Share This Article
Fedor Dostoyevski bundan bir yüzyıl önce, 28 Ocak 1881’de ölmüştü. Etkisi o zamandan bu yana sürekli büyüdü ve yayıldı: önce – daha yaşadığı dönemde üne kavuştuğu – vatanında, ardından da Avrupa’da, Amerika’da ve Asya’da. Bu etki yalnızca edebiyatla sınırlı kalmayıp, tinsel düzeyde ve doğrudan varoluş açısından da söz konusudur: Dostoyevski’nin romanları kuşaklar boyunca yalnızca birer kurgu ürünü olarak değil, ama insan ruhuna ilişkin incelemeler diye okundu; bütün dünyada yüz binlerce okur, Dostoyevski’nin tipleriyle, sanki bunlar eski tanıdıklarmışcasına sessiz söyleşilere girişti.
Dostoyevski’nin eserleri Nietzsche ve Gide, Faulkner ve Camus gibi birbirlerinden çok farklı düşünürler üzerinde iz bıraktı; Meksika’da ise iki yazar, Vasconcelos ve Revueltas, onu tutkuyla yoğrulmuş bir hayranlıkla okudular; hiç kuşkusuz bunun nedeni, onların da aynı düşünce dünyasından olmaları ve Dostoyevski’nin düşünceleriyle saplantılarının pek çoğunda kendi yansılarını bulmalarıydı.
Dostoyevski hep gençlerce yeğlenen bir yazar olagelmiştir: Lisenin son sınıfındayken bazı sınıf arkadaşlarımla dolaşmalarımız sırasında yaptığımız o bitmek tükenmek bilmeyen söyleşileri bugün de anımsıyorum. Bu söyleşiler, gecenin basmasıyla birlikte San Ildefonso’da başlar, gece yarısından sonra, Santa Maria’da veya Avenida de los Insurgentes’te, son tramvay beklenirken noktalanırdı. İvan Karamazov ile Dimitri Karamazov arasındaki kavga, ayrı ayrı her birimizin iç dünyasında sürüp giderdi.
Dostoyevski’de devrin yüzeyini delmesini bilen bakışa rastlanmaz
Aslında bu güçlü hayranlığı çok doğal karşılamak gerekir: Bizi ondan ayıran yüzyıla karşın, Dostoyevski bizim büyük çağdaşımızdır. Onun güncelliği, geçmişin yazarlarından ancak pek azında vardır: Dostoyevski’nin romanlarını okumak, 20. yüzyılın bir kroniğini okumakla eşanlamlıdır.
Ancak Dostoyevski’nin güncelliğinin temelleri, entelektüel veya edebi yenilikler değildir. Estetik seçimleri ve çabaları açısından Dostoyevski, bir başka çağın yazarıdır; sözü uzatan bir yazardır; tuhaf bir biçimde çağdaş nitelik taşıyan mizah anlayışı olmasaydı eğer, sayfalarının çoğu can sıkıcı olabilirdi. Dostoyevski’nin tarihsel dünyası, bizim dünyamız değildir.
Bir Yazarın Güncesi‘nde beni kölelik ahlâkının sözcülüğünü yapmaları ve Yahudi aleyhtarları nedeniyle iten pek çok sayfa vardır. Avrupa’ya yönelttiği tiradlar, daha esprili olmalarına karşın, bana Meksika ve İspanyol-Amerikan ulusçuluğunun önyargılarını anımsatır.
Dostoyevski’nin tarihe bakışı kimi zaman derinlere inebilen, ama aynı zamanda da bulanık bir bakıştır; örneğin bir Stendhal‘de bulunan ve hoşumuza giden o olayları dolaysız, aynı zamanda da doğru biçimde kavrayış, Dostoyevski’de eksiktir. Yine Dostoyevski’de, bir Tocqueville‘in, bir toplumun ya da devrin yüzeyini delmesini bilen bakışına da rastlanmaz. Dostoyevski, Tolstoy’un aksine, epik bir tarihçi de değildir. Bu yazar bize neler olduğunu anlatmaz, gerçekte nelerin olup bittiğini görelim diye bizi yeraltına inmeye zorlar; kendi kendimizle yüzleşmeye zorlar.
