi.
Murad- Sanî, Orhan’ın torununun oğlu, Yaylar Sultanı, hanedanın hakiki banisi, sükûn arıyor
Amasya civarındaki ormanlık dağlarda. Tekkedeki hücrelerinden, dörderli sıralar
halinde
Gelirler: ağıt yakarak, mükerrer Yükselerek ve alçalarak, etekleri sema giysilerinin eriyip bulanık bir leke olur.
Önce Paulicians derken Bogomilller ve şimdi de
Bektaşiler, karmakarışık,
Rüzgâr ılgın ağaçları arasından hışırdar.
Mısır Çarşısı’na âşık olmam kaçınılmaz gibi görünüyor, develere yem olarak verdiğimiz yaban yoncasının tadını özlemiştim. Birbirine karışan tarçın, kimyon, zencefil ve menekşe kokuları arasından keten bir takımla geçerek geldi, yetmiş yaşlarında uzun boylu bir adam: İbrahim Bey, hani Şahin diye bilinen. Bazıları bu adın, bumu ve delici bakışı yüzünden ona takıldığını söyler, bir kısmı da şahinin onun aile arması olduğunu ve büyük – büyükbabasının devletteki mevkiine işaret ettiğini belirtir. Bense bu lakabın onun zihninin hızı ve padişah duruşuyla ilintili olduğundan eminim.
Adaleli hamalların parıldayan kol ve bacaklarıyla süren gece maceralarım hâlâ devam ediyordu. Gündüzleri Kariye Camii‘nin yağlı mermer satıhları; geceleri de Anadolu köylüsünün yağlanmış kasları. Ama haftada iki kere, İbrahim Bey‘le “pour prendre le thé”ye gidiyordum.
Sadece Le Monde‘u ve Lamartine’i okurdu. Hafızası, küçümseyen nostalji ile sözünü ettiği 1840’lı yılların Paris’ine kadar uzanırdı. Ellerini tarlalardaki ılgınlar gibi sallardı; yüzünde, zahirî hoppalığı asgari çabayla kotarılan bir savunma olarak benimseyen bir mistiğin fildişi tebessümünü taşırdı. Sohbeti, yarımay gibi beyziydi.
İskenderiye’de 29 Nisan 1863’te doğan Kavafis, şiirleriyle hafızalarda kalıcı etkiler uyandıracak nitelikte bir şair.
Kitap seviyorsanız, kütüphanesi, rüyalarınızın kütüphanesidir. Ahşap döşeme, yağmurda kalmış kaldırım taşları misali parlayacak gibi cilâlanmıştı. Öylesine uçucu – kaçıcı bir tebessümle “Rasathanem” dedi ki, kinayesini anlamakta biraz geç kaldım.
‘Ne harikulade hilkat garibeleri kaçırdık’
Limon ağacı ve hindistancevizi ağacı kokardı. Kitapların durduğu raflar dört duvar boyunca döşemeden tavana kadar yükselirdi; dikine duran kütüphaneler ve duvar etek tahtaları, soluk somaki renginde baklava biçimi bir satranç tahtası deseni çiziyordu.
Alt bölmede her kapısına çok stilize bir meyve sepeti resmedilmiş bir dizi dolap vardı; kitap raflarının arasına, her metrede bir gibi, serpiştirilmiş ve kendileri de ama bu kez beyaz ve lâl rengi şakayıklar taşan uzun seladon vazolar resmedilmiş panolar, ciltleri noktalayarak birbirinden ayınıyordu.
Aşağı ve yukarı doğru açılan ve kavun gibi yarılmış panjurların sudan yansıyan titrek ve parlak ışığın doğrudan doğruya yıldız şeklindeki tavanın ağ gibi örülmüş tahtalarına sekmesini sağlayacak bir açıları vardı. İstirahat hali ile tüy gibi hafif hareketin danışıklı bir evliliği.
Eylemin yerini hiç bir şey tutamaz mı
Her gece değişen bir beden dışında?
II. Beyazıt, Yıldırımlar Sultanı
Ova boyunca Nigbolu’ya yaptırdığı cebri yürüyüşler
ile ünlü.
Timur’un elinde, kayıtsız, tercih ediyor
Erguvan ağacının tomurcuklarını
Genellikle tayin edilmiş saatte düşen.
