Skip to content Skip to sidebar Skip to footer

Türkiye’de Felsefenin Öyküsü

Türkiye’de felsefeye ilişkin çok sayıda yazı kaleme alındı. Bu maceralı yolculukta, ülkede yaşanan ve 100 yılı bulan bir maceranın ayak izlerini takip ediyoruz…

Türkiye’de felsefe, Tanzimat’a kadar dinsel düşüncenin tam anlamıyla etkisi altındaydı. Medreselerdeki hukuk, mantık ve felsefeyle ilgili çalışmalar Aristoteles’in biçimci düşünce yöntemi uygulanarak yapılıyordu. Ayrıca toplumun çeşitli tabakalarına yansıyan ve daha çok tekkelerden yayılan gizemci bir felsefe vardı.

Çeşitli değişiklikler gösteren bu felsefe İslâm düşüncesinin Türk geleneklerine göre yorumlanmasından başka şey değildi. Bir halk felsefesi de vardı ki, Nasrettin Hoca ve halk hikâyeleriyle, atasözlerinde dile getiriliyordu. Bacon, Descartes, Spinoza, Kant vb., gibi Rönesans sonrası filozoflardan hemen hemen kimsenin haberi olmamıştı.

Türklerin, Farabi, İbni Sina, Birunî gibi büyük filozoflarla 10. ve 11. yüzyıllarda felsefeye katkılarda bulunduklarını elbette unutmamak gerekir. Ne var ki, sonradan arada kesin bir kopukluk olmuş, o kültür ile Osmanlı kültürü arasında bağ kurulamamıştır. Ancak 15. yüzyılda yaşayan Şeyh Bedrettin’in düşüncelerinde felsefi bir özellik, bir özgün yön bulunduğu söylenebilir.

Tanzimat’dan önce çoğu matematik ve coğrafya olmak üzere Batıdan yalnız bilimsel kitaplar çevrildi. Antik Yunan sonrası Avrupa felsefesine karşı duyulan ilgi ise Tanzimat’la ortaya çıkacaktır.

Tazimattaki kültür hareketlerinin öncüleri

Tanzimat’tan sonra medresenin yerini Darülfünun almaya başladı. İlk gazete olarak Tasvir­-i Efkâr yayın hayatına girdi. Bu gazetenin önemli yararlarından biri Batıdan gelmeye başlayan bilimsel ve felsefi düşünceleri halkın kolaylıkla tanıyabilmesini sağlamasıydı. Ahmet Vefik Paşa’nın Üniversitede verdiği Hikmet-i Tarih (Tarih Felsefesi) dersinin özeti bu gazetede yayımlandı.

Felsefe konusunda önce Ziya Paşa’nın J.J. Rousseau’dan yaptığı Emile çevirisini görüyoruz. Tanzimat yazar ye düşünürlerinin ilgisi hemen hep Fransız devrimini hazırlayan aydınlanma filozoflarına yönelmiş, onlardan çeviriler yapılmaya çalışılmıştır. Bu çeviriler başlangıçta kısa ya da eksikti; önemli kitapların tam olarak çevrilmesi sonraya kaldı.

Tazimattaki kültür hareketlerinin öncülerinden Münif Paşa Ansiklopediciler’in 18. yüzyılda Fransa’da yaptığı çalışmalara benzer yayınlar yaptı; dergi çıkardı, okul ve dernek kurdu. Onun Muhaverat-ı Hikemiye (Felsefe Konuşmaları) adlı kitabı, ikisi de Fransız olan, Fontenelle ve Fenelon’dan çevirdiği diyaloglardan meydana gelir. Yazarlar bu diyaloglarda, Herakleitos ve Demokritos gibi Yunan filozoflarını konuştururlar.

Tanzimat tarihinin en önemli düşün adamlarından biri de kuşkusuz Ali Suavi’ydi. Türkiye’de ilk felsefe tarihi bilgisini, Ali Suavi kendi gazetesinde Tarih-i Efkâr, (Düşüncelerin Tarihi) başlığı altında vermiştir. Bu yazılarda Sokrates öncesi Yunan felsefecilerinin görüşleri oldukça geniş bir biçimde anlatılır; İslâm felsefesiyle karşılaştırmalar yapılır.

İlginç olan şey, Yunanlı felsefeciler anlatılırken, onların hep Batı Anadolulu olduklarının, yaşadıkları kentlerin bugünkü adları da verilerek iyice vurgulanmasıdır. Öyle ki, “Stoa” felsefesine dahi Anadolu’dan göçenlerin ön ayak olduklarına işaret edilir.

Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) yıllarca sonra bu konuda söylediklerini Ali Suavi sanki daha o zaman söylemektedir. Ali Suavi dilde sadeleşmenin öncülerindendi. Terimlerin türkçeleşmesi için ilk çabayı o gösterdi.

Prens Sabahattin

Batı felsefesindeki sorunlar üzerinde düşünmeye Ahmet Mithat ile başlanmıştır

Tanzimat döneminde edebiyat yazılarının yanında felsefeye büyük ve sürekli yer veren Ahmet Mithat olmuştur. Ahmet Mithat, Batının tekniğine, bilimine ve felsefesine hayrandı. “Halkın kafasına Acem baskısı eski masal kitaplarındaki saçmalar yerine aydın düşünceler yerleştirmek gerekir” diyordu. Onda, tanrısızlıktan dinciliğe, maddecilikten ruhçuluğa doğru bir gidiş görülür.

Diyebiliriz ki, Türk düşüncesinde Batı felsefesindeki sorunlar üzerinde düşünmeye ilk olarak Ahmet Mithat’la başlanmıştır. O zamana kadar Tanzimat düşünürlerini, Yeni Osmanlıları, Bati felsefesinin yalnız siyasal yönü ilgilendirmişti. Ahmet Mithat’ın ise Batı düşüncesinde değinmediği bir yön kalmamıştır.

Fakat bu değinmeler hep yüzeysellikten kurtulamıyor; derinleşemiyordu. Ahmet Mithat’ın yanlış bir biçimde de olsa Schopennauer’i eleştirmek için bir küçük kitap yazdığını bile görmekteyiz. Bu yazar ayrıca, Tarih-i Hikmet adındaki kitabıyla küçük bir felsefe tarihi denemesi yapmıştı. Yazılarıda idealist felsefeyi gittikçe daha çok tutan Ahmet Mithat’a karşı, Baha Tevfik ve Ahmet Nebil, maddeciliği ve bu arada o günlerde moda olan Buchner’i savundular ve

Buchner’den Madde ve Kuvvet adlı kitabı çevirdiler. Bizde ilk felsefe dergisini Baha Tevfik çıkardı. İlk felsefe sözlüğü çalışması da bu dergide görülmektedir. Baha Tevfik aynı zamanda Alfred Fouille’den iki ciltlik Felsefe Tarihi’ni çevirmiş daha başka kitaplar yayımlamıştır.

Rıza Tevfik kendisine ‘Bacon ve Mill’in öğrencisi’ adını verdi

Türkiye’de maddeci felsefenin yanında pozitivist, natüralist felsefenin etkisi de oldukça geniştir. Pozitivist düşünce akımından yana olanlar daha çok Rıza Tevfik’in çıkardığı Ulum-u İçtimaiye ve İktisadiye dergisinde yazı yazdılar. Derginin adı bugünkü dilimizle söylersek “Toplum Bilimleri ve Ekonomik Bilimler” oluyor.

Rıza Tevfik, ampirizm ve agnostisizm (bilinemezcilik) yolunda olduğunu söyler. Şair de olan Rıza Tevfik özel bir lisede bilgi kuramı üzerine dersler verirken Batılı düşünürlerden alıntılar yapıyor, sözlerini şiirlerle süslüyordu. Bu dersler basılmıştır.

