Share This Article
Çağımız Yunan şiirinin, hatta Avrupa edebiyatının en önemli isimlerinden biri sayılan Yorgo Seferis, 1963 yılında Nobel ödülünü kazanana dek yaygın bir üne sahip değildi. Yüzyıl başı İzmir’ inde doğan Seferis, Paris’te öğrenim gördükten sonra diplomatik kariyerine başladı ve ülkesini İngiltere, Arnavutluk ve Türkiye’de temsil etti. Ankara’da konsolos olarak görev yaptığı. 1949-50 yıllarında, özellikle doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği Ege bölgesine ilişkin izlenimlerini içeren günlüğü Cevat Çapan tarafından çevrilip “Üç Kırmızı Güvercin” başlığı altında. “Seçme şiirleri”yle birlikte yayımlanmıştı.
Ankara ve İstanbul’a ilişkin günlük notları ise, ilk kez 1987 yılında Şehir dergisi tarafından yayımlandı. Dilerseniz bu ünlü şairin günlüklerine bugün tekrar bir göz gezdirelim.
‘Olumsuzluğun tuzağına düşürmedim kendimi‘
Ankara, 13 Mayıs Cuma.
Jean Cocteau‘nun Cehennem Makinesi… Onca yıldan sonra oyunu sıkıcı, yüzeysel ve eskimiş buldum. Kendisinin olmayan felaket sahnesi bir yana bırakılacak olursa, oyun en ufak şekilde etkilemedi beni; felaket sahnesiyse insan bir cankurtaran simidi gibi yapışıyor ve doğruca antik trajediye giden yolu tutuyor. Ne çare ki, Jocaste’ın hayaletinin belirdiği o son sahneye – ben buna Hacivat sahnesi diyordum – varılması kaçınılmaz; işte orada, artık hiçbir şey kurtaramaz seni.
Dün üniversitenin büyük salonunda onun (Cocteau) konuşmasını dinledim. Peş peşe sıralayabildiği yağcılıklar ve bütün o ucuz övgüler inanılır gibi değil. Dinleyiciler merakla onu incelemekteydiler. İşte söylediklerinden birkaçı: Ankara; “Jupiter’ in kafasından fırlamış Minerva gibi!” (Jupiter Kemal). Kemal: “Işıl ışıl, aydınlık, aydınlatan!” Türkler: “eylemden önce düşünürler oysa ki, Fransızlar düşünmeden önce eylerler!” (1) (Sanırım Valery’nin Mallarme hakkında söylediklerine bakılmalı). Gide’den sözederken kullanıldığı o acıyan, dayanılmayacak denli bayağı üslup:
“Kim bilir ne türden ufak bayağılıkların sonucu olarak yazdı Türk Marşı’nı? Bundan dolayı ona öfkelenmeyelim: benim hakkımda da aynı şeyi yapmıştı.”
16 Mayıs Pazartesi
Dün akşam Ran Gopal: hint dansları. Uday Shankar’ı Londra’daki yıllarımın en canlı izlenimlerinden birini anımsıyordum ve sevinçle gösteriye koştum; düş kırıklığı. Eskiden rastlamış olduğum bir sanata benzeyen bir şeyler beklerken, sahte sıkıcı, teşhirci bir pandomim üretimiyle karşılaştım. Genç Shankar’ın bende bıraktığı anıyla kıyasladıkta, bu kez gördüklerim bana ağır, gevşek ve her türlü çekicilikten uzak geldi. Ve o büyü, müziğin ayinselliği yitip gitmişti. İçim hüzünle dolu olarak döndüm evime.
20 Mayıs Cuma
“Büyükbaba” öldü; (2) erdemleri ve hatalarıyla güçlü, eksiksiz bir adamdı. Son duyurusu: Aziz Yorgo günü için iyi dilekleri.
4 Haziran Cumartesi
On beş gün oluyor ki güncemin 1925 ve 1947 sonu arasını kapsayan bölümünü düzenleyip temize çekmeye koyuldum yeniden. Kendi kendimi belli bir çalışmaya zorlamanın tek yolu bu şimdi. Kendimi öylesine zavallı hissediyor, soluk almada öylesine güçlük çekiyorum ki, yalnızca bir makinenin beni yerimden oynatabileceğine karar verdim. Bu makineyi geçen kış harekete geçirdim. Acınası bir aydı: sonu gelmeyen kar bir karabasana dönüştü: dayanılmaz ağrılar (bir ay süreyle yatakta) ve yakınlarımdan herhangi biri için asla hissetmemiş olduğum en büyük hüzün. 38 ve 39 arasını kapsayan hemen hemen elli sayfayı temize çektim; bu da beni sanki bir kitap yazmışçasına yordu.