Dostoyevski, çağımızın hangi dramları ve çatışkıları yaşayacağını sezmiş olduğu için bizim çağdaşımızdır. Dostoyevski bunu sezmeyi, geleceği bilebildiği için değil, ama ruhların derinliklerine inebilme yeteneğine sahip bulunduğu için başarmıştır.
Nihilizmi ile kuşkuculuk arasındaki büyük yakınlık
Dostoyevski, modern nihilizmle hesaplaşmış olan ilk düşünürlerdendi, belki de ilkiydi. Bu tinsel olguya ilişkin olarak bıraktığı unutulmaz tanımlamalar, ileri görüşlülükleri ve gizemli doğruluklarıyla bugün de bizi heyecanlandırabilmektedir. Antik çağın nihilizmi ile kuşkuculuk ve epikürizm arasında büyük bir yakınlık vardı; bu nihilizmin ideali, saygı aşılayan bir soğukkanlılıktı; başka deyişle yazgının değişimleri karşısında belli bir umursamazlığı sergilemekti.
Eski Hindistan’ın, Plutarkhos‘un anlattığına göre Büyük İskender‘i ve arkadaşlarını onca etkilemiş olan nihilizmi ise aslında Pironizme pek aykırı düşmeyen bir felsefi tutumdur; bu tutumun sonunda boşluğa yönelik bir derin düşünme eylemi yer alır. Nagardçuna ve öğrencileri için nihilizm, dinden hemen önce gelen bir aşamadır.
Modern nihilizme gelince, yine entelektüel bir inançtan kaynaklanmasına karşın, sonunda ne felsefe düzeyinde bir umursamazlığa, ne de ruhsal dinginliğin mutluluğuna varır; modern nihilizm daha çok bir şeye inanma, bir şeyi savunma konusunda bir yeteneksizliğin ifadesidir; bir felsefe olmaktan çok, entelektüel düzeyde bir yetersizliktir.
Nietzsche, bir “mutlak nihilist”in geleceğini tasarımlamıştı; üstün insan kılığındaki bu nihilist, sürekli yinelenişin dönenceleri içersinde oynayacak, dans edecek ve gülecekti. Üstün insanın dansı, evrensel anlamsızlığın, anlamın yitip gidişinin ve değerlerin tepetaklak oluşunun simgesidir. Oysa Dostoyevski’nin çok daha gerçekçi bir biçimde tasarımladığı asıl nihilist ne dans eder, ne de güler; odasında veya onun için odasından farksız olan dünyada hiç duramaksızın, ama aynı zamanda da hiçbir şey yapmaksızın dolanıp durur.
‘Doludizgin yaşamayı denedim‘
Fantezileriyle diyalog içersinde dolanıp durmak, bu nihilistin yazgısıdır. Sade‘ın şehvet düşkünleri veya öğlen cinlerinin saldırısına uğramış ortaçağ keşişlerinin tembelliği gibi, Dostoyevski’nin nihilisti de herhangi bir insanı veya bir şeyi sevebilme yeteneğinden yoksundur; nedensiz bir tedirginlik içersindedir; kendinden hem nefret eder, hem de kendine âşıktır. Mutsuz bir narsist olan modern nihilist, suyun derinliklerinde kendi parçalanmış hayalini görür. Çöküşünün bu görüntüsü karşısında adeta büyülenmiş gibidir; hem kendinden tiksinir, hem de bakışlarını kendi görüntüsünden ayıramaz. Quevedo (Francisco de Quevedo), bu durumu unutulması zor iki dizede dile getirmiştir:
las aguas del abismo
donde me enamoraba de mí mismo
Cinler‘in (eski çevirinin başlığı olan Ecinniler, o denli sözcüğü sözcüğüne bir çeviri olmamakla birlikte daha isabetliydi) kahramanı Stavrogin, kendisini seven Darya Pavlovna’ya şunları yazar: “Güçlerimi her alanda denedim. (…) Gerek kendi açımdan, gerekse gösteriş olsun diye yaptığım sınavlarda, önceki bütün yaşamımda olduğu gibi, bu güçlerin sınırsız olduğu ortaya çıktı. (…) Bu güçleri hangi yönde kullanacağıma gelince, bunu hiçbir zaman kestiremediğim gibi, bütün onaylarınıza ve telkinlerinize karşın, şimdi de kestiremiyorum. (…)