Bacon’un ve Stuart Mill’in düşüncelerini, Musa Akyiğit’den sonra bizde ilk savunanlar arasında bulunan Rıza Tevfik kendisine “Bacon’un ve Stuart Mill’in öğrencisi” adını vermişti. Makalelerinde “Feylesof” diye imza attığı için “Feylesof Riza Tevfik” olarak anıldı. Rıza Tevfik’in Abdülhak Hamit’in şiirlerini felsefe açısından yorumlayan bir kitap yazması da ilgi çekicidir.

Pozitivist felsefeye ilk ilgi, daha doğrusu pozitivistlerin Türkiye’ye ilgisi Auguste Comte’un Mustafa Reşit Paşa’ya yazdığı mektupla başlar. Comte bu mektubunda Tanzimat’ı kendi felsefesine göre açıklamaya çalışıyor, tasarladığı büyük insanlık dini için Tükiye’den yararlanmayı düşünüyordu.

Bizde Auguste Comte’un felsefesiyle asıl ilgilenen; bu felsefeye yakınlık gösteren düşünürün ise Ahmet Rıza (1858-1930) olduğunu söylemeliyim.

Birçok yazar ve düşünür arasında maddeci, pozitivist ve natüralist felsefenin çilesini çeken adam ise Beşir Fuad’tır. Bilim-din, Batı-Doğu çatışmasından doğan ruhsal bunalımı ilk olarak o yaşamış; sonunda intihar etmiştir.

‘Bilimsiz felsefe, felsefesiz bilim olmaz’

Pozitivist felsefe etkisini, Cumhuriyet döneminde de büyük ölçüde gösterecektir. Öyle ki, Atatürk’ün Auguste Comte’a ve pozitivist felsefecilere özel bir ilgi duyduğu anlaşılmaktadır.

1895 yılı felsefenin en önemli kitaplarından birinin çevrilip yayınlandığı tarihtir. Bu tarihte Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni o zamanki adıyla “Mülkiye”yi bitiren genç bir aydın, bilinçli bir girişimle Descartes’in “Yöntem Üzerine Konuşma” kitabını çevirip yayınladı.

Çeviri ilkin pek ilgi çekmediyse de sonraları yeterince değerlendirilmiştir. Descartes’in bizdeki ilk çeviricisi olan İbrahim Ethem adındaki bu genç, çeviriye yazdığı Önsöz’de “Bilimsiz felsefe, felsefesiz bilim olmaz” diyerek önemli noktalar üzerinde duruyor.

Batı felsefe ve edebiyatı konusunda uzun süre ilgiyi çeken yer Fransa olmuştu. Nitekim, Serveti Fünun‘un değerli yazarı Ahmet Şuayip, Hayat ve Kitaplar başlığı altında hazırladığı bir dizi yazıda, filozof Taine’in felsefesinden başlayarak bütün 19. Yüzyıl Fransız felsefesini çok iyi anlatmaktadır.

Yıllar ilerledikçe Batıya duyulan ilgiler bilim felsefesini de içine alarak gelişti. Matematikçi Salih Zeki, Alexis Bertrand’dan Felsefe-i İlmiye‘yi daha sonra Henri Poincaré’den İlmin Kıymeti‘ni çevirecektir. Bunlar bilim felsefesi ve “metodoloji” açısından önemli kitaplardır. İlginçtir ki, Felsefe-i İlmiye gibi zor bir kitabın o zaman liselerde okutulması düşünülmüştü.

Selanik’teki de felsefe çalışmaları

İşte, İstanbul Üniversitesi’ndeki Felsefe Bölümü böyle bir düşünce ortamı içinde açıldı ve derslere başlandı (1900). Bu bölümde felsefeye bağlı olarak, toplumbilim, ruhbilim ve eğitim dersleri de veriliyordu. Kültür etkinliklerinin daha da canlandığı yıllar, İkinci Meşrutiyet yıllarıdır.

Felsefe alanında oldukça planlı ve programlı yayınlar görülür bu yıllarda. Örneğin Hüseyin Cahit Yalçın’ın Oğlumun Kütüphanesi başlığı altında yayınladığı bir dizi kitap arasında felsefe çevirileri oldukça büyük bir yer tutar. Felsefe kitapları yalnız İstanbul’da yayınlanmamaktadır o sırada.

Selanik’te de felsefe çalışmaları vardır. Örneğin Yeni Felsefe adında bir dergi çıkarılmakta ve felsefe kitapları yayınlanmaktadır. Dergi ve kitaplardaki ana düşünce «Batının bilimden yana akılcı felsefesinin Türk toplum hayatına uygulanmasıdır. Selânik her bakımdan önemli bir kenttir o sıralarda.

Dilde sadeleşme akımı Selanik’teki Genç Kalemler dergisinde yazı yazanların çabasıyla başlamıştır. O akım edebiyatçıların gizlenmez bir dil sorunu ile karşılaştıklarını gösteriyordu.

Aynı günlerde felsefecilerin daha çetin dil sorunları vardı. Üniversitedeki hocaların kullandığı felsefe dili, özellikle terimler koyu Arapçanın etkisi altındaydı. Bu durumda hiç olmazsa terimlerde bir karara varmak için bir komisyon kurularak çalışmalar yapıldı.

Felsefe terimleri kitap halinde yayımlandı. Profesör Ahmet Naim’in, Fransızca bir psikoloji kitabından yaptığı çevirinin sonundaki yüz sayfalık sözlük, felsefe dilimizin o sıradaki durumunu yansıtması bakımından çok ilgi çekicidir.

Jön Türklerin Toplumbilim ve Felsefe çalışmaları

Felsefe yayınları durmadı. İkinci Meşrutiyet döneminde Maarif Nezareti’nin de planlı yayın işine önem verdiği görülmektedir. “Telif ve Tercüme Kütüphanesi dizisi bu amaçla yayınlanmaya başladı.

Dizideki yerli ve yabancı eserler o döneme göre güzel basılarak yayımlanıyor, bunların arasında felsefe kitaplarına da yer veriliyordu. Nitekim yukarda adı geçen Salih Zeki Bey’in felsefe ile ilgili çevirileri bu kitaplar arasında çıkmıştı.

İkinci Meşrutiyet’in felsefe etkinlikleri incelenirken tanınmış Jön Türklerden Dr. Abdullah Cevdet’in yayınlarını gözden geçirmenin yararı vardır. Çıkardığı İçtihat dergisiyle uzun yıllar pozitivist, maddeci ve tanrıtanımaz düşünceleri savunan Abdullah Cevdet, felsefe ve toplumbilim konusunda çeviri olan ve olmayan kitaplar da yayımladı. İçtihadın Kitapları dizisi olarak çıkarılan bu kitaplar arasında, özellikle Gustave Le Bon’dan ve Voltaire’den yapılan çeviriler dikkati çeker.

Maddeci ve pozitivist düşünce akımları ülkede çoğalıp genişlemeye başlayınca bunlara karşı iki eleştiri kitabının yayımlandığını görüyoruz: 1915’de yayımlanan birincisi, adını “Akıl ve Bilim Karşısında Maddeci Felsefenin Yanlışları” diye çevirebileceğimiz Huzur-u Akl-ü Fende Maddiyun Meslek-i Delaleti‘dir ve bir zamanlar Üniversitede felsefe dersleri okutan Ahmet Hilmi’nin kitabıdır.

Yazar burada “maddeci” dediği Celâl Nuri’nin Tarih-i İstikbal (Geleceğin Tarihi) adlı eserini eleştirirken aynı zamanda felsefe tarihindeki birçok düşünüre karşı çıkıyor. Ahmet Hilmi, panteist (tümtanrıcı) felsefeden yana olduğu halde Hangi Meslek-i Felsefeyi Kabul Etmeliyiz‘de (1913) üniversite gençlerine belli bir görüşün savunulmasından çok, bütün felsefelerdeki en doğru yönleri alarak hareket etmelerini öğütlemekteydi.