“İkinci ve üçüncü alan” işi. Ve bununla beraber, geçmişte, çok daha hareketli yıllarda bile, günün birinde bu işi yapmaya karar vereceğimi ya da bütün bu notları yakacağımı düşündüğüm olmuştu. Olumsuzluğun tuzağına düşürmedim kendimi, kendimi yadsımayı ya da saklanmayı sevmem; içine gizlemelerle bir yerlere varılabilineceğine inanmıyorum..
Şimdi, olaylar geliştikçe kaleme alınmış bu satırları yeniden yazıp, ve de diyebilirim ki ilk kez bir baştan ötekine okuduğumda, söz konusu olanın bir takım itiraflar da, en önemli şeylerin altını çizme arzusu da olmadığını fark ediyorum. Günce, şöyle ya da böyle o olaylara katılıyor olabilir, tıpkı benim de yaşadığım her şeye katıldığım gibi. Eksiksiz olmak bile istemiyor. Bütün bunlar, geçip giderken bırakılan izlerdir. Claude-Achille’in o müziğini anımsamak gerekirse, “Karın üstündeki ayak izleri”; ille de her zaman en önemlileri olmayan, ama en özgürleri olan bazı anların izleri; çıkagelmiş anların. Bu türden pek çok ve büyük çatlaklar var.
Telefon çaldı, gitmek gerek, düşüncemi tamamlayacak zamanım yok.
Eski Galata köprüsü (1957). Fotoğraf: Martin Hürlimann
Hüzünlü tümceler
5 Haziran Pazar.
Akşam
Gençliğimde, hüzünlü anları kaydetme eğilimindeydim. Şimdi sevincin genleşmesinin beni kolay kolay yazı yazmayı itemediğini farkettiğimde duyduğum pişmanlıklar belki de bir gelişimdir.
Haziran
Hastalık
Kanımızda, böbreklerimizde, sabahlamalarımızda,
açlığımızda, susamışlığımızda, yorgunluğumuzda –
Hemşirelerin çok kocaman gözleri
Bayıltıcı hekim ve cerrah
ve ızdırabın perdeleri
ve hurafeleri hastanenin
ve neşteri bekleyiş
sabahın köründe asansörde
Ve eterin aleminden çıkarken
bekrinin çıktığı gibi kerhaneden –
26 Temmuz Pazar.
Gezinti (!) Annula ile birlikte Ankara’ya 25 kilometre kadar uzakta bulunan sarnıcımsı şeylerde yüzmeye gittik. Akşam, denize öylesine bir özlem, öylesine anlatılmaz bir özlem duydum ki.
Elpener:
Şimdi bu dünyada biliyorum
ki Hades ve Dionizos aynı şeydir
Ölmek için pek çok zaman kaybederek.
Dün akşam Kostis Palamas’ın Poetika’sının birinci cildini okumaya başladım. Önsözü ve Katzopulos’un mihraplar’la ilgili eleştirisini bitirdikten sonra uyumuşum. Ağır, ağdalı bir düzyazı, ve düşünüyorum da Palamas herhalde bizim sahip olduğumuz en iyi eleştirel kafadır. Katzopulos’un düzyazısı daha da beter, gazetecilikle içli dışlılığını dayanılmaz ölçüde soysuzlaştırmış…
Burada ciddi bir araştırma için büyük malzeme var: ozanlarımızın kendilerini düzyazıda anlatmadaki yetersizlikleri. İşte Sikelianos. Malakassis bir tek satırlık düzyazıyı bile doğru dürüst tamamlayacak yetenekten yoksundu. Daha uzaklara gitmeden, denilebilir ki “kanatları yürümelerine engel oluyor”; ama neden hiç durmadan kanatları içine gömülmüş haldeler?