Eskiden hep olduğu gibi, şimdi de iyi bir şey yapmayı isteyebiliyorum ve bu isteği bir tatmin olarak duyumsayabiliyorum; ama bunun yanı sıra içimde kötülük yapma isteği de var ve bu da benim için bir tatmin kaynağı olabiliyor. Fakat her iki duygu da, tipki eskiden olduğu gibi, hep çok yüzeysel ve hiçbir zaman güçlü bir düzeye varamıyor. İsteklerim, derinlerden gelen bir güçten yoksun; bu nedenle de bu istekler tarafından belli bir hedefe sürüklenemiyorum. (…)
Bunu yapabilmek için doludizgin yaşamayı denedim (…); gelgelelim böyle yaşamayı ne seviyorum, ne de gerçekten istedim. (…) Belki de bana, artık önüme bir hedef koyabilmiş olmayı umut etmekte haklı olacağınız kadar sevgi ve ruhunuzdan güzellikler aktarmayı düşlüyorsunuzdur, ne dersiniz? Ama hayır, bu konuda daha dikkatli olmalısınız; çünkü aşkım da tıpkı benim gibi yüzeysel olacaktır. (…)
Kardeşiniz bir defasında bana kendi vatanının toprağıyla olan bağlarını yitirenin, tanrılarını, yani tüm hedeflerini de yitirmiş olacağını söylemişti. Aslında her şey sonsuz tartışma konusu yapılabilir; ama benim iç dünyamda yalnızca her türlü yüce gönüllülükten ve güçten yoksun bir yadsıma var oldu. Dahası, yadsıma bile denemez buna! Her şey hep yüzeysel ve belirsizdi. Yüce gönüllü Kirillof, düşünceye dayanamadığı için kendini vurdu. (…)
Oysa ben hiçbir zaman kendimi yitiremem ve herhangi bir düşünceye hiçbir zaman onun inandığı kadar inanamam. (…) “Ben, kendimi hiç, ama hiçbir zaman vuramayacağım!” Bu durum nasıl tanımlanabilir? Cesaretsizlik, ruhsuzluk denebilir. Stavrogin’in vicdandan yoksun olduğu söylenebilir.
Ortadan kalkan şeytan değil, fakat Tanrı olmuştur
Gelgelelim Stavrogin bu mektubu yazdıktan sonra kendini çatıdaki odada asar. Ama bu arada son bir çelişki yaşanır: İp, ipekten yapılmadır ve Stavrogin kendini asmazdan önce ipe iyice sabun sürmüştür. Nihilistin büyüklüğü tutumundan veya düşüncelerinden değil, görüşünün berraklığından kaynaklanır. Bu yanı onu, Stavrogin’in kendi acınasılığı veya yüzeyselliği dediği şeyden kurtarır. Ya da intihar, bir yanıt olamamakla birlikte, bir başka sınav mıdır? Öyleyse eğer, yetersiz bir sınavdır.
Ne olursa olsun; nihilist, aslında tinsel düzeyde bir kahramandır, çünkü umutsuz bir girişim olduğunu çok iyi bilmesine karşın, parçalanmış bir ruhun derinliklerine inme yürekliliğini gösterir. Nietzsche, Stavrogini herhalde “eksik bir nihilist” diye nitelendirirdi; Stavrogin’de eksik olan, sonrasız yinelenişe ilişkin bilgidir. Ancak belki de asıl doğru olan, Dostoyevski’nin roman kahramanının, çağımızda yaşayan pek çok insan gibi, eksik bir Hıristiyan olduğunu söylemektir.
Dostoyevski’nin nihilisti inanmaya son vermiştir; gelgelelim ne eski kesinliklerin yerine yenilerini koyabilmiş, ne de kendi varlığına bir gerekçe oluşturan veya bir anlam kazandıran düşüncelerin çatısı olmaksızın yaşamayı başarabilmiştir. Ortadan kalkan şeytan değil, fakat Tanrı olmuştur. Dış dünya ile olan bağıntıların yitirilmesi, günahı yeryüzünden silmemiştir; tam tersine, günaha bir tür ölümsüzlük kazandırmıştır. Nihilist, ruhun kurtuluşuna inancı öngören Hıristiyan iyimserliğinden çok, gnostik karamsarlığa yakındır.