Cumhuriyet öncesi üç önemli felsefe kitabı

İkinci eleştiri kitabı spritualist (ruhçu) İsmail Fenni (Ertuğrul) tarafından kaleme alınan Maddiyun Mezhebinin İzmihlali’dir (Maddeci Görüşün Çöküşü) ve 1928’de yayımlanmıştır. Bu kitapta Buchner, Saint Simon, Auguste Comte, Darwin ve Lamarck eleştirilmeye çalışılmaktadır.

Cumhuriyet dönemindeki felsefeye geçmeden önce, 1923’de yayınlanan üçüncü ve önemli bir felsefe eleştirisi kitabına daha değineceğim: İntikal ve Mülahazalar (Eleştiriler ve Düşünceler). Mehmet Ali Aynî, çeşitli yerlerde yayınladığı eleştirilerini toplamıştır bu kitapta.

İslam felsefesiyle birlikte Arap ve Fransız dillerini iyi bildiği anlaşılan Mehmet Ali Aynî, o döneme göre güçlü bir eleştirmeci, yetenekli bir tartışmacıdır. Kitaptaki eleştiri yazıları arasında Abbé Barbe’dan yapılan Felsefe Tarihi çevirisinin ayrıntılı eleştirisi özellikle dikkati çekmektedir. Abbé Barbe’ın Felsefe Tarihi, okullardaki ders kitabı gereksinmesini karşılamak için çevrilmişti.

Yayımlanan başka bir felsefe tarihi Mehmet Emin (Erişirgil)’in, Universite’de verdiği derslerden oluşmaktadır (1920). Üçüncü bir felsefe tarihi daha görülecektir. 1925’de, Paul Janet’den çevrilen bu kitap Tarih-i Felsefe, Metalip ve Mezahip (Felsefe Tarihi, Sorunlar ve Çığırlar) adını taşımaktadır. Bu kitap o zaman Medresede ve Üniversitede okutulmaktaydı.

Felsefe çalışmaları tüm çabalara karşın dar aydın çevre içinde kal

Çeviriler arttıkça eski genel sözlüklerin yetmediği görülüyor. Yalnız felsefe terimlerini içeren sözlükler aranmaya başlıyor. Nitekim iki felsefe sözlüğü girişimi vardır bu yıllarda. Birini Rıza Tevfik, ötekini İsmail Fennî hazırlamıştı. Rıza Tevfik’in sözlüğünün tamamı basılamadı, Fransızcadan Türkçeye olan ikincisi tamam olarak yayımlandı (1928).

Baştan beri sıraladığım felsefe çalışmaları tüm çabalara karşın dar aydın çevreleri içinde kalıyordu. Fakat bizde Ziya Gökalp Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında olduğu kadar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da düşünceleriyle toplumu büyük ölçüde etkilendi ve adını gittikçe genişleyen geniş bir alana duyurdu.

Aslında toplumbilimci olan Ziya Gökalp, yazılarında başta Durkheim olmak üzere birçok Batı felsefecisinden alıntılar yaparak Türkiye’nin sorunlarını inceledi. Bizde bir toplumbilim okulu meydana getiren Gökalp’i, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu vb., izledi.

Cumhuriyet döneminin başlarında özellikle pragmacı felsefeye ilgi duyuldu. William James ve John Dewey’in temsil ettiği bu akım, “Gerçeğin uygulama dışında bir ölçüsü yoktur; her var sayımın, her yasanın geçerliği ancak deneme sonunda belli olur” diyordu.

Bu bakımdan, geri kalmışlığının nedenlerini Doğunun gizemci ve metafizik etkilerinde bulan Türk aydınlarının pragmacılığı benimsemesi doğaldı. Mehmet Emin Erişirgil ve Avni Başman’la birlikte pragmacılığı benimseyenler eğitim işlerinde görev aldılar. John Dewey’in kitapları dilimize çevrildiği gibi kendisi de eğitim konusunda rapor vermek üzere Türkiye’ye çağrıldı.

Erken Cumhuriyet döneminde Freud’a büyük ilgi

Aynı günlerde Bergson’un sözü edilmeye başladı Türkiye’de. Kimi aydınlarımız, Bergson’un “yaşama atılımı” kuramını içtenlikle savundular. Bu akımın Türkiye’ye gelmesine çeviri ve yazılarıyla Mustafa Şekip Tunç ön ayak oldu. Şekip Tunç daha sonra Freud’ü çevirecek ve Freudculuğu tanıtacaktır (1926). Her yerde olduğu gibi Türkiye’de de Freud büyük ilgi gördü, birçok kitabı çevrildi.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki düşün hareketlerinden biri de Konya’da Yeni Fikir dergisini çıkaran Naci Fikret ile Namdar Rahmi Karatay’ın benimsedikleri “enerjetizm”di. Enerjetizm, madde ile hatta ruhla ilgili her şeyi enerji ile açıklıyordu.

Pragmacılığa ve enerjetizme karşı olanların başında ise Mehmet İzzet vardı ve felsefi idealizmi savunuyordu. Bu profesör ve onun asistanı olan Orhan Sadettin, Üniversitede felsefe tarihi dersleri okuttular; Karl Vorlander’in üç ciltlik Felsefe Tarihini çevirdiler.

Her yeni felsefe ve bilim akımı artık oldukça hızlı biçimde Türkiye’ye gelmeye başladı. Nitekim Einstein’in “görelilik kurami”nin Avrupa’da açıklanmasından sonra bu konuda bizde de kitap çıkması gecikmedi. Einstein kuramına ilişkin ilk iki kitabımız 1922 ve 1925 tarihlerini taşımaktadır.

1928’de Latin yazısının kabulü ile Türk eğitiminde olduğu kadar düşünce ve yayın hayatında da yepyeni bir döneme girildi. Kısa alışma süresinden sonra, gazete, dergi ve kitaplar daha çok yayımlanıp daha çok kimselerce okunmaya başladı.

1930’da dil devrimi başlayınca Türk dilinin dünyadaki en zengin dillerden biri olduğunu söyleyen Atatürk, dilimizin bilinçle işlenmesi gerektiğini belirtti. “Ülkesini, bağımsızlığını korumasını bilen Türk ulusu, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıydı.” Dil devrimi Atatürk’ün üzerinde en çok durduğu devrim oldu.

‘Üniversite devrime ilgisiz kaldı’

1933 yılında da üniversite reformu yapıldı. Eski üniversitenin yerine yeni bir üniversite kuruldu. O zamanın Milli Eğitim Bakanı bu yenileştirmenin gerekçesini açıklarken şöyle diyordu:

“Üniversite devrimlerle ilgilenmemiştir. Yazı devrimi, dilde yenileşme, yeni tarih düşüncesi bütün yurdu sararken üniversite aldırmazlık içindeydi.”

Demek ki, yeni üniversitenin kadroları devrimci olacaktı. Bu bağlam içinde üniversitedeki felsefe öğreniminin ne gibi değişiklikler gösterdiğine bakalım: 1933’de felsefe bölümünde biri doçent öteki ikisi asistan üç felsefeci göreve başlıyordu. Doçentin adı Hilmi Ziya Ülken, asistanların adları Macit Gökberk ve Halil Vehbi Eralp’ti.

Hilmi Ziya’nın Umumi İçtimaiyat (Genel Toplumbilim) ve Türk Tefekkür Tarihi kitaplarını gören Atatürk onu Ankara’ya çağırarak konuşmuş, araştırma yapması için Almanya’ya göndereceğini, dönüşünde Üniversite’ye «Türk Düşüncesi Tarihi Kürsüsü ne atanacağını bildirmişti. Bir yıl kadar Almanya’da kaldıktan sonra yurda dönen Hilmi Ziya büyük bir hevesle derslerine başladı.