Solomos’un da kanatları vardı; ama dikkate değer bir düzyazıcı olmaktan da geri kalmamıştır. Esin, ötekileri, adım atışlarına varıncaya dek sarsaklaştırıyor. Şurası da açık ki, çok bilgece bir dil de onları bazen ağırlaştırıyor; kötü alışkanlıklar; kötü gelenekler; konuşulan dili kullandıklarında bile ukalalar. Konu ilginç. Ben olsaydım onu başka türlü ele alırdım; şiiri ellerinin altında bulunan şiirden yola çıkarak öğrendiler yalnızca. Eğer bir düzyazı vardıysa da, bundan yararlanmayı – yani şiirsel bir amaçla yararlanmayı – ozanlığa yakışmaz kabul ettiler, oysa şairlerimizin şiirsel amaçlarla düzyazıdan yararlanmayı öğrenmeleri çok yararlı olurdu. Kökeninde dil tektir. Dilin ritimleri demek istiyorum ve hiçbir iyi metin için de istisna getirmiyorum; günlük konuşmalar için bile. Her türlü şıkta, dünkü okumalardan sonra, bugün Makriyanis‘ten birkaç satır okudum: arındırıcı bir banyoydu..
28 Ağustos Pazar
Gide’in Anthologie de la poesie française (Pleiade) için yazdığı önsözü okuyorum; Nisan 1947 tarihini taşıyan bir post-scriptum‘la birlikte savaş öncesi yazılmış hüzünlü bir önsöz. Gide’in alıştığımız görüntüsüne hiç de uygun değil bu. Yapıtlarımızın içine yuvarlandığı unutulmuşluktan ve “kaosa dönüşten” söz ettiği zaman haksız olmadığı için değil. Yalnız insan, bütün bunları ancak şimdi keşfetmiş oluşuna şaşırıyor Thesee’sindeki “yaşadım”ın ardında hissetmiş olduğum o canlılığı yeğlerdim. Şöyle yazıyor:
“Bütün bunlar (geçmişin şiirsel sistemi) yalnızca anın geçerli olduğu ve de artık gelecek kalmadığı andan itibaren hiçbir varlık nedeni taşımıyor. Savaştan önce şöyle yazıyordum: ‘Ben davamı ancak yargıtayda kazanacağım’, ya da ‘Yeniden okunmak için yazıyorum’ ve bu artık, yargıtay kalmadığı ve de bundan böyle yeniden okumanın söz konusu olmadığı andan itibaren hiçbir anlam taşımıyor.”(3)
Hüzünlü, hazansı tümceler; bezginliği acı. Güç zamanlardan geçiyoruz, geçiş dönemi. Sahip olduğumuz deneyimle, aramızdan hangimiz inanıyor yapıtlarının sonsuza değin yaşayacağına ki? Duygu yeni değil. İki savaş arasındaki yıllarda da hissettik onu; şimdi daha bir yoğunlukla hissetmemiz şaşırtıcı değildir. Ve durumun giderek vahimleşmesi de bizi şaşırtmayacaktır. Unutulacak oluşumuz gerçeğinden kendi payımıza düşeni aldık, “Unutulmuşluğun kararını kim sayacak bizim için?” Ancak eski fransız dizeleme sistemi alaşağı edildi diye Gide gibi konuşmak, bu bana sorunu aşağılara düşürmek gibi geliyor; bu tipki, artık Gluck‘unkiler gibi operalar yapılmadığı için, ki ben onları özellikle severim, dünyanın yıkıldığını söylemeye benziyor. (Madame Pozzi ve Raymond Radiguet ile sona eren antoloji, Claudel ve Saint-John Perse’i yok sayıyor. Yalnızca bu sonuncudan bir alıntı yapılmış post-scriptum‘da).
Sorun, “yeniden okunmak sorun mudur değil midir” diye kendi kendine sormak değil, ama kendi kendine şunu söylemek: ben, benim yaşamakta olduğum gerçeğini dile getiren o şeyi canlı tutmak için, ne olursa olsun, yazacağım. Ve bütün bunlar bana, kocaman bir edebi kıtadan çıkmış büyük bir adamla, dünyanın gözlerden uzak ve yaşanması güç bir köşesinde gelişmiş daha küçük bir adam, hiçbir ödül beklememeye alışmış, denize şişeler atmaya alışmış biri arasındaki farkı gösteriyor.
İstanbul, 19 Eylül Pazartesi
İndiğimiz konut (konsolosluk) köşesine çekilmiş bir labirent. Güney pencerelerinden Saray’ın kuleleriyle Ayasofya görünüyor. Kuzeydekilerden, bazen göğsü havada, yabancı dillerde haykırıp duran, deli bir ihtiyar kadın görülüyor. Bana söylediklerine göre ermeniymiş. Bu evin ilk sahibi Kudüs’lü bir patrikti. Bu günkü sonuç: banyo dairesine gitmek için patriğin küçük kilisesinden geçmek gerek. Kedi, güzel bir tekir, hadım edilmiş: “Daha az dert çıkarıyor” diye açıkladılar bana.
