Share This Article
Kurtuluştan sonra sıradaki durağım Çukurcuma ve Cihangir… Kaç zamandır “alıcı gözle” dolaşmak istediğim bu önemli semt İstanbul’un renkli merkezlerinden.
Kurtuluş’taki evimden yavaş adımlarla Osmanbey metroya vardım ve Taksim Meydan istasyonunda indim (olsun bir durak bir duraktır!). Sıraselviler Caddesini devam ederek Cihangir’e girmeden sağa saptım ve Çukurcuma’ya doğru tarihi sokakları izlemeye koyuldum. Bu cadde Beyoğlu’nun son zamanlarda sosyal medyada popüler olmuş yerlerinden.
Sokağa Boğazkesen tarafından değil de Cihangir tarafından girdiğimde bir binadan diğerine uzanmış asma yapraklarının ardından önüme Galata Kulesi çıkıverdi. Tam bu noktada, 1939 yılı yapımı Greta Garbo’nun oynadığı Ninotchka filminden bir pasaj geliyor aklıma;
İstanbul’da seni kendine çeken bir şey var. Bu havasındaki bir şey olabilir. Sokakta yürürken köşeden karşına çıkabilir. Bir pazarın içinden belirebilir. Bir ara sokakta seni bekliyor olabilir. Bir minarenin gölgesinde saklanıyor olabilir.
Kaldırımlar üzerine saçılmış tablolar
Sağlı sollu konumlanmış antikacılar arasından ilerlerken sağda 1830’lu yıllarda yapılan, önceleri Sürahi Hamamı diye bilinen Çukurcuma Hamamı’nı görüyorum. Uzunca bir renovasyon sonrasında 2018 yılında yeniden kullanıma açılmıştı. Derken biraz ileride karşıma antika dükkânları arasına serpiştirilmiş tasarım ürünler satan mağazalar çıkıyor. Bazılarına göz gezdiriyorum.
Genel olarak sakin bir cadde burası, esnafı dostane. Berol Antik dükkânı dikkatimi çekiyor. İçeri girdiğimde soldaki rafta eski fotoğraf makineleri karşılıyor beni. Buranın atmosferi diğer antikacılarınkinden çok daha farklı.
Cihangir’in tanından sanatçılarından Avni Akmehmetoğlu.
Biraz göz gezdirdikten sonra çıkıyorum ve yürümeye devam ediyorum. Suphi Bey’in antika dükkânından sonra Masumiyet Müzesi’ni görüyorum. Burası beni hiç çekmiyor ne yalan söyleyeyim. Bu kadar yetmez ama evet Cihangir’e doğru çıkmalıyım, derken Avni Akmehmetoğlu’nun kaldırımın üzerinde yer alan tabloları takılıyor gözüme. Açıkçası bu çalışmaları incelemek Masumiyet Müzesi’ne gitmekten daha anlamlı geliyor bana.
Tablolara bakarken lüks arabalar gelip tabloların önünde duruyor. Avni pek ünlü, tablolarının da bayağı alıcısı varmış. 1955 yılında Erzurum’da doğmuş, Erzurum Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul’a göç etmiş ve Ortaköy’de bir antikacı dükkânı işletmiş. Eserleri İstanbul’da bazı galerilerde sergilenmiş. Atölyesi açıktı ama kendisi bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyor.
Apartmanların arasında
Çukurcuma yokuşunu tırmanıyorum, rotam Cihangir. Ama binalarını pek beğendiğim Faik Paşa Caddesine yakınım ve fotoğraf çekmek istiyorum. İstanbul’un en sevdiğim sokaklarından biridir burası. İstanbul’a dair okuduğum onca metin birden canlanıveriyor burada. En sevdiğim döneme, yani 19. yüzyılın İstanbulu’na gidiyorum, zaman perdesini aralıyorum. Konusu açılmışken Faik Paşa’dan bahsedeyim.
Asıl ismi Francesco della Suda olan Faik Paşa’nın böyle anılmasının sebebi sarayda baş eczacılığa yükselmesi. Kendisi isminden anlaşılacağı üzere İtalyan asıllı. Yunanistan doğumlu. Bu caddeye isminin verilmesinin nedeni ise savaş sırasında orduya ilaç tedariği yapmasıyla sarayın gönlünü kazanmış olması.
“Binalarını pek beğendiğim Faik Paşa Caddesi, İstanbul’un en sevdiğim sokaklarından biri.”
1849 yılında İstiklal Caddesi’nde yani Gran rua Pera’da bir Pharmacie Della Suda (Büyük Eczane) adında bir eczanesi varmış ve bu yokuşun başında otururmuş.
Balkonunda heykeller bulunan 15 numaradaki bina her zaman en sevdiğim oldu. Bu binanın adını bilmiyorum. Hemen yanındaki bina Berberyan Apartmanı. Şimdi bir mimarlık ofisi. 25 Numarada Pitsilirdi Apartmanı var. 9 numarada Mimar Constantin Pappa’nın yaptığı Livada Apartmanına gözlerimi dikiyorum. Kendisi Arif Paşa binasının ve daha birçok binanın mimarı.
Günümüzde hangi tarihi bina otel olmuyor ki!
Osmanlı tebaasına bağlı Ortodoks Rum Cemaati’nden olan Pappa, Moda’da Fazıl Paşa Sokağı’nın köşesinde oturmuş. 1868-1931 yıllarında yaşamış. Babası Yorgo annesi Eleni. Cihangir’e çıkacağım ama kopamıyorum bu sokaklardan.