33 Üniversite reformu ile gelen Hans Reichenbach, verimli olamadı

Hilmi Ziya ve Macit Gökberk’in Üniversite’deki çalışmaları iyi bir gelişme gösterecek, önemli eserler vereceklerdir. Onların bu çalışmalarına daha sonra değineceğim.

Fransa’da iyi bir felsefe öğrenimi gören Vehbi Eralp genel felsefe ve mantık dersleri verdi. Alfred Veber’in Felsefe Tarihi‘ni çevirdi. Almanya’da felsefe öğrenimini yeni tamamlayan Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun sanat tarihi ve estetik kürsüsüne atanmasıyla kadro tamamlamıyordu.

Üniversite Felsefe Bölümü’nde 1933 yılının en önemli olayı Almanya’dan çağrılan ünlü bilimsel felsefe profesörü Hans Reichenbach’ın gelmesidir. Reichenbach’ın asistanlığını ve çevirmenliğini Nusret Hızır yaptı. Alman felsefeci, doğa bilimleri ile felsefe arasında bağ kurulmasından yanaydı. Bu amaçla bir de dernek kurdu.

Ne var ki, İstanbul’da beş yıl kalan Reichenbach, beklenildiği kadar verimli olamadı. Yalnızca Lojistik adlı eseri çevrilebildi o yıllarda. Bilimsel Felsefenin Doğuşu adlı önemli kitabının çevrilmesi için 1980 yılını beklemek gerekti.

1934 Edebiyat Fakültesi için durgunluk yılı oldu

Ülkenin kültür hayatında görülen canlılığa ve devrimci ortama az yukarıda değinilmişti. Bu ortamda iki önemli dizinin yayınlanmaya başladığı görülmektedir: Birinci diziyi Milli Eğitim Bakanlığı yayımlıyordu. Aslında devlet, Meşrutiyet yıllarında da bilim, felsefe ve kültür yayımına önem vermişti.

Daha Cumhuriyet ilân edilmeden Ankara Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin Eğitim Bakanlığı, birçok konuda, bu arada felsefe konusunda da kitaplar yayımlamıştı. Bunlardan çoğu birkaç çeviri dışında felsefeci Namdar Rahmi’nin kitaplarıydı. Üniversitede felsefe tarihi dersleri veren M. Emin Erişirgil’in Kant ve Felsefesi adlı kitabı da bu yayınlar arasında çıktı.

1934’de yayımına başlanan dizi Lise Felsefe Derslerine Yardımcı Kitaplar başlığını taşıyordu. Gerçekten hepsi de felsefeyle ilgiliydi bunların yalnızca ikisi çeviriydi.

Spinoza, Leibnitz, Kant, Berkeley’den olduğu kadar, Bergson, Ernst Mach, Bertrand Russell gibi oldukça yeni felsefecilerden de çeviriler yapılarak yayınlanmıştı ayrıca. Dizi 19 kitaptan oluşuyordu.

İstanbul Felsefe Bölümü yeni düzenlenmeden sonra bir süre pek az yayın yaptı. Fakültenin ortak süreli yayını olan Edebiyat Fakültesi Mecmuası ise artık çıkmıyordu.

Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kuruluyor

Bakanlığın ve Üniversitenin dışında da felsefe ile ilgili yayınlara önem veren yayıncılar görüldü. Bu bakımdan, Haydar Rıfat’ın yönetimindeki Dün ve Yarın çeviri dizisinin (1934) üzerinde biraz durmak gerekiyor.

Elliye yakın kitabı içine alan bu dizide, Herakleitos, Aristoteles, Young, Heidegger gibi felsefecilerin eserleri yanında Lenin, Kautski, Stalin, Buharin, Kropotkin gibi düşünür ve yazarların siyasal ve toplumsal konulu eserleri yer alıyordu. Dizideki kitaplardan anlaşılacağı gibi, o yıllarda Türkiye’de, her çeşit dünya görüşünün yer aldığı kitaplar rahatlıkla basılıp satılabilmekteydi.

Yeni bir üniversitenin özellikle dil ve tarih çalışmaları için yararlı olacağı düşünülerek Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kuruldu. Çok geçmeden bu fakültenin felsefe bölümü açıldı. Bu fakültenin bölümlerine genç ve yetenekli profesörler atandı.

Bugünkü felsefeci kuşaklarının yetişmesinde büyük emeği geçen; günümüz Türk felsefesini âdeta biçimleyecek ölçüde etkili olan ve hayranlık uyandıran Nusret Hızır, Felsefe Bölümüne verildi. Fransa’dan, Descartes uzmanı Lacombe, hoca olarak getirildi.

Gelişen dil devrimi ve Cumhuriyetle birlikte oluşan yeni kavramlar felsefe dilinin yeniden ele alınmasını gerekli kıldı. 1938’den sonra da TDK ve Tarih Kurumu çalışmalarına devam etti.

Hasan Ali Yücel ile bereketli bir dönem başladı

1939’da çok önemli bir şey oldu: Hasan Ali Yücel milli eğitim bakanlığına getirildi. Felsefeciydi Hasan Ali Yücel bu konuda çalışmaları vardı. Gerçi Emrullah Efendi gibi felsefeci sayılabilecek kültürlü bir milli eğitim bakanı Osmanlı döneminde de görülmüştü. O da elinden geldiği kadar hizmet etmişti ülkenin eğitimine ve kültürüne.

Liselere felsefe dersleri onun zamanında konmuştu. Ama Hasan Ali Yücel’in bakan olmasıyla eğitim ve kültürün her alanında bu arada felsefede yeni ve bereketli bir dönem başladı. Klasiklerden çeviriler düzenli ve özenli biçimde çıkmaya başladı. 1940’da başlayan bu dizi, 1946’ya kadar gittikçe artan sayılarda felsefe kitabını içeriyordu.

Bakanlığın yayınları 1946’dan sonra yavaşladı. 1950’den sonra tüm niteliklerini yitirdi.1940’larda görülen yayın hareketi kültürün, millet sevgisi ile birlikte hümanist temellere dayandırılmasını amaçlamıştı.

Felsefe terimleri sorunu bu çeviri etkinliği içinde yeniden gündeme geldi. Çok geçmeden Türk Dil Kurumu Felsefe ve Gramer Terimleri’ni yayımladı. Bunu vakitsiz bir oldu bitti gibi gören İstanbul Üniversitesi bir süre bu terimlere ilgisiz kaldı, hatta direndi. Ama pek fazla sürmedi bu direnme, İstanbul Felsefe Bölümü bu terimlerin kullanılmasının yerinde olacağına karar verdi.

Bundan sonra başta Macit Gökberk olmak üzere bölümün bütün öğretim üyeleri dilde özleşmenin öncülüğünü ele aldılar. Onların arkasından, denemeci eleştirmeci, bilim adamı, birçok kimsenin öztürkçeyi ve yeni felsefe terimlerini severek, benimseyerek kullandığı görüldü. Örneğin Nurullah Ataç gibi etkili bir eleştirmeci ve denemeci Türkçenin özleşmesi ve yeni terimlerin yerleşmesi uğrunda büyük bir savaş verdi. Yıllardır süren felsefe dili sorunu çözümlenme yoluna girmişti artık.

Yeni-Kantçı görüşün temsilcisi Von Aster, İstanbul Üniversitesinde  

Çok partili döneme geçildikten sonra 1950’de yeni bir partinin yönetimi ele alması, birtakım kimselerin devleti âlet ederek devrimlere karşı gelmesine neden olduysa da, dilde özleşme çalışmaları azalmadı, tersine daha da arttı. Dilin felsefe yapmaktaki önemini çok iyi anlayan felsefeciler özleşmeye var güçleriyle sahip çıktılar.