Bugün öğleden sonra Stouditi manastırı, sonra da Yedikule. Güzel ışık; zindan, işkence odası, mahkumun oklarla delik deşik edilmek üzere bağlandığı tahta direk; ortada dar ve dipsiz bir kuyu, boynu vurulanların kafalarının atıldığı çukur; acımasızlık tükenmez bir şey.
Stouditis‘in bahçesinde, bazilikanın önünde, incir ağacının kokusu; kayısılarla yüklü bir kayısı ağacı. Ağılın bekçisi, yaşlı bir adam. derisi parşömen renginde, iki büklüm oturmuş, cançekişir bir halde, kurumuş bir çeşme.
Surlar, muazzam dalga kiran; harcanmış bir gücün kalıntıları; koruyacak hiçbir şeyleri yok artık. Bugünün akortları onları yıkılmaya bırakmışlar. Harap ediliyor ama yine de her zaman geriye bir şeyler kalıyor.
‘İstanbul denen bu hayret verici hayatta kalış fenomeni’
İstanbul, 27 Eylül Salı
Chora bakiresinde, Thomas Wittemore. Ve burada da yine, yıkımların devamı. Eskiden kalma anıtlar içinde onları en çok Hıristiyan olanlar tiksindiriyor. Bu kararlı ihtiyar olmasaydı bu da ortadan kalmış olacaktı. Mozaiklerin üzerindeki kumaşlar, kıvrımları, “Yedi adım atan kadın”ın selvileri arasındaki rüzgar; “mimari yapıları” ne mizansen! William’ın torunu ve Henri James’in küçük yeğeni olan genç Michael James, mozaikleri temizleyen ekipte gönüllü olarak çalışıyor.
Dün Pandelli’nin tavernasındaydık. Aziz Bazileus’un kutsal çeşmesi; adına İstanbul denen bu hayret verici hayatta kalış fenomeni; yalnızca bu birinden değil, ama iki imparatorluktan geriye kalabilişi; ölümün işaretlerini veren onca şey.
30 Eylül Cuma
Vlerkhernes. Çöplerle dolu; Kerkoporta. Surlar, gedikler; hiç kimsenin muhafızı olmayan, ayakta ya da atılmış zarlar gibi devrilmiş kuleler; “Tanrıya saygıda kusur etmeyen despotumuz Konstantin’in talihini altet.” Çingene evleri, hindilerin gluguluları. Eyüp çukurunun kuru yatağı; hüzünlü bir görüntü.
İstanbul, Ekim
Psomadhia. Fener’de Moukhliotissa Kilisesi. Işıklar sönmüş: gemi düdükleri; gökyüzü “bir yeniden doğuş.”
Şafakta yatakhanede bir sineğin vızıltısı.
Ankara, 14 Ekim Cuma
Öğleden beri Ramazan ortada yok; heryeri didik didik ettik; ölmeye gitmişti.
İstanbul’dan dün akşam döndük. Salı günü Annula’ya İngiliz uçağına kadar eşlik ettik. Yola çıkmadan sinirliliği, pazartesiden beri durmadan erteleniyordu: Atina’da hava kötüymüş. Ankara’ya dönüşümüzde, kendi kendimize Ramazan’ın bu ülkede bizim için en candan varlık olduğunu söylüyorduk. Dün onu bahçede bulduk, garip; bizi unutmuş dedik kendi kendimize hastaydı. Hiçbir şey yemek istemedi. Toptop olmuştu, hareketsiz, kendinden geçmiş bir halde duruyordu. Öğleden sonra kusmaya başladı, bütün gece devam etti. Bu sabah asmaya tırmandı. Yaprakların arasına karıştı. Çağırdığımda, cılız bir miyavlamayla gözlerini açtı. Yazıhaneden döndüğümde kaybolduğunu söylediler. Bu akşam gözyaşlarımızı tutamadık. Bu şefkat damlası içimizdekileri taşırıverdi, feci halde yalnızdık.
İstiklal caddesi; 1920’li yıllar.
