Share This Article
Büyükannemin dökme mumdan yapılmış gibi düzgün, biçimli, zarif ellerini hatırlıyorum, ut üstünde. “Bir dalda iki kiraz, biri al biri beyaz” diye anlatıyor iki en sevdiğini. Annem ve dayım. İncecikten, titreşimli, hüzünlü bir ses. İçime işlemiş. Bazen, çocuk yüreğime dar gelen bu hüzün sıkardı da beni durup dururken huysuzluk ederdim vara yoğa.
Evlerimizden, hatırladığıma göre fotoğraflar kalkmış, gramofonlar baş köşelere kurulmuştu. Radyonun varlığını henüz hatırlamıyorum.
Taş plaklar yer alıyordu konsolların üstünde… Ve Fikriye Hanım, Deniz Kızı Etfalya, Hafiz Burhan sesleri dökülüyordu açık yaz pencerelerinden sokaklara. Eftalya’nın bir ayrı anlamı vardı bizim evde. Belki daha birçok evlerde…
Kanlıca koyunda mehtaplı gecelerde bir şarkı tutturduğu zaman Emirgan ahalisi, “Aman Allah” çekermiş bu güzel ve güçlü sesin yankılanmasından. Babam da bu sesin meftunuydu anlaşılan. Kahvaltı masasında sabahleyin “dün geceki âlem” konuşulurken, dudaklarındaki o cince tebessümü unutamam.
‘Hafız Burhan’ın bize kadar ulaşan sesinden ürkerdim’
Dizginleri çekilmiş, hafifletilmiş bir gülümsemeydi bu. Annemin sorularında ya da cevaplarında da aynı “temkinli, dikkatli, dizgine vurulmuş” bir hüzün. Çocuklar bu alışverişleri sezgileriyle çok ince bir biçimde algılarlar. “O anlamaz” diye geçiştirilen pek çok inceliği yüreklerinin bilgisayarına, ya da hafızasına kaydederler, bilesiniz…
Hafız Burhan’ın bize kadar ulaşan sesinden ürkerdim. Şimdi anlıyorum, bu ürkme adının başındaki “hafız” sözcüğüyle ilgiliydi. Bu sözcük nedense bana ölümle eş anlamlı geliyordu. Belki de nenemin ölümünde evi dolduran o son gece töreninin etkisiydi bu. Sonra, bir ara evde duyduğum isim Sabite Tur oldu. Bu kez amcam, neredeyse âşık olmuştu onun sesine. O, babam gibi dipten, derinden gitmiyordu.
Türk musikisi eğitiminin Darülelhan’dan kaldırılması üzerine bir araya gelen musiki üstadları, Darülelhan hoca ve talebeleriyle. (Gönül Paçacı Arşivi)
Sabite Tur’un sesini nerede dinlerse dinlesin susturuyordu herkesi. “Altıncı Halit Beyler” salı geceleri gelirdi evimize. İki kızı ve karısıyla birlikte. O günler soframızın bir gedikli konuğu daha vardı: Eltaf Bey. Halit Beye “Altıncı” denmesinin sebebini yıllar sonra öğrendim: Merkez Bankası’nda “Chambre Forte” denilen demir kapılı bir odada, altın işleriyle uğraşırmış.
Altın eritir, kalıba dökerlermiş belki de. Aklımda böyle bir imaj var. Eltaf Bey ise bizi çok ilgilendiren, biz, evin çocuklan yani… Adeta bir başka dünyanın adamıydı. Her sefer hayretler içinde seyrettiğimiz. Pırasadan “pürhassa” diye, maydonozdan “midenüvaz” diye söz eden, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Beyi gibi giyinen, son derece protokolcu, nazik ve ardından “meclis ârâ” diye söz edilen Bu, “güzel konuşmasıyla meclisi süsleyen” anlamına geliyormuş meğer. Yıllar sonra, Meydan Larousse’u hazırlarken öğrenmiştim anlamını.