Şimdi biraz geriye dönüyorum: 1936 yılında İstanbul Üniversitesi’ne tanınmış bir Alman felsefeci daha geldi. Ernst Von Aster adındaki bu felsefe tarihçisi Almanya’yı, Nazi baskısı yüzünden terk etmişti.

Von Aster gelişinden 1948’de ölümüne dek, felsefe tarihi dersleri verdi; seminerler yaptı. Bu profesörün verdiği derslerden oluşan üç kitap yayımlandı: Felsefe Tarihi, Bilgi Teorisi ve Mantık, Hukuk Felsefesi Dersleri, Almanya’daki Yeni-Kantçı görüşün temsilcisi olan Von Aster, bizde, bu görüşünden çok, felsefe tarihindeki açık ve yan tutmaz durumuyla etkili oldu. Von Aster’in derslerinden yetişen öğrenciler, liselerimizde uzun süre felsefe öğretmenliği yaptılar.

Aster derslerinde, felsefenin ayrı ayrı bilim dalları arasındaki birleştirici işlevi üzerinde duruyor, bilimlerin işinin bittiği yerde felsefenin işi başlar, diyordu. Felsefenin en önemli işi bilimlerin yöntemlerini denetlemekti. Aster’e göre “Felsefenin nasıl bilimleri birleştiren bir işlevi varsa, değişik milli görüşleri birleştiren bir işlevi de olmalıydı.”

Aster’in ardından Valter Kranz etkisi

Von Aster üniversitede İslâm felsefesinin de bir yeri olmasını istedi. İslâm felsefesi kürsüsü, profesörlüğe yükseltilen Hilmi Ziya Ülken’e verildi. Ülken, bu kürsüde verdiği dersleri yayımladı: İslâm Düşüncesi.

Ülken, Felsefe Bölümü’nde yalnız İslâm felsefesi dersleri değil, çeşitli zamanlarda toplumbilimden ahlaka, bilgi kuramından sanat felsefesine kadar değişik konularda dersler verdi. Değinmediği konu kalmadı. Kitaplar çıkardı arka arkaya, gazete ve dergilerde yazılar yazdı.

Onun kendine özgü bir felsefe sistemi kurma çabası içinde olduğu görülüyordu. Bir ömür verdi buna. Belki tutarlı ve derinlemesine bir felsefi görüş koyamadı ortaya. Ama yine de, onun çalışmalarına saygı duymak gerekiyor.

Yazılarında, felsefe çalışması yapacaklar için büyük bir malzeme bolluğu var. Onun özellikle Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü, Türk Tefekkür Tarihi, Yirminci Asır Filozofları, Mantık Tarihi, İslam Düşüncesi, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi gibi kitapları her zaman başvurulacak değerli eserlerdir.

İstanbul’da felsefe tarihi derslerini Aster’den sonra uzun süre onun doçenti ve çeviricisi olan Macit Gökberk verdi. Gökberk ayrıca yaptığı seminerlerde dil felsefesi ile birlikte çeşitli sorunlar üzerinde durdu. Verdiği derslerden oluşan Felsefe Tarihi kitabını yayınladı.

Burada başka bir Alman profesörden, Valter Kranz’dan söz etmeliyim. Kranz, Eski Yunanca uzmanı olduğu ve Yunan felsefesini iyi bildiği için 1945-50 yılları arasında Antik Felsefe derslerini o verdi; bu alanda yararlı ve etkili oldu. Kranz’ın, Antik Felsefe dersleri yayınlandı.

İstanbul Felsefe Bölümü’ne 1950’lerde iki Alman profesörü daha ders vermek üzere geldiler: Heinz Heimsoeth ve Joachim Ritter. Tanınmış Kant araştırıcısı Heinz Heimsoeth’un 1950-51’deki dersleri aydınlanma ve Kant felsefesi konusundaydı. Bu dersleri çevirip yayınlayan Takiyettin Mengüşoğlu, yazdığı Önsöz’de şöyle der (1967):

“Kant’ın uğraştığı birçok sorunlar bizim bugünkü hayatımızda, Doğululuktan gelen yanlışların kaynağı olarak sürüp gitmektedir. Örneğin kavramcılık bunlardan biridir. Kant, kavramcılıkla çarpışmış, insan aklının bu alandaki sınırlarını göstermiştir. İnsandan kavram üretmesi değil, insan olması beklenir. Bu bakımdan Kant’ı felsefi antropolojinin kurucusu sayabiliriz.”

Nermi Uygur da felsefeye fenomenoloji ile başladı

Heimsoeth’un Türkiye’de Ahlâk Denen Bilmece (1957) ve Felsefenin Temel Disiplinleri (1952) adlı iki kitabı daha çevrildi. J. Ritter varoluşçuluk felsefesinde uzmanlaşmıştı. Derslerinde daha çok bu konuya ağırlık verdi. Derslerini doçenti Hüseyin Batuhan çeviriyordu. Ritter Varoluş Felsefesi konusunda bir konferans da verdi (1954).

Batıda Husserl’in başlattığı fenomenoloji ve felsefi antropoloji akımlarını Türkiye’ye, Takiyettin Mengüşoğlu tanıttı ve onun İstanbul’da verdiği derslerin ağırlık noktasını bu anlayışlar oluşturdu. Mengüşoğlu bu görüşlerle ilgili olarak Max Scheler’den İnsanın Kosmosdaki Yeri‘ni çevirdi ve Kant ve Scheler’de İnsan Problemi’ni yazdı. Daha sonra yazdığı Felsefeye Giriş‘de Almanya’dayken derslerini izlediği Nicolai Hartmann’ın yeni ontoloji felsefesine yer verdi ve Türkiye’nin kültür sorunlarına değindi.

Fenomenoloji ve felsefi antropoloji artık uzun süre İstanbul Felsefe Bölümünün gündeminde kalacaktır. Nitekim bu bölümün yayınladığı Felsefe Arkivi dergisinin değişik sayılarında adı geçen akımlara ilişkin çok yazı çıktı.

Nermi Uygur da felsefeye fenomenoloji ile başladı. Bir ara Russell üzerinde duran Uygur, dil felsefesinden yaşama felsefesine kadar uzayan bir çalışma içine girdi. Felsefe yanında deneme yazılarında da başarılı oldu.

Denemelerini Güneşle adlı kitapda topladı, daha sonra İnsan Açısından Edebiyat‘ı yayımladı (1969). Nermi Uygur’un bence en ilginç eseri Türk Felsefesinin Boyutlar‘dır. Kendisi bu kitap için “Türkiye’de felsefenin geleceğine ilişkin aykırı düşünceler” diyor.

Dil, ahlâk ve fenomenoloji konusunda çalışma yapanlar arasında Bedia Akarsu da var. Akarsu, Max Scheler’de Kişilik Problemi‘ni 1962’de yayımladı. Ahlak Öğretileri 1970’de, Çağdaş Felsefe 1979’da çıktı. Bedia Akarsu aynı zamanda Felsefe Terimleri Sözlüğü‘nü hazırlayarak, terim alanındaki en önemli çalışmayı yaptı. Böylece, felsefe dilindeki güç bir sorunun yıllar süren çalışmalardan sonra ulaştığı olumlu sonuç ortaya konuyordu. Bu sözlük ile felsefe yazılarının dilinde bir birlik sağlanabilecekti.

Türkiye’deki felsefenin evrimi gözden geçirildi

İstanbul’da Husserl’in fenomenolojisi ile en son ilgilenen öğretim üyesi Önay Sözer oldu. Edmund Husserl’in Fenomenolojisi ve Nesnelerin Varlığı‘nı yayımladı 1976’da. Daha sonra Encyclopaedia Britannica‘daki Fenomenoloji maddesini çevirdi (1980). Husserl bu maddede kendi fenomenoloji felsefesini özetlemişti.