16 Ekim Pazar
Önceki günden beri kağıtları yerleştiriyor, ve Ramazan’ın acısını sürüklüyorum. Ankara’daki tek dostumdu, dostum. Bu küçük yaratığın kaybının beni içine attığı beklenmeyen, mantık dışı, ölmek için bizi beklemişti diyesi geliyor. Sonra bilemiyorum, böylesi bir ölüm sana boşluğu – asmanın tepesindeki her zamanki yeri bir başka açıdan gösteriyor; daha küçük ama daha açık, aynı zamanda da daha çıplak – bir hayvanın hayaleti farklı, yeniden canlanmasız; mutlak bir kayboluş. Cuma günü öğleden sonra toprak feci şekilde insanlıktan uzaktı.
Ölmeye gidiş tarzındaki onca asalet. Hiç ara vermeksizin güneşi arıyordu; ateşe bakıyordu. Ölümün küçük bir maketi; bazen, büyük yapıtın olanca ayrıntısıyla, şişelerin içinde görülen gemiler gibi. Ölüm onunla tıpkı onun eskiden kuşlar ve farelerle oynadığı gibi oynuyordu. Aşk saatlerinde olduğu gibi hareketsizdi küçücük evcil tanrı. Burada hiç kuşkusuz benden kaynaklanan pek fazla şey katıyorum. Benden kaynaklanan ne? Ne kadar garip; gerçekten, ne kadar garip.
‘Hayatımın öyküsünü günü gününe yazmaya niyetim yoktu’
Kasım
İhtiyarın boyuna erişebilmek için birinin alabildiğine büyük olması gerek: Eudipus (Colone’da), Makriyannis. Çoğu gevşeyiveriyor. Tür, insanların olgunlaşmadan ihtiyarlayıp öldükleri günümüzde seyrekleşiyor gibi.
Elleri, tifsirmiş bir paltonun ceplerinde, traş olmadan
Bu sabah geldi hiç kapıyı vurmadan…
Patlamış bombalar yıldızların kalabalığındaki
gecenin yükselişi içindeki gövdeler, galaksi hiçbir şeyimiz yok başka
şu açılmış kollarımızdan
şu sineden ki içinde yittiği tufanın ki tohum onda ölür
Saat yaklaşıyor lekeli bir duygusuz ruh için –
Domuz ahırı iyiydi
cifenin ötesinde hiçbir şey
tıpkı sefil bir düş gibi
içinde derin döşeğin
daha uzakta hiçbir şey
ve ölüm hemen hemen sizinki gibi
duası edilmeksizin –
“Filoktetus”:
Yasak gövde, yasak ülke
çağ yaralı-
1950
16 Ocak, Pazartesi
Soğuk: Ankara’da bulunduğumuzdan bu yana ilk kez, bütün serçeler, istisnasız, ortadan kayboldular. Gece ısı sıfırın altında yirmi dereceden de aşağılara düşüyor.
İstanbul’dan dönüşümüzden beri, günceyi temize çekmeyi sürdürüyorum; 1924 ve 1946’da yazılmış şiirleri, bir deneme halinde yayınlamak üzere, toplayıp Atina’ya gönderdim; La Grive hakkındaki mektubu yazdım. (4) Bu son iki iş pek çok günümü aldı Ayın 12’sinde gavafi’yi yeniden ele aldım; eğer onu şimdi bitiremezsem, bütün bu el yazmalarını yakmam gerekecek.
18 Ocak Cumartesi; 18-19 Ocak gecesi:
Ancelos (5)
15 Mart, Çarşamba
Z’nin Paris’ten benim için temin etmek lütfunda bulunduğu kitaplardan, Stendhal’ın güncesi elime ulaştı. Şöyle başlıyor:
“Milano, 28 Germinal, yıl IX. hayatımın öyküsünü günü gününe yazmaya girişiyorum. Bilemiyorum, daha önce Paris’te başlanan bu projeyi tamamlamaya gücüm yetecek mi? İşte şimdiden bir fransızca hatası, pek çok başkaları da olacak çünkü ilke olarak hiç aldırmamayı kararlaştırdım.” (6)
Bütün bir hafta bu bölümü düşündüm. Bir süre var ki, 1925’den bu yana birikmiş kişisel notlarıma bir çeki düzen vermeye koyuldum. İki yıldır gelişi güzel bir tarzda, Bursa’dan dönüşümüzden 49’un son değin de daha hızlı olarak, çok daha düzensiz bir şekilde ve ben de hiç aldırmaksızın ve hiç silmeden yazdım ama hayatımın öyküsünü “günü gününe” yazmaya niyetim yoktu. Hayatımızı günbegün yaşarız, onu yazmayız; yazmak, insan ne yaparsa yapsın, hayatın yalnızca bir parçasıdır.