Tanrı olmayınca, günahlardan kurtulma diye bir şey de yoktur; ama kötünün de varlığı son bulmamaktadır; bu durumda günah, artık bir rastlantı, geçici bir konum olmaktan çıkmakta, insanoğlu açısından sürekli bir varoluş koşuluna dönüşmektedir. Tersine dönüştürülmüş bir Augustinizm görünümünü almaktadır: Kötülük, varlık anlamını kazanmaktadır. Ütopyacının yapmak istediği, cenneti yeryüzüne indirmek, bizleri tanrılaştırmaktır; nihilist ise kendini doğuştan ilençli sayar; yeryüzü, cehennemin kendisidir.
Octavio Paz; Fotoğraf: Manuel Álvarez Bravo, 1977.
Yeni bir insan tipinin ortaya çıkışı
Nihilistin portresi, bir otoportre midir? Bu sorunun yanıtı hem evet, hem de ha- yırdır: Dostoyevski, nihilizmden intiharla ve yadsımayla değil, fakat evetlemeyle ve neşeli bir serinkanlılıkla kaçınmak ister. Entelektüellerin hastalığı olan nihilizme verilecek karşılık, Dimitri Karamazov‘un yaşamının sadeliği veya Alyoşa’nın alışılmadık neşesidir. Öyle ya da böyle, yanıt felsefeden veya düşüncelerden değil, yaşamın kendisinden kaynaklanmaktadır.
Nihilizmin geri çevrilmesi, sıradan insanların masumiyetinin bir ifadesidir. Dostoyevski’nin dünyası ise aynı zamanda hem alışılmış, hem de çizgidışı erkeklerle, kadınlarla ve çocuklarla doludur. Bunların kimisi ürkek, kimisi şehvet düşkünüdür; bazıları alçaklığın savunucusuyken, başkaları bolluk içersinde olmalarına karşın umutsuzdurlar. Bu dünyada azizler ve caniler, budalalar ve dehalar vardır; melekler kadar tertemiz kadınlar vardır; babaların eziyet ettiği, birer melekten farksız Çocuklar vardır (bu noktada Dostoyevski’nin ve Freud’un çocukluğa bakışları arasındaki karşıtlığın ne denli büyük olduğu ortaya çıkmaktadır!).
Bu, suçlularla hak yolundan ayrılmayanlardan oluşma bir dünyadır ve cennetin kapıları, bunların hepsine açıktır. Herkes kendini kurtarabilir ya da yıkıma götürebilir. Peder Zosima’nın ölüsü, yozlaşmışlığın kötü kokularını saçar; bu kokular, pederin dindarlığına karşın bir aziz gibi ölmemiş olduğunun göstergesidir; buna karşılık Dostoyevski, kendisiyle birlikte Sibirya’da tutuklu kalan haydutlar ve canilere ilişkin olarak, insanoğlunun böyle bir konumda her türlü ölçünün ötesine geçebileceğini söyler. “Düşünülebilmesi olanaksız bir yaratık” olan insanoğlu, kendini her an kurtarabilir. Dostoyevski’nin Hıristiyanlık anlayışı bu yönüyle Calderón’da, Tirso‘da ve Mira de Amescua‘da rastladığımız özgürlük ve kurtuluş tasarımlarına yakındır.
Bizim için Dostoyevski’nin azizleri ve fahişeleri, suçluları ve hak yolundan ayrılmayanları neredeyse olağanüstü bir gerçekliğin temsilcisidirler; böylece söylemek istediğim, bu insanların olağanüstü yaratıklar oldukları ve çok farklı bir zamana, artık çöküşün yolunu tutmuş bir döneme ait bulunduklarıdır; bütün bu insanlar, endüstri öncesi dönemin ürünüdürler. Marx’ın görüşleri bu bakımdan daha isabetliydi; çünkü o, kapitalist piyasayla endüstrinin çifte etkisiyle geleneksel bağların çözülüşünü ve eski yaşama biçimlerinin yıkılışını önceden görmüştü.
Marx’ın önceden göremediği ise, yeni bir insan tipinin ortaya çıkışı olmuştur. Bu tipten insanlar, Marx’ın varisleri olarak gelişlerine karşın, onun sosyalist düşlerinin ve çabalarının yıkılışına yol açacaklardır. Dostoyevski, bu sınıfa giren insanları betimleyen ilk düşünür oldu. Günümüzde sayıları çok artmış bu insanları gayet iyi tanımaktayız; bu insanlar, ideoloji bağnazlarıdır, Stavrogin’lerin ve İvan’ların inançlarının dönmeleridirler. Prototipleri ise İvan’ın öğrencisi olan baba katili Smerdyakov’dur.