Sözer’in 1981’de yayınlanan kitabı “Dil-Tarih İlişkisi Üzerine Bir İnceleme” idi. Anlayan Tarih adını taşıyan bu kitapta Sözer, ulusların düşünme biçimleriyle dilleri ve tarihleri arasındaki ilişkiyi inceledi. Bu arada, N. Hızır’ın yazılarının yıllardır beklenen derlenmesinin de gerçekleştiğini söylemeliyim: Felsefe Yazıları (1976).

Türkiye’deki felsefe evriminin gözden geçirildiği böyle bir yazıda sanat felsefesi (estetik) konusunda yapılan çalışmalara da değinilmelidir:

Üniversitelerimizdeki sanat felsefesi, estetik dersleri oldukça eskidir. H. Suphi Tanriöver ve İ. Hakkı Baltacıoğlu ile başlayan estetik derslerini Suut Kemal Yetkin ve Mazhar Şevket İpşiroğlu sürdürdü. Bugün İstanbul Felsefe Bölümünde bu dersler, “Sistematik Felsefe Kürsüsüne bağlıdır ve İsmail Tunalı’nın yönetiminde verilmektedir.”

Çağdaş resmi felsefe açısından inceleyen İsmail Tunalı, Grek estetiği, Benedetto Croce ve Marksçı estetiğe ilişkin araştırmalar yaptı; bu konularda kitaplar yazdı. Aynı kürsüde Necla Arat estetik ve genel felsefe konusunda çalışmalar yapıyor.

Necla Arat yeni Kantcı E. Cassirer’in önemli kitabı İnsan Üstüne Deneme‘yi çevirdi (1980). Öğretime estetik ile başlayan İpşiroğlu ise giderek daha çok sanat tarihine yöneldi ve bu konuda değerli eserler verdi. Onun özellikle Sebahattin Eyüboğlu ile birlikte yaptığı incelemeler sanat tarihimizde çığır açacak niteliktedir.

İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde felsefe etkisi

Suut Kemal Yetkin’e gelince, o derslerini İstanbul’dan sonra Ankara İlahiyat Fakültesi ile Eğitim Fakültesi ve Hacettepe Üniversitesi’nde verdi. Estetik Doktrinler’i 1972’de, Estetik ve Ana Sorunları 1979’da yayınladı.

İtalya’da sanat felsefesi konusunda doktora yapan Bedrettin Cömert’i, ölümünden kısa süre önce yanına asistan olarak almıştı. Yetenekli bir estetikçi ve iyi bir eleştirmeci olan Bedrettin Cömert çok kısa süren hayatında önemli ve örnek çalışmalar yaptı.

İstanbul ve Ankara’daki iki üniversiteden sonra Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve Hacettepe Üniversitesi kurulmuştu. Bu üniversitelerde de felsefe dersleri verilmeye başladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki dersler İngilizce olarak veriliyor.

Hacettepe Üniversitesi’ndeki felsefe dersleri öteki üniversitelerdeki gibi lisans düzeyinde değil, doktora düzeyinde yapılmakta. Yani liselere öğretmen yetiştirmek amacı güdülmüyor. Felsefe doktorası için bir bilim dalında uzman olmak koşulu aranıyor.

Bu yerlerden başka ülkemizde, hukuk, iktisat ve siyasal bilimler fakültelerinin hepsinde felsefe dersleri okutulmakta ve felsefeye ilişkin yayımlar yapılmaktadır. Örneğin Kant’ın Türkçeye çevrilen ilk kitabını Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi yayınladı: Ebedi Barış Üzerine Felsefi Deneme (1960).

Felsefe konusunda üniversitelerin dışında da çalışmalar başlıyor

Bütün bu çabaların sonucu, bizdeki felsefe öğrenimi yayımlarındaki düzeyin epeyce yükseldiği görülmektedir. Nitekim, Hacettepe Üniversitesi son zamanlarda çok yararlı bir yayın çalışması planlamıştır. Bu plana göre felsefe tarihinde adı geçen belli başlı ana kitaplar Türkçeye çevrilip dizi halinde yayımlanacaktır.

Dizinin ilk kitabı olarak Davide Hume’un İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, ikinci kitabı olarak da Kant’ın Pratik Aklın Eleştirisi çok özenli bir biçimde hazırlanıp bastırılmıştır. Dizideki kitapların önemli özelliği çeviri ile birlikte, yabancı dildeki ana metnin de verilmesi ve çeviriyi bir kişi değil yetkili birkaç çevirmenin birlikte yapmasıdır.

Planlanan böyle bir dizi, bu tür bir takım çalışması, kanımca, ülkemizdeki felsefe etkinliklerinde, önemli bir aşamaya gelindiğinin göstergesidir. Çünkü uzun süreden beri üniversitelerimizin felsefe bölümleri verimsizlikle hatta tembellikle suçlanıyor, eleştiriliyordu. Biraz sonra Türk Felsefe Kurumu’ndan söz ederken değineceğim gibi bu eleştirileri felsefecilerin kendileri de yapmaktalar.

Felsefe konusunda üniversitelerin dışında çalışmalar da var. Bu alanda bir iki ad üzerinde duracağım. İlkin Afşar Timuçin’in adını anmak istiyorum. Timuçin’in uzun süre çıkardığı Felsefe dergisi, Aristo ve Descartes konusundaki kitapları L. Goldman’dan yaptığı çeviriler, felsefenin Türkiye’deki yayılma alanını genişletmiştir.

Üniversite dışında felsefe çalışmaları yapanlar arasında Orhan Hançerlioğlu’nun da belli bir yer aldığı görülmektedir. Daha önce Cemil Sena Ongun’un başladığı yolda etkinlik gösteren Orhan Hançerlioğlu önce öykü ve romanlarıyla tanındı, daha sonra felsefe alanına yöneldi, Düşünce Tarihi, Felsefe Ansiklopedisi ve İnanç Sözlüğü‘nü yazdı.

Bunlar genel kültür edinmek isteyenlerle felsefeye başlayanların işine yarayacak nitelikte kitaplar. Varoluşculuk ve Marksçı felsefenin Türkiye’deki durumuna geçmeden önce, İstanbul Üniversitesi’nde yapılan felsefeye ilişkin tezlere değinmek istiyorum.

‘Öğrencilerin çoğu üniversiteyi lisenin bir uzantısı olarak görüyor’

Bizde ilk felsefe doktorunun Orhan Sadettin olduğu söylenir. Üniversitede 1920’lerde öğretim görevlisi olarak bulunan Orhan Sadettin’in tez konusu kesinlikle bilinmiyor. Büyük olasılıkla felsefe tarihinde yöntem konusundaydı.

1933 ile 1973 arası doktoraları için bir liste bulunuyor elimde. Liste, Edebiyat Fakültesinin bütün bölümlerini kapsıyor. 1933-46 arasında bütün fakültede 15 kişi doktor olmuş, yalnız biri felsefeci: Ziya Somar. (Z. Somar, daha sonra Bergson adlı kitabıyla, çevrileriyle dikkati çekti).

1947-53 arasında doktor olan 186 kişiden ise 15 tanesi felsefeci. Az mı çok mu, değerlendirmeyi size bırakıyorum. Vaktiyle psikoloji Profesörü Peters şöyle demişti:

“Öğrencilerin geldikleri çevrelerde, düşün çalışmalarını değerlendirme, düşün ilgisi henüz pek çok eksiktir. Okul (üniversite) onlara eksik olanı vermiyor, bir şeyler öğretiyor ama, öğretilenleri işlemek, bunların üzerinde düşündürmek yok. Öğrencilerin çoğu üniversiteyi lisenin bir uzantısı olarak görüyor.”

Bu durumda elbette doktora sayısı düşük olur. Von Aster’in öğrencilerinden iki kişi doktora yapabilmiş. O günden bugüne 15 felsefe doktoru, hepsi bu kadar.