Bir de Bostancıbaşı Caddesine gidip Zenovich Apartmanını göreyim. Firuzağa Mahallesinin gözdesi Milo Zenovitch. Deniz ticareti yapan Karadağlı Milo ailesi için 1880 yılında inşa ettirdiği bu apartman restorasyondan geçmiş. Artık otel olarak kullanılıyor. Günümüzde hangi tarihi bina otel olmuyor ki!
Bu sefer rotam Cihangir, kararım kesin! Yukarı doğru tırmanıyorum. Ağa Hamamı sokağına giriveriyorum, sağlı sollu ürünlerini dışarı çıkarmış nalburun önünden geçiyorum. Sağda Asri turşucusu var. Neşeli Günler filmindeki turşucu yani. Boş geçmiyor, yapıştırıveriyorum turşu suyunu. Elimde kalan turşu suyu, Firuzağa Camisini geride bırakıyorum. Palas’ların mahallesi Cihangir’deyim.
Firuzağa Mahallesinde bulunan antikacılar görülmeye değer.
Yokuşun sonu Merkep Bağırtan sokağı!
Malumunuz Cihangir; Cihangir, Kılıç Ali Paşa ve Pürtelaş mahallelerinden oluşuyor. Hemen karşımdaki Akarsu Caddesine giriyorum. Burada Orhan Kemal Müzesi var. Pera kadar olmasa da buralarda vakit geçirmeyi seviyorum. Cihangir eski bir yerleşim yeri ve 19. yüzyılda çıkan yangından o da nasibini almış.
Çoğu ahşap bina yandıktan sonra 1930’larda yığma binalar yapılmış buraya. Frenk kültürü kendini Art deco, neoklasik cephelerde gösteriyor. Akarsu caddesini bitirip sola kıvrılıyorum.
Başım yukarda… Binalara bakarak bazen fotoğraf çekerek ilerliyorum. Sokak isimlerine bakmıyorum artık. Bütün ilgim apartman isimlerinde. Kristal Palas, Karminati Apartmanı, Lena apartmanı… Birden Havyar isimli sokakta buluyorum kendimi, sakin bir sokak, bir dört yola çıkıyor, apartmanlar, ağaç altı kafeler var. Bayağı dolular da… Cihangire geliyorum ama buralarda hiç dolaşmamışım.
Bir kahveciye oturup notlarımı almaya koyuluyorum:
1-Apartman kapıları, isimleri ve yazılış şekilleri çok güzel.
2-Cihangir’de yaşamam. (!)
3-Keşke Pera kadar görkemli kalsaymış.
Sipariş etmeme rağmen kahvem gelmedi. Flanözlük aşkım soğumasın diye kalktım. Ara sokaklardan devam ettim bu sefer. Bir apartman arasından denizi gördüm. Biraz daha ilerleyince girişinde tarihi çeşme bulunun Münir Özkul sokağına vardım, Galataport’a yanaşan gemi olmasaydı daha güzel fotoğraf çekebilirdim.
Yokuşun sonu Merkep Bağırtan sokağı! 1894’te Galata rıhtımı yapılmadan evvel, Tophane İskelesi varmış onun yerinde. Yazları Beyoğlu’ndan Boğaziçi’ne taşınan zengin aileler tarafından kullanılırmış.
Aileler eşyalarını buradan yükler ve dönüşte yine aynı yolu tercih edermiş. İskeleden Beyoğlu’na gitmek için ise Tophane Çeşmesi yakınında bulunan merkepler kullanılırmış. Merkepleri bile yorgunluktan inleten bu yokuşa Merkep Bağırtan yokuşu denmiş.
Yokuşu inmedim. Geriye dönüp tekrar sokaklara daldım. Yürüye yürüye bir merdiven eşiğine geldim. Merdivenlerden inince Cihangir Caddesine çıktım. Katlı otoparkın karşı çaprazında Bazlamacı Apartmanı, yanında da Cihannuma Apartmanı…
Cihangir, Kılıç Ali Paşa ve Pürtelaş mahallelerinden oluşuyor.
Bazlamacı ailesinin dramı
Size biraz Bazlamacı Apartmanından ve içinde yaşayanların hikâyesinden bahsedeyim. Cihangir’in ilk apartmanlarından Bazlamacı’nın hüzünlü bir geçmişi var. Bazlamacı ailesi 1932 yılında bu binayı yaptırmış. Nikoli Bazlamacı, Olimpos Gazoz Fabrikasının sahibi olan bir Rum. 6-7 Eylül olaylarında Sirkeci’de bulunan Olimpos gazozlarının fabrikası saldırıya uğramış Baba Nikoli, 2 yıl direnmiş ama tehditler sonucu aile Sirkeci’deki fabrikayı ve Cihangir’deki apartmanı bırakıp gitmeye mecbur bırakılmış. Grigoris Bazlamacı, 1950’de bu apartmanda doğmuş. 7 yaşında İstanbul’u terk etmek zorunda kalmış.
Yıllar sonra yaşadığı yeri eşiyle birlikte görmeye gelmiş ve apartmanın önünde orada yaşayan sanatçı Gülsün Karamustafa ile tanışmışlar. Kim olduklarını ve hikâyelerini öğrendikten sonra halihazırda Atina’daki bir müzeyle ortak işler yapan sanatçı, Bazlamacı ailesine ait olan apartmanın bir maketini yapmış ve sergilenmek üzere müzeye göndermiş. Bu hikâye orada da sergi sayesinde somutlaşmış.
O nedenle, bu kadar popüler hale gelen, her köşesinde farklı bir mekânın “mantar” gibi türediği Cihangir’i dolaşırken onun tarihi arka plânını göz ardı etmeyin. Acılarla yüklü tarihini hatırlamadan geçmeyin…