Israrlı, baygın sesiyle, ne cahil yaratığım, II. Beyazıd‘ın Leonardo’yu Altın Boynuz üzerinde kendisine bir köprü inşa etmeye ikna için Cesare Borgia‘ya elçiler yolladığını söyleyen de o oldu. Leonardo, bu projeyle ciddi şekilde ilgilenmişti.
Özellikle MS.’e bakmak için Institut de France’a gittiğimi hatırlıyorum canım. Orada ‘Pera Köprüsü’nün siyah beyaz ölçümleri var. Da Vinci o okunması imkânsız yazısıyla yazmış: Kırk braccia genişliğinde, sudan yetmiş braccia yükseklikte, altı yüz braccia uzunlukta; ‘id est’: Denizde dört yüz ve karada iki yüz, böylece kendi desteklerini yapmış oluyor, düşünsene bir, Dino. Her halükârda, köprüyü yapmadı. Bu yüzden de zavallı yaşlı Beyazıt, onun yerine Michelangelo’yu gelmeye ikna edebilir miyim diye, bu kez Fransiskanları denedi. Ve, biliyor musun, Musa’sına keski vurmaktan gına getirdiği için, ‘tamam’ deyip gelmesine de ramak kaldı. Ne yazık ki, bu da gerçekleşmedi. Ne harikulade hilkat garibeleri kaçırdık.
Bilgelik ve musiki. Böyle bir adamı nasıl sevmem?
Tam da o anda, Delphi’den gelenlerden geri kalmış ve Hipodrom’daki kıvrımlı sütunların üzerinde duran iki tanecik bronz yılan başını tahrip edenler de o hayvan Lehlerdi, ne ilkel bir ırk. Boynu vurulmuş başların geri kalan korkunç parçaları önünden her geçişinde, bunu hatırla.
Zavallı Beyazıt, ne hüzün, Edirne’deki camiinin avizeleri bile modası geçmiş diye bir yana atılmıştı; devekuşu yumurtaları aşağı doğru sarkan, Venedik’ten gelme renkli çiçek biçimi cam destekleriyle çakılmış üç muazzam bronz çark. Niye devekuşu yumurtaları? Yalnızca bereket sembolü değil, Mekke’ye yapılmış bir hac yolculuğunun da kanıtı. Eğer o sersem insanlar henüz hepsini imha etmediyse geriye birkaç tane kalmış olması gerek.
Şehir düşünce başımıza neler gelecek?
Depremler ve kendi mısraları arasında, Beyazıt sizin kiliselerinizi de tebdil etti: Studion, Khalkoprateia ve Palaeologos hanedanının o mezarı, Constantine Lips Manastırı. Saraydaki sefahat ve eşcinsellik arasında, birincisinin hakkından Atlar Ağası İlyas Bey, ikincisinin hakkından Hayrettin Ağa geldi, üçüncünün icabına da 1496’daki ölümünden hemen önce Fenerizade Alaettin Ali Efendi baktı. İşte senin ve benim Şehrimizin dokunduğu kumaş. Beyazıt’ta yaşayanlar nasıl nefret eder, ölülere nasıl yaltaklanırdı: İtalya’ya, II. Papa Pius’un, o yaşlı sefihin kollarına kaçan saçma sapan kardeşi Cem’in olayında bile (Cem, Pinturicchio’nun Siena’da, Katedral Kütüphanesi’ndeki freskinde yaşlı, kesilmiş süt suratlı Toma Palaeologos’un yanında gördüğün)…
Naaşı tehdit kıyamet Napoli’den fidye karşılığı alındı, ona bir türbe yapıldı, yıldız şeklinde çinilerden oluşan tavanıyla Sıradan sekizgen türbelerden biri işte. Beyazıt bir yandan kardeşini destekleyen dervişleri nasıl cezalandıracağını düşünürken, üç günlük yas ilan edip çarşıları bile kapattı; üstelik kendisi de aynı mezhebe mensuptu. Sonra Vezir-i Azam işleri ele aldı ve bir aziz gibi yaşlanan Sultan, âtıl bir melankolinin gittikçe daha da derinliklerine gömüldü.