Sartre’ın çalışmaları günü gününe izlendi

Lisans tezlerine gelince kuşkusuz bunların sayısı çoktur. Ne var ki, bitirme tezleridir bunlar, derinlemesine araştırmayı içermez. Fakat yine de aralarında önemli sayılacaklar vardır. Bunların hiç olmazsa bir listesi yayımlansa iyi olur.

Varoluşculuk (egzistansiyalizm) Türkiye’ye Jean-Paul Sartre’ın kitapları ve öteki eserleriyle geldi. 1945 ile 1950 arasında Fransa’yı büyük ölçüde etkileyen Sartre’ın çalışmaları bizde nerdeyse günü gününe izlendi.

Yeni bir insan ve özgürlük felsefesi getiren, edebiyata öteki felsefe görüşlerinden daha yakın olan Sartre’in varoluşçuluğu aydınlarımızın büyük ölçüde ilgisini çekti. Sartre ve Simon de Beauvoir’in eserlerinin çoğu dilimize çevrildi.

Varoluşçuluk bu denli güncelleşince Kirkeggard, Heidegger, Jaspers gibi felsefecilerin varoluşcu görüşlerine ilgi duyulmaya başlandı.

Tarihsel ve diyalektik maddecilik çalışmalarımız oldukça eskiye uzanıyor

Türkiye’deki Marksçılık ve tarihsel maddecilik akımına geçiyorum:

Bizdeki kimi felsefe çevreleri, uzun süre, sanki yeryüzünde bu akım, böyle bir felsefe yokmuş gibi davranmışlar “diyalektik” sözcüğünü bile söylemekten çekinmişlerdir. Oysa Türkiye’de tarihsel ve diyalektik maddecilik konusundaki çalışmaların başlangıcı oldukça eskiye uzanır.

Kerim Sadi, Sadrettin Celâl vb. yazarların ele alıp tanıttıkları Marksçılık konusunda daha sonra başkaları birçok kitap ve yazı yazdılar; dergiler çıkardılar. Ne var ki, Marx ve Engels’in ana kitapları 1961 Anayasasından sonra çevrilebilmiş, bu çeviri etkinliği 1980’e dek oldukça yoğun biçimde sürmüştür.

Lukacs, Garaudy, Lefebvre, A. Schaff, Althusser gibi gündeş Marksistlere kadar birçok felsefecinin kitapları bu yıllarda okuyucunun yararlanmasına sunulabilmiştir. Georges Politzer’in Felsefenin Başlangıç İlkeleri ve Felsefenin Temel İlkeleri çevrilip yayınlanmıştır. Marksist sanat felsefesiyle yabancılaşma kuramının yazarlarımızla sanatçılarımızın büyük ölçüde ilgisini çektiğini söylemeliyim.

Ayrıca Selâhattin Hilâv ve Sencer Divitcioğlu gibi düşünürler Marksçılıktaki «Asya tipi üretim tarzı» kavramını açıklamak için çalışmalar yaptılar. Burada Sencer Divitçioğlu’nun Asya Tipi Üretim Tarzı ile Asya Tipi Üretim Tarzı ve Osmanlı İmparatorluğu adlı eserlerini anmak isterim. Diyalektik, kavram olarak eski Yunandan bu yana birçok filozofta görülmekte ve bir düşünce yöntemi olarak Herakleitos’daki biçimiyle ilgi çekmektedir. Bizde de az yazı yazılmamıştır diyalektik için.

Selahattin Hilâv’ın Diyalektik Düşüncenin Tarihi (1966) bu konuda yazılmış önemli bir kitaptır. (Hilâv’ın üç baskı yapan Felsefe El Kitabı’nı da burada analım.) Daha önce bu konuda yayımlanan kitaplar çeviriydi. Diyalektiğe ilişkin son çeviri L. Goldmann’un kitabıdır: Diyalektik Araştırmalar (1976).

Marcuse’ün kitapları kısa zamanda dilimize çevrildi

Füsun Akatlı’nın (Altıok) Niçin Diyalektik?‘ine gelince bu kitap, diyalektik yanında felsefenin öteki konularına da değinen bir deneme kitabıdır. Diyalektik ile ilgilenenlere son olarak bir makalenin sözünü edeceğim: Çeşitli Diyalektik Kavramları, Metot ve Görüş başlığını taşıyan bu makale 1974’de Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Dergisi’nde çıktı ve Ioanna Kuçuradi yazdı.

Yazar bu makalesinde, düşünce tarihi boyunca Platon ve Aristoteles’ten bu yana, diyalektik sözcüğüne verilen anlamlar üzerinde durmakta bunlar arasındaki ilişkiyi ortaya koymak istemektedir.

Ona göre bu sözcüğü kimin, ne anlamda kullandığı belli olmadıkça kavram karışıklığı olacaktır. Kuçuradi genelde haklı. Ama ben de diyeceğim ki, maddeci diyalektik açık bir kavramdır, onun anlamında bir karışıklık söz konusu olamaz.

Felsefeler durmuyor, yorumlar bitmiyor: Marksçılığa yeni bir yorum getiren Herbert Marcuse’ün felsefesi 1960’larda Avrupa’da büyük etki yapmıştı. Devrimci öğrenci hareketleri onun görüşlerine yakınlık gösterdi, sözlerini slogan olarak kullandı. “Hippilik” dediğimiz bir yaşama felsefesi ondan kaynaklandığını öne sürdü.

Özellikle gençlerin bu derecede ilgi duyduğu Herbert Marcuse’ün kitapları kısa zamanda dilimize çevrildi. Marcuse’ün ve öteki yeni düşün adamlarının görüşlerini tanıtan güzel bir kitap da yayımlandı (1979). Yeni Düşün Adamları‘nı o zamanki Millî Eğitim Bakanlığı çıkardı. Kitap, İngiliz televizyonunun felsefe konusundaki 15 programlık bir dizisini içeriyordu.

Felsefe, okullarda ve kitaplarda kaldıkça etkisini kaybetti

Yazımda baştan beri bizdeki felsefe akımlarının sözünü ettim, üniversitelerdeki felsefe bölümlerinin serüvenini anlattım. Felsefenin öyküsü yine de bitmedi. Üç felsefe cemiyeti denemesi olmuştur Türkiye’de, bugün de bir “Felsefe Kurumu” var; onları da anlatmalıyım:

Felsefe, üniversitelerde, okullarda, hatta kitaplarda kaldıkça, etkisini kaybettiği gibi yozlaşabiliyor da. Giderek yararsız, ya da lüks bir şey gibi gözükmeye başlıyor. Böyle durumlarda felsefenin kendini savunması güçleşiyor.

O başkalarını eleştireceği yerde herkes onu eleştirmeye başlıyor. Bu nedenle felsefeciler seslerini daha geniş bir alanda duyurmak, felsefenin işlevini belli etmek istemişlerdir. Aynı amaçla felsefe cemiyeti kurmayı düşündüler. İlk Felsefe Cemiyeti 1927 yılında kuruldu. Cemiyete katılanların bir de dergisi vardı: Felsefe ve içtimaiyat Dergisi.

Bu dergi aynı zamanda Cumhuriyet dönemi gençliğinin felsefede ilk ortak çalışmasıdır. Felsefe Cemiyeti’nde birkaç kez toplanan bu gençler, bildiriler okumuşlar, ortaya koydukları sorunları halka açık olarak tartışmışlardır. Başta oldukça hızlı giden çalışmalar, yazık ki sonradan yavaşladı ve Cemiyet kapandı.