‘Yaşamı, yaşamın anlamından daha çok sevmek zorundayız’
Bağnazlar, nihilistlerden berrak görüşlülüğü değil, inançsızlığı tevarüs ettiler. Daha iyi deyişle inançsızlığı yeni ve daha yüzeysel nitelikte bir batıl inanca dönüştürdüler.
Dostoyevski, İvan ve Stavrogin’den farklı olarak, şeytan tarafından çarpıldıklarının bilincine varamamalarına karşın, bu insanları ecinnilerdiye nitelendirir. Bu nedenle onları, İncil’deki domuzlarla karşılaştırır (Lukas VI- II, 32-36). Eski inançlarını yitirmiş olan bu insanlar, yanlış bir akılcılığın düzmece tanrılarına, ilerlemeye, toplumsal ve devrimci ütopyalara tapmaktadırlar.
Babalarının dininden kopmuşlardır, ama genelde dini yadsımış değillerdir: Hazreti İsa ile Meryem yerine, ders kitaplarından alınma birkaç düşünceye taparlar. Bunlar, bizim teröristlerimizin öncüleridir. Dostoyevski’nin dünyası, dinin bizim ideoloji dediğimiz yozlaşmasının hastalığına tutulmuş bir toplumun dünyasıdır. Dostoyevski’nin dünyası, bizim dünyamızın ilk örneğidir.
Dostoyevski gençliğinde devrimciydi. Eylemlerinden ötürü hapse atıldı, ölüm cezasına çarptırıldı ve sonra bağışlandı. Birkaç yıl Sibirya’da kaldıktan sonra – günümüz Rusya’sının toplama kampları, Çarlığın baskı sisteminin daha yetkin düzeye vardırılmış ve kapsamı genişletilmiş mirasıdır, – dönüşünde radikal geçmişiyle olan bağlarını kopardı. Muhafazakâr, Hıristiyan, monarşi yanlısı ve ulusçu oldu. Bütün bunlara karşın Dostoyevski’nin yaratısını salt ideolojik nitelikte bir tanımlamaya indirgemek, yanlış olur.
Dostoyevski, düşüncelerin romanlarında ağırlık noktasını oluşturmasına karşın, bir ideolog değil, ama bir romancıydı. Kahramanlarından Dimitri Karamazov, şöyle der: Yaşamı, yaşamın anlamından daha çok sevmek zorundayız. Dimitri, İvan’a verilen bir yanıttır, ama yanıtın ta kendisi değildir: Dostoyevski düşünceleri değil, ama insana özgü gerçekleri karşı karşıya getirir.
Flaubert, James veya Proust‘dan farklı olarak, Dostoyevski’ye göre düşünceler birer kendinde varlık olarak değil, fakat varoluşun dinsel boyutu niteliğiyle birer gerçektir. Dostoyevski’yi ilgilendiren düşünceler, yalnızca cisimleşmiş düşüncelerdi. Bazı düşünceler Tanrı’dan, yani yüreğin derinliklerinden gelir; başkaları, yani çoğu şeytandan gelir, başka deyişle akıldan kaynaklanır.
Tıpkı ortaçağın din adamlarının ruhları gibi, modern aydının bilinci de bir savaş alanıdır. Bu açıdan bakıldığında, Dostoyevski’nin romanları dinsel nitelikte mecazlardır; sanatı ise modern gerçekçilikten çok Aziz Paulus’a, Aziz Augustinus’a veya Pascal’e yakındır. Yaratısı, ruhbilimsel çözümlemelerinin eksiksizliğiyle Freud’a önderlik eder, bazı bakımlardan da Freud’u aşar.
Octavio Paz, “Hayatı şiire dönüştürmektense, hayatı şiire dönüştürmek daha iyi olmaz mıydı?” diye soruyor ve ekliyor: “Peki şiirin asıl amacı şiir yaratmaktan daha fazlası, şiirsel anların yaratılması olmasın?”
Şeytanı yabancıda mı, yoksa kendi kişiliğimizde mi aramak gerek?