Biliyorsun, Sultanlar asla Şehrimizde yaşamak istemediler. Kendi nakışlı kadife çadırlarını ve Broussa’nın ötesindeki Ulu Dağ’ın yamaçlarını tercih etmeyi sürdürdüler. Ama Ayasofya bir kez cami olduktan sonra, leylaklarla erguvan ağaçları bile onları orada tutamadı. İnanmazmış gibi bir halin var, ikinci rafta, sağdan üçüncü cildi al.
Daha elenleştirilmiş birini mi tercih edersin? Öyleyse Fatih Mehmet‘i oku; Şehri, ayakta kalmış son ihtişamından da sıyırdığı için ondan nefret ediyorsun mutlaka. Ne yermiş ya orası 1453’te. Surların içine sıkışmış kırk bin insan; fresklerin yerine mozaik, altın yerine yaldızlı teneke. İmparatorluk Sarayı yoksulluktan ölülerini yataklarının altındaki mahzenlere gömen insanların yerleşim merkezi haline gelmiş. Daha yıllar öncesinden beri hepsi de feryat figan, “Şehir düşünce başımıza neler gelecek?” deyip duruyorlar.
Varil gibi haşmetli bir kaburga kafesi-kara gözler
Neden bileğim böylesine basit bir okşayıştan bu kadar yoruluyor?
Irkım için küçük görüyor beni, eğilimleri me karşı hoşgörülü,
Parama karşı neredeyse kayıtsız, Türk erkekleri hiç değilse hayale kapılmıyor.
Dilsiz hayranlık onu sıkar; dili sürçenin
kızdırır. Ne kaldı, mekanik orgazmdan konuşması başka?
Yine de, belki soluk soluğa kendimden geçmem
Ona dokunmuştur biraz.
Ephesus’taki bir mezarlıktan kazılıp çıkarılan Ayasluğ’daki Bey Cami ile akrabayız biz
Fetihten sağ salim kurtulan pejmürde güruh, en kutsal ikonları: Panaya Hodeghetria’yı, ‘Yol Gösteren’i, surlar yakınındaki Pighi Manastırı’na taşırken (Senin kelimelerinden birini kullanayım, beyhude bir tedbir ve çılgına dönen keşişler havuz balıklarını kızartmaya çalışırken; Fatih Mehmet çadırında bir şehrin kahramanca direnişi ardından bile olsa zaptedildikten sonra benimsenmesi gereken hattı harekât konusunda etraflıca nutuk çeken Gemistos Plethon‘u yarım-kulak dinliyordu. On sekiz yaşındayken bir yandan Celâlettin Rumi‘nin, bir yandan da Aristoteles‘in berrak metinleri üzerinde derin bilgi sahibi olan o. Sen de mutlaka, Batı’ya gönderilen bütün elçilere rağmen, hücum eden tarafta da müdafaa halindeki taraf kadar çok Hiristiyan olduğunun farkındasındır.
Mistra’nın yaşayan bilgesi ile konuştuktan sonra, Fatih Mehmet onu lafazan ve muğlak buldu. Ne dediğini anlatmak için daha sonra Gentile Bellini’yi, Şehrimizi 1204 yılında yıkan, kör, bağnaz Enrico Dandolo’nun, sokaklarımızda mor imparator sandaletleri ile dolaşıp, fildişi bastonu ile duvarlara dan dan vuran adamın altın zırhıyla gerisin geri Venedik’e yolladı.
Dalgalı çizgileri geceleri ona Samanyolu’na rehberlik eden bir kaplan derisi üzerinde agnostikçe uyuyan bir adamın tipik incelikte jesti. Kişiliğinin oluştuğu yılları dağ tepelerindeki Tuncaor’da, o anarşist mistiklerle, her şeyin elle tutulmaz niteliğini tam anlamıyla algılamak için Farsça ve Yunanca metinlere dalarak geçirdiğini sakın unutma.
Onun Sigismondo Malatesta gibi birinin cesedini Rimini’deki bir ‘tapınak’ın tepesinde hapsetmek için mezardan çıkardığını tahayyül ediyor musun? Plethon’un cesedinin başına bunlar geldi.