Hiç unutamadığım olay ‘Aşk Mektubu’ adlı bir taş plaktı
Neyse… Altıncı Halit Bey keman çalardı, hanımı ut, kızlarının biri kanun çalardı, biri yaylı tambur. Yemekten sonra başlardı “fasıl”. Ve Eltaf Bey ellerini dizlerine vurarak dem tutar, gözleri yarı kapalı, şarkılara katılırdı güzel sesiyle: “Gelse o şuh meclise…”
Genellikle konser “Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz” şarkısında heyecanın uç noktasına ulaşır, ben “neler olur acaba” diye bu bilmeceleri çözmeye uğraşırken “Şu gelen atlı mıdır” gibi şuh bir İstanbul türküsüyle sona ererdi. Bu, beklenen “atlı”yı çok severdim. Geliyor ve beni içine düştüğüm bu derin denizden kurtaracak, çekip çıkaracak, diye. Çocuk yüreğim demek ki kaldıramıyordu bu heyecanı. Yaşıma çok büyük gelen bu etkileri kimselere sormadan çözümleme çabası yoruyordu beni herhalde…
Sonra, gelsin çaylar… Çayla birlikte, salı geceleri çok tekrarlanan bir konu vardı bu mecliste: Çaynâme. Japonların çay seremonisini iğneden ipliğe açıklayan bu nefis kitabı sonra ben de okudum. Kim bilir kaç kez… Herhalde törecilik yanımın mayasında bu kitaptan çok şey var. Çay fincanı, çay kokusu, çay demlenmesi hakkında neler öğretti o geceler ve o sohbetler bana.
Evimizin gramofon döneminden hiç unutamadığım olay “Aşk Mektubu” adlı bir taş plaktı. Herhalde böyleydi adı. Münir Nurettin ve bir hanım düet yapıyordu bu şarkıda. Ve Münir Nurettin, “Meleğim, afitab-i ruhumsun” diye başlıyordu şarkıya… Dizelerin anlamını sonraları öğrendim. Ama yine de o şarkıda bir kadınla bir erkeğin birbirlerine güzel şeyler, hoş şeyler söylediğini algılıyordum.
Bu şarkının benim için ne ifade ettiğini o günler bir başkasına anlatmam çok güç. Her karı-koca gibi, benim annemle babam da birbirlerine öfkelenir, tartışır, darılırlardı. Bu genelde kesinlikle çocukların yanında olmuyordu. Ama benim güvene, uyuma, barışa dönük antenlerim ortalıkta ters bir şeyin dalgalandığını hemen alırdı. Nasıl mutsuz, ürkek, kuşkulu olurdum o zaman.
‘İhtiyarım gitti elden, görünce şivekârı…’
İşte bu düet benim kurtarıcımdı böyle hallerde. Çünkü sonunda bir şey keşfetmiştim… Hangisinin sinirleri önce yatışır, öfkesi geçer, barışmak isterse o gramofona bu plağı koyar, öbürünü barışmaya davet ederdi. Bir kereydi, onları gramofonun başında, birbirlerini kucaklamış, bu şarkıyı dinlerken, babam annemin güzel saçlarını gülümseyerek okşarken yakalamıştım. Bu benim en büyük sırrım olmuştu ve en büyük mutluluğum…
İstanbul Musiki Birliği Heyeti, ortada oturan Mildan Niyazi Ayomak (Gönül Paçacı Arşivi)
Sonraları, bu plağı ne kadar çok aradım Yüksekkaldırım plakçılarında, bulamadım. Ama her şeyin bir sonu var ya… Belki de bu daha iyi. O şarkıyı şimdi dinlesem, ne düşünürüm bilemiyorum ki… Bakın… Bir şarkı daha vardı o günlerde, sokaklara dalga dalga dökülen… “İhtiyarım gitti elden, görünce şivekârı…”
Perşembe günleri, benim için en mutsuz, en kâbuslu günlerdi sırf bu şarkı yüzünden. Annemin kabul günü. Ağabeylerimin bisikletle dolaşıp yarış ettikleri kocaman bir sofaya açılan bir küçük, küçücük sahne vardı evimizde. Perşembe günleri sofaya sandalyeler dizilir, sahneye perdeler takılır ve annemin arkadaşları adeta bir şov programı yaparlardı çaylar içildikten sonra. Konserler, taklitler, tablo vivan’lar, aryalar… Aryalar annemin numarasıydı. Nerden öğrenirdi, nasıl taklit ederdi bilemiyorum. Program genellikle yine annemin, hemen her perşembe tekrarladığı, o, “İhtiyarım gitti elden” şarkısıyla biterdi.
“İstek üzerine” kırmızı saten iskarpinler (bu kelime hiç kullanılmıyor artık), alnına bağlanmış has ipekten kırmızı bir fular, annem bu şarkıyı söylemeye başlayınca, yüreğimin yağı erirdi inanın. Bazen, nefrete varan bir öfkeyle kulaklarımı tıkar, bazı sabahlar da, eğer cesaret edersem, “Anne o şarkıyı söyleme n’olur” diye yalvarırdım. Çünkü şarkıdaki “ihtiyarım” sözcüğünü ben babamdan söz ediliyor diye alırdım. Baba ya…
Radyolar evlerin iktidarını ele almıştı
Demek ki annemin ihtiyarı o. Ve elden gitmiş. Belki de ölmüş… Ama annem nasıl böyle gülerek söylüyor şarkıyı ve neden babamdan ihtiyar diye söz ediyor? İşin doğrusunu ancak üniversitenin son sınıfında öğrenebildim, biliyor musunuz?