‘Felsefeyi ülkenin sorunlarına eğilen bir uğraş haline getirmek gerek’

Felsefe Cemiyeti ikinci kez Mustafa Şekip Tunç’un başkanlığında 1931’de kuruldu. Gene tartışmalı toplantılar yapılıyor, Peyami Safa’dan İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’na, Ahmet Hamdi Başar’dan Ahmet Ağaoğlu’na kadar o dönemde Türk düşün hayatında etkili olmuş kimseler çeşitli felsefe konularında hazırladıkları bildirileri okuyorlardı.

Yayın organı bu kez, Hilmi Ziya Ülken’in çıkardığı Felsefe Yıllığı’ydı. Bu ikinci cemiyetin çalışmaları 1933’e dek sürdü. Hilmi Ziya Ülken 1934’deki yeni bir cemiyet girişiminden söz ediyor. Girişim yazık ki, bir yangın yüzünden, daha başlamadan bitmiş. Bütün belgeler yanmış.

Türkiye’nin çoktan beri gereksinmesini duyduğu Felsefe Kurumu’nun çalışmaya başlayabilmesi için 1974 yılını beklemek gerekmiştir. Başkan Ioanna Kuçuradi Kurum’un amacını şöyle belirtiyor:

“Felsefeyi dar akademik çevrelerin dışına çıkarmak, ülkenin sorunlarına eğilen ve toplumsal yaşamın gerçek gereksinmelerine karşılık veren bir uğraş haline getirmek gerek.”

Türk Felsefe Kurumu’nun etkinlikleri bugüne dek aralıksız sürdü. Kurum 1974 ve 1975 yıllarında üç seminer düzenledi. Ülkemizdeki bilgisel ve toplumsal sorunlar, felsefe öğretimi ve eğitiminin bugünkü durumu, bizdeki tarih öğretimi ve eğitimi, felsefi bakışla ele alınıp değerlendirildi, önerilerde bulunuldu.

Türk Felsefe Kurumu Uluslararası toplantılarda

İzleyebildiğim kadarıyla daha sonra şu etkinlikleri oldu Türk Felsefe Kurumu’nun: 1978’de “Özgürlük Sorunu ve Türkiye”, “Türkiye’de Felsefenin Dünü, Bugünü, Yarını”, “İnsan Haklarının Felsefi Temelleri”. 1981’de de “Çeviri Değerlendirmesi” ve “Hegel’in 150. Ölüm Yıldönümü” dolayısıyla iki açık oturum. İlk üç seminerin tutanakları yayımlandı. Tutanakları okuduğumuzda edindiğimiz ilk izlenim, felsefecilerimizin topluma hesap verme çabası içinde olduklarıdır.

Ve çok önemli bir şey, felsefecilerimizin seminerlerde kendilerini kıyasıya diyebileceğim bir biçimde eleştirmiş olmalarıdır. Bu arada, mantık, felsefe tarihi, metodolojinin gereksizliği gibi düşünceleri öne sürenler olmuşsa da genel belirlemeler ve öneriler açısından sonuç çok olumludur.

Konuşmalarda fazla akademizme kaçmadan üstün bir düzeye erişilmiş ve bu düzey seminerlerin sonuna kadar korunabilmiştir. Bu konuya değinmişken bir öneride bulunmak istiyorum, belki yararlı olur:

Kurum bir yıllık çıkarırsa bir bakıma yayın sorununu çözümleyecek aynı zamanda bütün etkinliklerini gecikmeden ve düzenli olarak açıklayabilecektir. Türk Felsefe Kurumu Uluslararası toplantılara temsilci göndermekte ve yurt dışındaki felsefe etkinliklerine katılmaktadır.

Türkiye’de felsefenin öyküsü burada bitiyor. Yazımı okuyanlar eksik yönler bulacaklardır. Hemen söyleyelim ki burada amaçlanan şey, Türkiye’deki felsefeye çok genel bir bakıştır. Geniş bir inceleme değil, küçük sayabileceğim bir özet yapmak istedim.

Tanzimat’dan bugüne Türkiye’de felsefenin geçirdiği değişmeleri bir derginin dar ölçüsünde de olsa sergileyebildim sanıyorum. Yapmak istediğim şey felsefecilerin ve felsefe kitaplarının tam bir listesini vermek değildi. Öyle bir çalışma bu yazının çapını kat kat aşardı.

Kuşkusuz bizdeki felsefe çalışmalarının üzerinde durulacak daha nice yönleri vardır. İslâm felsefesi konusunda özellikle durmak isterdim. Süreli yayınların ayrıntılarına inmek iyi olurdu.

Ülkede azımsanmayacak bir felsefe birikimi bulunmakta

Dünya felsefe kongrelerine katılmalara yer verilebilirdi vb. Bunları ilerdeki yazılarıma bırakıyorum. Önemle belirtmek istediğim bir şey var:

Felsefenin Türkiye’deki bütün boyutlarını geçmişten bugüne iyice araştırabilmek için, bir kaynakça (bibliyografya) çalışması zorunludur. Bu kaynakça, felsefe kavramına neler giriyorsa onların hepsine yönelmeli; kitapları olduğu kadar süreli yayınlardaki makaleleri de içine almalıdır.

Öyle sanıyorum ki, nasıl bir “yazın toplumbilimi” varsa, “felsefe toplumbilimi” de olmalıdır. Düşünce tarihi çalışmaları için olduğu kadar bu türden toplumbilim çalışmaları için de güvenilir bir kaynakça ve yaşam öyküsü (biyografya) çalışmasına hemen başlanmalıdır.

Çapı, ele aldığı konuya göre küçük olan bu yazıda görüleceği gibi ülkemizde hiç de azımsanmayacak bir felsefe birikimi bulunmaktadır. Gerçi sentezlere gidilememiş, özgün eserler verilememiştir ama, yine de, Hilmi Ziya Ülken, Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Macit Gökberk, Takiyettin Mengüşoğlu, Nusret Hızır, Nermi Uygur gibi felsefeye bir ömür vermiş, onun çilesini çekmiş insanlar yetişmiştir Türkiye’de.

Felsefenin özgürce üretilmesi için gerçek bir demokrasi zorunlu

Ülkemizde felsefeye duyulan ilgi azalmamış, giderek çoğalmış, felsefi eleştiri tavrı oluşmuş ve şu anda sayısı oldukça çok aydınlarımız dünyadaki felsefi dinamizmin içine girebilmiştir.

Sorunlara felsefi bir bakışla bakmanın, felsefi eleştirinin önemi her gün daha çok anlaşılmaktadır. Felsefe ve felsefi düşünce öyle bir şeydir ki, içinde özgürce yaşanılan toplumlar ister. Elbette ki, bütün kültür çalışmaları gibi felsefe çalışmaları da toplumun bütününden, eğitim düzeyinden, ülkedeki güçler dengesinden soyutlanamaz.

Felsefenin özgürce üretilmesi, ortaya çıkan düşüncelerin uygulanabilmesi için gerçek demokrasi ortamı zorunludur. Batı ülkelerinde olduğu gibi bizde de felsefi görüş sahibi herkes düşüncelerini korkusuzca, etki altında kalmadan, ödün vermeden söyleyebilmeli, eleştiri yapabilmelidir.

Doğru, güzel ve iyi olana ancak böyle ulaşılır. Ne var ki çağımızın felsefecisi, özgür ortam oluşsun diye eli bağlı bekleyecek bir insan değildir. Bu ortamın oluşmasında onun da görevi vardır. Günümüzde yalnız evimizin, kentimizin çevresi, topraklar, denizler hava kirlenmiyor.

Beyinler de kirleniyor, duygular da kirleniyor, kültür kirleniyor. Bütün bu kirlenmelerin hepsinde insanın ve insanlığın yazgısı söz konusudur, Kültürel çevre kirlenmesi ancak felsefeyle önlenebilir. Hatta fiziksel çevre kirlenmesi de…

Bu yazı 1981 yılında Yazko Felsefe Yazıları’nda yayımlanmıştır.