Kavafis’in odası: Yatağı ve çalışma masası
Kendini kandırma, “Dino”. Benim damarlarımda da büyük bir ihtimalle seninki kadar Rum kanı var. Şehrimizde Truva‘nın harabelerinden inşa edilmiş kiliseler ve camilere ya da Miletos‘taki temel blokları olmasa var olamayacak Balat’taki medrese, ya da Ephesus’taki bir mezarlıktan kazılıp çıkarılan Ayasluğ’daki Bey Cami ile akrabayız biz. Tıpkı Ortodoksluk gibi, İslam hukuku da toprak üstüne gömülmeyi yasaklar. Babil’i düşün, “Dino” ve imparatorların akrabaları olmadığı yolundaki herkesçe bilinen hakikati. Mezarlarımız, üzerine yağmurun yağdığı ve çiçeklerin büyüdüğü toprak içinde, taştan olsun.
Şehrimize ne yaptıklarını anlıyor musun?
Ailemde ya da küçük arkadaş çevremde kim yapmacık ya da gerçek bir muhabbet göstermek istese adımı Kosta ya da Kostaki diye kısaltır. İbrahim Bey, İskenderiye’de yirmi yıl önce kaldırdığım Sardunyalı bir denizci dışında, bana “Dino” diye hitap eden ilk ve son insandı.
O denizci neredeyse kalp krizi geçirmeme neden olacaktı, çünkü kaba vahşetinin ortalık yerinde sıkılı dişlerinin arasından o da “Dino” demişti bana. Kısa adımı kullanışının ağzımı tahrik ettiğinin ve bu işin sıkılmış yumruğu ya da tahtalaşmış penisi ile hiçbir ilgisi olmadığının farkına varsaydı eğer, duyduğu zevk hemencecik sönerdi. İbrahim Bey de gerçeğin böyle tahrifini biraz sıkıcı bulurdu, eminim.
Birlikte bir sonraki çay içişimizde, arabayla gezintiye çıktığını ve yeni inşaatlardan bazılarının yanından geçtiğini söyledi. Hiç memnun kalmamıştı.
“Sözümona aydın çevrelerde ‘alafranga’ üslup hakkında sürdürülen tartışmaların bir kısmını duymuşsundur, değil mi? (Sarayın Madame de Millevill‘in Grande Maison de la Couture’ünden ya da chez unutulmaz Madame Vapillon’dan giyindiğini bildiğin sürece, pek uygun. Cité de Pera’mız ve Passage Crespin’imiz, Café Concordia’mız, Brasserie Strasbourg’umuz, Hôtel de Paris’miz, Hôtel de Lyons’umuz ve daha bunun gibi bir sürü şeyimiz var. İmkânsız isimler taşıyan Fransız kadınların, acayip olanı Fransızlıklarının telafi edeceği umuduyla kendi kendilerini sürgün etmeleri eğlenceli oluyor. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, Atina’nın en iyi pâtisserie’sinin sahibi, Madam Crétin adlı bir kadındı. Konudan ayrılırsam beni bağışla, “Dino”, bugün biraz sarsıldım.) Aman Allah’ım, ne saçmalık, üstelik yalnızca iklim farklılığından da kaynaklanmıyor. Şehrimize ne yaptıklarını anlıyor musun? O Ermeni, Mikoğos Balyan, Yıldız Sarayı’nın bitişiğindeki Hamidiye Camii‘ni hemen hemen tamamlamış. Ne iğrenç şey. Başarısız bir Neo-Gotik limonluk. Sonra o Bulgarlar da, Altın Boynuz’un üzerinde, Fener’in ta kendisinde Aya Stefanos’a adadıkları kiliselerini dikmişler (ve inan bana, le mot juste, mon vieux). Estetik küfürün daniskası. Budalalar pik demirden neo-Romanesk bir şey seçmişler. Viyana’dan döküm öncesi parçaları getiren mavnaların niye Tuna Nehri’nde batmadığını tahayyül etmek mümkün değil. Bir de bütün bu potpurinin üstüne şimdi de yeni bir neo-Byzantine sakalet numunemiz var, Taksim Meydanı’ndan Batı’ya bakarken perspektifi tam anlamıyla mahveden Ortodoks Mukaddes Teslis Kilisesi.”
Selimiye’yi hayran hayran seyretmek
Ses yükselmiyordu; içten içe köpürdüğünü açığa vuran, ellerini hafifçe sallamasıydı sadece.