Radyoda biri bu şarkıyı seslendiriyor ve biz iki arkadaş ders çalışıyoruz. Fırladım, yerimden kalktım. İhtiyar sözcüğünün anlamını öğrenmişim meğer; murad edilen aziz babam değilmiş, sözlük anlamı, kendi isteğiyle hareket etme gücü, demeye geliyormuş.
Sevinçle, heyecanla, huzurla nasıl ağladığımı anlatamam. Büyük bir yükten kurtulmuştum. Annem aklanmıştı, babam ihtiyar değildi artık…
Artık büyüyorduk. Ablamın keman hocası hepimizi bir başka yönden ilgilendiriyordu. Radyolar evlerin iktidarını ele almıştı. Yabancı müziği, yabancı sesleri tanıma şansımız artmıştı. Ve ablam keman çalmak istemiyordu. Çalışmak hiç. Hocası, çok “müstait” bir “talebe” olduğuna hem ablamı hem büyükleri inandırmak için diller döküyordu.
Beyaz, uzun saçları, daralmış, kolları kısa elbisesiyle tipik bir “musiki muallimi”ydi bu bey. Bir gün onu kapı aralığından suçüstü yakaladık. Zaten ablamı bu dertten kurtarmak için sebepler arayıp duruyorduk. Adam bir dizini yere dayamış, keman çalıyor ve upuzun beyaz saçlarını savura savura şarkı söylüyordu. “Dizlerine kapansam, kana kana ağlasam…”
Ama ağlayan ablamdı. Öfkesinden deliye dönmüştü. O gün keman dersi faciasının son günü oldu. Kurtulmuştu.
Musikiyi duymuyor musun da onları bir kez daha besteliyorsun?
İlkgençliğin başladığı, insanı kıpır kıpır oynattığı, hayal ve rüyaların gerçekleri örttüğü günlerin birinde evimize Neveser Kökteş Hanım geliverdi ansızın: “Sevmek seni bir suç ise” diyerek… Hüzünlü, titreşimli nefis bir ses. Ve annemin cevabı: “Neden suç olsun?”
Bu bir izin belgesi miydi, bir uyarı mıydı bilmiyorum. Ama o gündür bugündür sevmek fiili ile suç kelimesini asla yan yana getirmedim ve düşünmedim…
Ve sonra bir akşam… Muhteşem bir tarihi olaya tanık oldum, bütün hücrelerimde yaşayarak. Derler ki Yahya Kemal, Münir Nurettin’e takılırmış ara sıra: “Benim şiirlerim yalnız şiir değil, musikidir de dostum. Yoksa sen bu musikiyi duymuyor musun da onları bir kez daha besteliyorsun?” dermiş.
İstanbul Şehir Cazbandı (İBB, Atatürk Kitaplığı)
O gece, rahmetli Ekrem Hakkı Ayverdi Beyefendinin evinde bir toplantı var. Bilim adamları, sanat ve fikir adamları, kalabalık. Kalabalığı yan odalardan birinden izleyenler Münir Nurettin’in, Yahya Kemal’e sunduğu armağanı adeta bir ekslaz halinde dinliyorlar: “Görünmez akşamın ufkundayız…”
Münir Nurettin şakıyor adeta ve koca Yahya Kemal, büyük bir coşku ile, hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Şarkı birkaç kez aynı heyecanla tekrarlanıyor. Şiirin musikisine, musikinin şiiri katılmış. Şair ve besteci birbirini dünle bugünün kucaklaşması gibi sarmış, sarmalamış…
Bunlar, bütün bu ölümsüz anılar hafızalarımıza depolanıp saklanmalıdır, diyorum. Bugünün şiirini ve müziğini oluşturabilmek için böyle bir birikime her zaman ihtiyacımız olacaktır. İnsanların yaşadıkları, ardında bıraktıkları her ana duydukları nostalji ve özlem o günlere geri dönmek anlamına gelmez.
Bugünleri yaparken o günlerden esinlenmek, beslenmek, zenginleşmek demektir bu. Ama ben, yine de yaşarken pek de değerini bilemediğimiz o zengin anılar dünyasının özlemi ile doluyum…
Kaynak: Argos dergisinin Mayıs 1990 tarihli sayısından alınmıştır.