Modern bir hastalığın, başka deyişle ruhsal ve bilinç düzeyindeki bölünmüşlüğün en derine inen, en eksiksiz teşhisini Dostoyevski’ye borçlu bulunmaktayız. Dostoyevski’nin bu bağlamdaki tanımlaması aynı zamanda hem ruhbilimsel, hem de dinsel niteliktedir.
Stavrogin’le Ivan, gördükleri düşlerin acısını çekerler; birer cin olan hayaletlerle konuşup, onları görürler. Ama modern insanlar olduklarından, bu görüngülerin temelini ruhsal rahatsızlıklarda ararlar; bu görüngüler, onların bulanıklaşmış ruhlarının yansımalarıdır. Ancak bu açıklamanın doğruluğundan ikisi de emin değildir.
Hayaletler kendilerini ziyarete geldiklerinde ve onlarla diyaloğa girdiklerinde, çaresizlik içersinde onların gerçekliğini benimsemeye zorlandıklarını duyumsarlar: Gerçekte ise konuştukları, şeytandır. Bölünme bilinci, şeytani bir bilinçtir: Ecinni olmak, Ben’in parçalandığını ve sesimizin bir yabancının egemenliği altına girdiğini bilmek demektir. Asıl şeytanı bu yabancıda mı, yoksa kendi kişiliğimizde mi aramak gerekecektir? Yanıt ne olursa olsun, sonuç kişiliğin bölünmesidir.
Bu pasajlar, birer sanrı gücündedir: İvan’ın cinleriyle konuşmaları son derece gerçekçidir ve sanki günlük olaylarmış gibi betimlenmiştir. Bu bağlamda saçma durumlar ve mizahla yoğrulmuş düşünceler de eksik değildir. Korku, kimi zaman gülmemize, kimi zaman da tüylerimizin ürpermesine yol açar. Kendimizi değişken bir çekiciliğe kaptırırız: Ruhbilimsel tanımlama, farkına varılmaksızın metafizik spekülasyona, bu spekülasyon dinsel görüntülere dönüşür; görüntüler de en sonunda doğaldışı ile sıradan olanı, itici olan ile derinlerde yatanı birbirine kopmaz bağlarla bağlayan bir anlatının kalıbına dökülür.
Dostoyevski’nin şeytanları, modern edebiyatta bir eşi daha olmayan bir gerçekliğin taşıyıcısıdırlar. 18. yüzyıldan bu yana şiirlerimizle romanlarımızdaki yanıltıcı görüntüler, çok inandırıcı olmaktan uzaktır. Bunlar komedi tipleridir; dillerinin ve davranış biçimlerinin yapmacıklığı ise aynı zamanda hem abartılı, hem de dayanılmaz ölçülerdedir.
Goethe ve Valéry’dekiler, uç noktada entelektüel ve simgesel karakterleri nedeniyle akla yakın gelen türdendir; bilinçli olarak ve bir mizah anlayışından kaynaklanarak fantastik kurmacalar biçiminde sergilenenler de benimsenebilir niteliktedir: Nerval’in Büyülenmiş El‘indeki şeytanla, Cazotte’un Âşık Şeytan‘ı bunlara örnektir. Buna karşılık modern şeytanlar, bize öteki dünyadan, yeraltı dünyasından geldiklerini anlatmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Bunlar, olağanüstülüğün görgüsüzleridir. Dostoyevski’nin şeytanları da moderndir ve bunlarla ortaçağın ve barok döneminin cinleri – o hırslı, açıkgöz, biraz da budala hayaletleri arasında – hiçbir ortak noktanın bulunmamasına karşın, bu şeytanlar edebi değildir. Deyiş yerindeyse, klinik bir gerçeklikleri vardır.
Dostoyevski’nin büyük buluşu, belki de bu noktada belirginleşmektedir: Yazar, kötü ile hastalık, ecinni olmayla derin düşünme arasındaki gizli akrabalığı görmüştür. Burada söz konusu olanlar, kanıt olarak akılcı nedenleri kullanan ve sanki ruh çözümlemeciymişler gibi var olmadıklarını, düşsel doğalarını kanıtlamakta direnen şeytanlardır.