“Neden Sinan’ın şaheserlerini bilmezlikten geliyorlar? Şehirde yeterince var bunlardan. Sen de onun için bir tendresse hissediyorsundur, eminim. Her şey bir yana, muhtemelen Rumdu. Yine yolundan sapmış kültürlerinden biri, ha, Dino?”
Onu murdar bir olarak görüyor çoğu,
Hayrettin Barbaros, başbelâsı
Doğu Akdeniz’in.
O, sekizgen mozolesinde sırtüstü yatmış,
Gözünü idmanlı tutmaya çalışıyor,
Pembe granitten iki sütun
Arasındaki tam mesafeyi kestirerek.
Tuzağına düştüm. Mutluluk Diyarı mimarının yarattıklarına karşı kim kayıtsız kalabilir? Şehri taradım. Orada kaldığım iki yıl boyunca Sinan’ın inşa ettiği tek bir medrese, tek bir çeşme, tek bir külliye, bir güreş meydanına bitişik yarım yamalak tek bir revak, bir türbe yoktur ki, ziyaret etmemiş olayım. Broussa’ya gittim ve sonra Edirne’ye, onun chef d’oeuvre‘ü Selimiye’yi hayran hayran seyretmek için. Geceleri, uykusuz, binalarının adını sayardım: bir münacat. Şimdi ise, onca yılın, onca gövdenin ardından, listeyi sırayla, isim isim hatırlayabilirim. Şöyle başlıyordu… Dizi dizi camiler, bir çeşmede fincandan fincana ahenkli bir şekilde şıkırdayan su gibi çınlarlar. Adları Allah’ın yoluna, dolayısıyla da ölüm suyuna bağlanan o musiki çeşmeleri.
Şehzade, Rüstem Paşa, Süleymaniye,
Mihrimah, Sokullu Mehmet Paşa, Selimiye,
Muradiye, Hadım İbrahim Paşa, Hacı İvaz Efendi,
Azapkapı, Zal Mehmet Paşa, Atik Valide,
Ahmet Paşa, Şemsi Ahmet Paşa, Rama zan Efendi.
İşte oradaydılar, hâlâ dutluklara serpiştirilmiş, leylağa boğulmuş bahçelerin sonundaki duvarların ötesinde; sular üzerinde, tepelerde; yoğunlukları insanın yatay bir çözgü dizisindeki diş sayısından dokumayı değerlendirmesi gibi ölçülen, aslanların, kaplanların, panterlerin, kurtların ve tilkilerin sığ çukurlarda, en başıboş kafeslerde küçük şıpırtılarla yalınayak dolaştıkları imparatorluk hayvanat bahçesinin, yani Aslanhane’nin tepesine yerleştirilmiş Topkapı Sarayı’ndaki sanatçılar dairelerinde olduğu gibi, mantıklı bir yan yana geliş. Akıcı naşki yazı ya da ruhun sonsuza kadar tekrarlanan suni bahçelerinin panolarıyla süslenmiş. Kromoklazmdan eser yok; sadece orda burda göze çarpan ve kabul görmüş dini esaslara aykırı el yazması melekleri ve kırmızı, altın, yaldız, yeşil ve menekşe rengi çiçekler.
Bunları ziyaret ederek, sadece benim gibi tesadüfi karşılaşmalarda ihtisas kesbetmiş bir avarenin gece gündüz, eti baştan aşağı acıyarak yalnızca bizim gibi adamların vahşi ama 130 seyrek, eksiksiz saffet ve sağlıklı estesizm dürtülerini yaşadığı sonucuna vardım. Bazen boynumu kuğu gibi uzatıp berelerim arasından bir kubbenin uçucu cismiliğini algılamanın bana acı verdiği olurdu. Ama, annemin tekrarlamaktan hiç bıkmadığı gibi, ve eğer o ıstırap çekerek öğrendiyse, Matmazel Fotiyadis, onun oğlu olan ben de aynı şekilde öğrendim.
Sinan, üç yüzü aşkın camiin ve
sayısız köprünün, hanın ve çeşmenin mimari
merak ediyor, geçit vermez pencereli kubbeler
hâlâ Hıristiyan olan erkek kardeşini
Kıbrıs’a sürülmekten kurtarmaya yeter mi diye.