25 Mart Cumartesi
İstanbul-Ankara uçağı düştü. Diplomatik kuryemiz ve genç meslektaşımız Jean Fleggas kazada hayatlarını kaybettiler.
5 Nisan Kutsal Çarşamba
Geçen pazar (Rameaux): Konya. 8.30’da hareket ettik. Pazartesi 16.30’da dönmüştük; hemen hemen 270 kilometre, arabayla dört buçuk saat. Yol (yenisi) dümdüz, tuzlu çölü kesiyor, gördüklerimin en tekdüzesi, gri bir toz rengi ve çevrede, bir kez Ankara yöreleri geride bırakıldıkta, kesinlikle bir şey yok, pek az köy, kerpiçten inşa edilmiş evler. Karamanitis’in memleketi.
Konya da sabahın üçüne doğru uyanıyorum, dışarda dolunay: “Felaket demek ki her şey bir kandil külahının altında!” Sonra da tutkuyla: “Ölümü ölümle yendi.”
Selçuk Oteline indik. “Kandil külahı” düşüncesinin uykumun içinde bende uyandıran şey, sanırım Mevlana türbesinin üçgen şeklindeki mavi kubbesi oldu ve çevrede yaşayan bir şeylerin bulunmayışı da, bugün onun çevresinde bitivermiş bu alemden kaynaklanıyor.
Türbede şirin halılar; görmüş olduklarımızın en güzelleri. Kentte, her köşede avukat tabelaları. Küçük müze: çok sayıda grekoromen mezar taşları. iki-üç lahit, rölyef olarak yontulmuş bir sürü aslan; müze müdürü aslanların ölülerin bekçisi olduğunu söylüyor.
Selçuklu anıtları: İran sanatı ve tümüyle Arap, Karahan camiinde, İnce minare, göğe açılan bir kubbe ve altında da kare şeklinde bir sarnıç, şimdi kupkuru: yıldızların hareketlerini suya düşen akislerine bakarak burdan incelerlermiş. O dikkatle eğilmiş yüzlerle, o geceleri düşünüyoruz.
Çarşıda küçük bir avlu ve bu iç mekanın çevresinde de dükkanlar. Bir yabancıyı fark eder farketmez, en değersiz şeyler için insanın gözünü yuvasından uğratan şeyler istiyorlar.
Üstü yazılı bir bakır tepsi satıyorlardı; iki haçın arasında acemi bir yazıyla şöyle yazılı: “Sofi 1809”. Dönüş yolunda, mola verdiğimiz Cihanbeyli’de, küçük alanın parmaklıklarına yerleştirilmiş bir mermer plakada şu ibare vardı:
Konya sana çocukluğunda duyduğun tümceyi anımsatıyor. “Bu işte, Anadolu’nun bağrındandır.” Süt ve pasta satılan kahvaltı ettiğimiz dükkanın sahibi sanki bir başka yöredenmiş gibiydi; Serres mültecilerinden…
Bize, Balkan savaşından önce geldiği zaman, burada pastacılığı bilmediklerini söyledi. Konya’da iki meslektaşı daha varmış; onlarda Serre’den gelme. O küçümen Yunan uygarlığını düşünüyorum, düşünsel akımlarınkini değil de her günkü davranışlarla sızanını; pastalar, tarım, dülgerlik, önemsiz edimler. Konya senin Ankara’ daki yaşantın için bir teselli oluyor. Beterin beteri var.
Çeviren: Turhan Ilgaz
Dipnot:
1- Orijinal metinde fransızca olarak yazılmış.
2- Seferis’in Damaskinos piskoposuna taktığı ad.
3- Orijinal metinde fransızca olarak yazılmış.
4- Daha sonra denemelerden oluşturulan bir derleme içinde yayınlanan bu uzun mektup Yorgo Katzimbalis’e gönderilmiştir. Mektup La Grive’in alaycı bir dille kaleme alınmış “açıklaması”dır.
5- Ancelos Yorgo Seferis’in erkek kardeşidir. ABD’de 1950 yılı Ocak ayının 18’i 19’a bağlayan gecesi öldü.
6- Orijinal metninde fransızca olarak yazılmış.
7- Kormaros’un nazım olarak yazılmış romanı Erotokritos’un kahramanlarından…