Zafere ulaşmalarının nedeni de bu kanıtlama eylemleridir; İvan ve Stavrogin için, bu iki aydın için, onlara inanmaktan başka çare kalmaz: Karşılarındakiler gerçekten şeytandır, çünkü ancak şeytan bu türden bir kanıtlama eylemine girişebilir. Gelgelelim İvan’la Stavrogin, hasta bir ruhun sanrılarından başka bir şeyin söz konusu olmadığı inancına sımsıkı sarılsalardı bile kendilerini şeytandan kurtaramayacaklardı.
Çünkü her iki durumda da yadsımanın, yani cinlerin özünün egemenliği altındadırlar. Böylece İvan’ı dehşete sürükleyen düşüncenin doğruluğu da ortaya çıkmış olur: Şeytana inanmak için Tanrı’ya inanmak, şart değildir.
İdeologlar, Dostoyevski’ye antipatiyle karşılık verdi
Şeytanın oyunları karşısında bağışıklığı olan bir tür vardır, o da ideologdur. İdeolog, ikiliği elimine etmiş olan insandır. Bu insan diyaloğa girmez, yalnızca kanıtlar, kuramlar koyar, karşısındakileri çürütür, inandırır, yargılar. Başkalarını yoldaşlar diye adlandırır, ama onlarla asla konuşmaz: yalnızca kendi düşüncesiyle konuşur.
Bu insan, hepimizin içimizde taşıdığımız “öteki”yle de konuşmaz. Onun varlığını sezmez bile: öteki idealist bir aldatmacadır, küçük burjuvaya özgü bir kör inançtır. İdeolog, tinsel bakımdan sakattır; kendi orta düzeyinden yoksundur. Dostoyevski, yoksulları ve sade insanları, aşağılanıp horlananları sevmiştir, ama kendilerini onun kurtarıcısı diye adlandıranlara karşı olduğunu hiçbir zaman gizlememiştir. Onların insanı özgürlüğün yükünden kurtarma istemleri, Dostoyevski’ye anlamsız gözükmüştür. İdeologlar, Dostoyevski’ye, onunkinden aşağı kalmayan bir antipatiyle karşılık vermişlerdir. Lenin, arkadaşı Inés Armand‘a yazdığı bir mektupta Dostoyevski’yi “resmen kötü” diye nitelendirmiştir.
Bir başka defa ise, zamanını böyle değersiz şeylerle harcayamayacağını söylemiştir. Stalin döneminde Dostoyevski yasaklanmış gibiydi. Bugün de resmi çevrelerde bu yazara gerici ve düşman gözüyle bakılmaktadır. Yönetimin düşmanca tutumuna karşın Dostoyevski’nin kitapları Rusya’da özellikle üniversite öğrencileri tarafından ve doğal olarak toplama kamplarındaki tutuklular tarafından en çok okunan kitaplardır.
Tiran, başına buyruk ve aklına estiğini yapan insandır; Neron ve Caligula gibi delilere ve bilinç bulanıklığına uğramışlara karşı tek çare, hükümdar katillerinin hançeriydi. Oysa sistemli ve kişisel olmaktan uzak nitelik taşıyan ideolojik despotizm karşısında hançerin hiçbir önemi yoktur: Bir soyutlamayı öldürebilmek, olası değildir. Ancak kurşun işlemeyen ideoloji, eleştiriler karşısında dayanıksızdır.
Bu nedenle ideolojik despot, anlatım biçimi olarak yalnız monoloğu ve söylevi tanır. İdeoloğun Tiranizmi, toplumu bir dörtgene, her insanı da bir üçgene dönüştürmekte direnen sadist bir profesörün kendi kendisiyle sürdürdüğü bir konuşmadan başka bir şey değildir. Dostoyevski’nin güncel olmasının nedeni de, yaratısı karşısında duyumsadığımız sürekli çekiciliği bir defaya özgü bir yana bıraktığımız takdirde, bu noktada yatmaktadır.
Buradaki, ahlaki ve politik nitelikte bir güncelliktir; bu güncellik bize, toplumun üstüne gelişi güzel yazılar yazılabilen bir karatahta olmadığını, önceden her yanıyla kestirilebilmesi olanaksız bir yaratık olan insanoğlunun da kendini bütün tanımlardan ve hapishanelerden, hatta bir geometri uzmanı olma savıyla ortaya çıkan tiranın hapishanelerinden bile kurtarabildiğini öğretmektedir.
Çeviren: Ahmet Cemal