Yoksa Süleymaniye köşesindeki
su borularından su çalması
onun kredisini tüketti mi çoktan?
Ortodoksluk ve mistiklik arasındaki çatışma
Bütün bu birbirine geçmiş küreler ve çarklar: yükseltilmiş zikzak çıtalar, sivri uçlu yıldızlar, çift kareler – Samanyolu.
Tarikat, sarı üzerine kırmızı, üç top ve dalgalı çatallı şimşek. Orada, açık kubbelerin altında oturdular, göklerin mercekleri, mavi-kara suya yansıyan gece göğü üzerinde bakışlarını odaklaştırarak, hiçbir dalgacığın yıldız kümelerini artık iç gerçeğe tekabül etmeyen bir modelde yeniden hizaya getirmesini önleyecek şekilde korunmuş olarak.
İç mekânın düzenlenmesi, kusursuz daire kusursuz karenin üzerinde, ebediyyet, evrenin dört bucağındaki sayışı gittikçe artan sınırsız kubbenin altında asılı. Şahin kabileleri, öküz kabileleri, beyaz koyun kabileleri, benimsediğim Mısır’ımın Doğu’ya Kurucu Konstantin tarafından getirilmiş semavî kemerinin sayvanın altında oturmuş firavunlarıyla bağlantılı. Büyük kiliselerde mihrabın üstüne çekilen sayvan, mihraba dönüşmüş sayvan, rasathane camiyle yan yana, insanoğlu cennetin parterlerinin bir görünüşüyle teselli edilmiş ve zevkle heyecandan çıldırmış, kürelerin devirlerinin kölesi haline getiren bir imge meydana getiriyor.
Korkunun sağdıcı astroloji, bülbüllerin köşkleri arasında neredeyse ehlileştirilmiş, sakınılmış laleler ve katmerli sümbüller; kubbelerde kurşun levhalar gümüş gibi parlıyor, hâlâ birkaç saatlik yolu olan yolcu için işaret ateşleri.
Ortodoksluk ve mistiklik arasındaki çatışma, mütemadiyen kendini tekrarlayan yıldızlarıyla bütün Osmanlı mimarisinin katalizörü, Allah’ın yedi adının yedi rengi, çeyrek kubbelerin altında Orta Asya şamanlarından gelen su parıldıyor, her sarkıt sütunun ve duvarda açılmış heykel oyuklarının küçük evreni.
Baykuş Nevbet’in şarkısını söylüyor,
davul, Afrasiab’ın kemeri üzerinde,
örümcek perdeci
görevini yerine getiriyor, sarayında
imparatorların.
İbrahim Beyi son görüşüm, büyük bir özellik taşır. Beni, keşif gezisine çıkacağımız konusunda uyarmış ve bir yün kazak getirmemi söylemişti. Köprüye inip küçük bir tekneye bindik ve hareket ettik. Her zamankinin aksine, yüzünü rüzgâra vermiş, sessiz duruyordu. İki saat sonra Prens Adaları’nın küçüklerinden birine vardık. Doğru dürüst bir iskele yoktu, bütün ada sakinleri de kıyıya dizilmişti. İbrahim Bey’e döndüğümde, onun borda tirizinden atlayıp, baldırlarına kadar çıkan suda ağır ağır ve ihtişamla yürüdüğünü gördüm. Erkekler, kadınlar, çocuklar eline sarılıp öptüler. Pikniğimizden geri dönerken, bana eğilerek şunları söyledi:
Bana ait, anlıyorsun ya. Mirasçım yok. Eğer yok edişin makasları, nesep kordonunu keserse… Bu sana aşina geliyor mu, Dino? Kira ödemiyorlar, ben de onarım yapmıyorum. Onsekizinci yüzyılda İngilizler kendi divaneliklerini inşa etmek zorundaydılar, ben benimkileri bırakıyorum kendiliklerinden meydana gelsinler. Ataların ebediyyet için inşa ettiklerini düşünüyorlardı oysa biz bu gibi teşebbüslerin beyhudeliğini biliyoruz. Kelimeler de aynı şeydir, mon petit. Şimdi kaçınız Homeros’u okuyabiliyor? Metin varlığını sürdürmekte ama, geçit vermiyor.
Sessizliğimizde, her gürültü her tarafı istila ediyordu
Söylediğini vurgulamak için, benden bir vaat koparttı: Tanıdıklarından birinin atölyesinde portrem için poz verecektim. Yaz yaklaştığı için, şehir dışındaki konağına gidiyordu. Döndüğünde, portrem tamamlanmış olacaktı. Üç ay sonra içinde hiçbir aleni kinaye olmayan zarif bir mektup aldım ondan. Ekim ayıydı; Aralık’ta da, İbrahim Bey uykusunda öldü.
Adam bana gözlüksüz poz verdirdi. Bu da beni halelere, siluetlere ve bulanık hareketlere indirgedi. Bir vecd dinginliği içinde otururken, sanatının aletleri kendilerine rağmen, bana rağmen, su dolu yer değiştirmelere giriştiler. İçinde boya tüpleriyle, gri kurşunla gördüğüm etiketleri aşınmış tahta kutu, mürekkep lekeli maun kenarların ötesine kayan, bütün dikenli kılları kırkılmış telaşlı tırtıllar gibi, bir genişleyen bir kasılan sebze/hayvan arası bir oluşum haline geldi. Şişelerin üzerindeki ışık oyunu pek nahoştu; fayans döşeli yerin sıvı aşıboyası altıgenleri üzerinde sanki keyfi bir düzenle dizilmişlerdi.
Özellikle iki tanesi beni rahatsız etti. Yarısına kadar beyaz ispirto dolu ampul biçimli büyük bir şişe, bir odaktan yoksun görüşüme karşı göz kırpıp seğirterek, mütecaviz, yansıtmayan bir ayna rolü oynuyordu. Ama en kötüsü, küçük ve yassı bir mastika şişesiydi. Bu bal renkli kutup yıldızı, gece şemasında çok fazla kalmış turnalar gibi şişiyor ve çekiliyordu.
Dur durak tanımadan büyüyor – küçülüyordu, hiçbir zaman statik olmaksızın, sürekli büzülüyor, şişiyor ve nabız gibi atıyordu, kafamın içinde kaçınılmaz estetik bir ağrı, neşterle yarıp açarak, bana gövdemle oda arasında bir boşluk yaratma imkânı vermeden, iskemlenin üstüne dağıtılmış kol ve bacakların her birini döşemeye sıkıca çivileyerek, muhtemel bir kaçak duruşu sabitleştirerek.
Ne gariptir ki o koca stüdyoda, her zaman rastlanan terebentin ve beziryağı kokusundan eser yoktu. Burun deliklerim açıldı. Başka bir sıvı kullandığı sanısına vardım. Gözlükler gözümdeyken, odanın geometrisi tanılanmıştı, şimdi ise sabit bir değişken halindeydi. Sessizliğimizde, her gürültü her tarafı istila ediyordu: başlangıçta, mutlaka mekâna bir sınır çizmek için, fırçalar hafifçe vurup bastırıyorlardı; sonra tuval üzerine doğrudan saplanan sert kılların sürtünmesinin tırmalaması. En sonunda ise, çocukların açık ağızlı öpücüğü gibi algılanan oldukça yumuşak dokunuşlar.
İğnelenmiş ve renklendirilmiş bir imge tecavüzü
Raimondo‘nun tüylü hareketleri bir bale niteliği taşıyordu: öbür ayağın tabanının üst kısmına karşı bir kemer oluşturan, kuzey ışığına karşı saçının bulanık beyzi şekil meydana getirdiği pencereye doğru çekilen çoraplı bir ayak. Şövaleden çıkartılıp yere dayanan, önünde diz çökülen, bir kere daha şövaleye konmadan önce fırçalarla biraz rötuş çekilen tuval. Ve bütün bu zaman boyunca da kafamın gerisinde, beyaz duvara iğnelenmiş, tutturulmuş bir sahne arka perdesi görevini yerine getiren o Akdeniz mavisi tabakanın bilinci – gönüllü bir ağırlık.
Oradaydım işte, iskemleye yanlamasına oturmuş, ayaklar gerilimle birbirine dolanmış, çiftleşen yılanlar, sol elimle parmakları ise fazlaca gevşemiş bir halde iskemle arkasının yuvarlanmış kenarından sarkıyor. Zaten, o yeşilimsi tonda, yüzde on oranında gören mavi gözlü bakıştan ne çıkartabilirdi ki?
Başka ayrıntılar: gerildiği çerçevenin üzerinde dalgalanır gibi çırpınan bir tuvalin sürüklenen ucu, tıpkı Kahire’deki o bitmemiş binanın en üst katındaki otel odasındaki keten çarşaftan separasyon gibi – üç çıplak tuğla duvar ve gergin dokudan dördüncüsü. Tozlu ampulün loş ışığında, hafif bir esinti çıkıp duvarım, gerildiği iplere karşı titreşerek mırıldanmaya başlayana kadar farkına varmamıştım bunun.
Ama yine oradaydı işte: sağ elinde iki fırça, sol eli gevşekçe yanında sarkarken ben, düşünceli bir şekilde dürtüklediği tuvalin tümseklenmesini, hatta eğilip bükülmesini ayırt edebiliyorken. Meselelerin fiziki yanı buydu.
Kendimi ne kadar uzaklaştırmaya çalışırsam çalışayım, tespit edilmiş, iğnelenmiş, zımbalanmış ve renklendirilmiş bir imge tecavüzü vardı ve olmak zorundaydı. İnsanın kendi ayna imgesine boşlukları ve düzlükleriyle, başka birinin gözü, eli ve ruhuyla bakma yolundaki müstakbel zorunluluğu. Ne ölçüde “gerçeğe uygun” olabilirdi? Kemik yapısının altında yatan o sertliğin ne kadarı ortaya vuracaktı? Acı dayanılır hale gelene, en azından soyut bir fikir şeklini alana kadar o flörtçü, yarı isteksiz et üzerinde kaç tane deri kayış sıkıştırılacaktı?
Genç cilt tava gelir ve plastik görünebilir ama, bir kez yassı bir tuval üzerinde resmedildi mi, gerçek bir yoğunluk kazanır: bir gergedan derisi yoğunluğu. Açıkçası, eğer belli bir güler yüzlü umutsuzluk yakalamış olsa aldırmazdım, ama ya ortaya tatsız bir müstehzi dudak büküşü çıkarsa? Ancak yüzey dokusu, içinde çok yumuşak, çok romantikse, o zaman nasıl bir gizli hayal kırıklığı: sadece askerlerinden değil, fethedilmiş düşman cesetleriyle bel vermiş şilteden de yoksun kalmış gizli ordu komutanı. Katlar birbiri üzerine binince pamuklu bir kumaşa basılmış adlar nasıl metni tahrif eder, onu parçalayarak kelime çağrışımları için nasıl ustaca bir yamalı bohça yaratırsa: Böylece Bursa eşittir Broussa, Edirne de Adrianopolis oldu.
Size, oradaki kamışlı bataklıkların geçici bir kalıcılık kazanmak için kışı beklemeleri gerektiğini söyleyeyim. Umarım bu, okurlarımın birçok dil bilenlerine benim özel transkripsiyonlarımdan bazılarını açıklayacak: Vurgulu harfler tamamen bir yana bırakıldı; örneğin, “h” Arap alfabesindeki “hâ”nın da (altıncı harf), “hâ”nın da (yirmi altıncı harf) yerini tutuyor. Uzun sesli harfler â, î, û olarak gösteriliyor. Türkçe kelimeler ve onların Arapça biçimleri sorununda, mümkün mertebe mantıklı davranmaya çalıştım. İnsan her halükârda, yalnızca yabancı menşeli kelimelerle değil, söz konusu iki ülkede de kullanılan Arapça kelimelerle bile karşı karşıya kalındığında imlânın fantezi boyutlara vardığını, hep değişken olduğunu unutmamalı: örneğin, kervansaray, ülkeye ve tarihe bağlı olarak şu şekillerde yazılıyor: Qaysâriya, Qasâriya ve Qaysariyya.
I. Süleyman, Kanuni,
Batı’da Muhteşem diye tanınan,
ifadesiz bir yüzle, devleti düşünüyordu
ve bir de sıhhatsizliği.
Çeviren: Sevin Okyay