Share This Article
Unutulmaz yıllardı, çılgınlık yılıydı, ateş, kan ve ölüm yılıydı. 21 yaşıma yeni basmıştım ve herkes gibi ben de biraz çılgındım.
Vietnam’a yarım milyon Amerikan askeri gitmişti, Martin Luther King henüz öldürülmüştü, Amerika’nın dört bir yanında şehirler yanıyor ve dünya ise kıyameti andıran bir çöküşe doğru gidiyor gibiydi. O dönem deli olmak bana, 1968’de tüm genç erkeklere giydirilmek istenen deli gömleğine karşı aklı başında bir tepki gibi geldi.
Üniversiteden mezun olur olmaz, varlığımın derinliklerine kadar nefret ettiğim bir savaşta savaşmak üzere askere alınacaktım ve bu savaşta savaşmayı reddetmeye çoktan karar verdiğim için, geleceğimin sadece iki seçeneği olduğunu biliyordum: hapishane veya sürgün.
Ben şiddet yanlısı bir insan değildim. Şimdi o günlere dönüp baktığımda, kendimi Columbia’da edebiyat ve felsefe derslerine dalmış, nasıl yazar olunacağını öğrenmeye çalışan sessiz, kitap kurdu bir genç adam olarak görüyorum. Savaşa karşı gösterilere katılmıştım ama kampüsteki herhangi bir siyasi örgütün aktif bir üyesi değildim. Students for a Democratic Society’nin (SDS) (birkaç radikal öğrenci grubundan biri, ancak hiçbir şekilde en radikali değil) amaçlarına sempati duyuyordum, ancak yine de toplantılarına hiç katılmadım ve bir kez bile bir broşür ya da bildiri dağıtmadım. Kitaplarımı okumak, şiirlerimi yazmak ve West End’deki barda arkadaşlarımla içmek istiyordum.
Kırk yıl önce bugün, Columbia Üniversitesi’nde bir protesto mitingi düzenlendi. Konunun savaşla bir ilgisi yoktu, daha ziyade üniversitenin Morningside Park‘ta inşa etmek üzere olduğu bir spor salonuyla ilgiliydi. Park kamuya ait bir alandı ve Columbia bölge sakinleri (çoğunlukla siyahiler) için ayrı bir giriş oluşturmayı planladığından, bina planının hem adaletsiz hem de ırkçı olduğu düşünülüyordu. Ben de bu değerlendirmeye katılıyordum, ancak mitinge spor salonu için katılmadım.
Gittim çünkü kaçıktım, ciğerlerimdeki Vietnam zehri nedeniyle delirmiştim ve o öğleden sonra kampüsün ortasındaki güneş saatinin etrafında toplanan yüzlerce öğrenci spor salonunun yapımını protesto etmek için değil, deliliklerini dışa vurmak, bir şeye, herhangi bir şeye saldırmak için oradaydı ve hepimiz Columbia’da öğrenci olduğumuza göre, askeri müteahhitler için kârlı araştırma projeleri yürüttüğü ve dolayısıyla Vietnam’daki savaş çabalarına katkıda bulunduğu için neden Columbia’ya tuğla atmayacaktık ki?
Konuşmalar birbirini izledi, öfkeli kalabalık konuşmaları onaylayarak kükredi ve sonra birisi hepimizin inşaat alanına gitmemizi ve izinsiz girenleri uzak tutmak için dikilmiş tel örgüleri yıkmamızı önerdi.
Kalabalık bunun mükemmel bir fikir olduğunu düşündü ve böylece çılgın, bağıran bir öğrenci kalabalığı Columbia kampüsünden Morningside Park‘a doğru yola çıktı. Şaşkınlığıma rağmen ben de onlarla birlikteydim. Hayatının geri kalanını bir odada tek başına oturup kitap yazarak geçirmeyi planlayan o nazik çocuğa ne olmuştu? Çitin yıkılmasına yardım ediyordu. Birkaç düzine kişiyle birlikte çekiştiriyor, itiyor ve doğrusunu söylemek gerekirse bu çılgın, yıkıcı eylemden büyük bir haz alıyordu.
Parktaki patlamadan sonra kampüs binaları basıldı, işgal edildi ve bir hafta boyunca tutuldu. Ben de kendimi Matematik Salonu’nda buldum ve oturma eylemi süresince orada kaldım. Columbia öğrencileri grevdeydi. Biz içeride sakin bir şekilde toplantılarımızı sürdürürken, kampüs kavga arayan yaygaracılarla çalkalanıyor, grevden yana olanlar ve greve karşı olanlar birbirlerine giriyordu.
2011’de Reuters’e konuşan Auster, yazdıklarını ilk olarak not defterlerine elle not ettiğini daha sonrasında ise bilgisayar yerine daktiloda temize çektiğini söylemişti. “Çalışırken kendimi daha canlı hissediyorum” diyen Auster, “Yazmanın bir tür hastalık olduğuna inanıyorum. Yoksa kim hayatını bir odada oturup sözcükleri kağıda yazarak geçirmek ister ki?” ifadesini kullanmıştı.
Bu durum, Columbia yönetiminin canına tak etmişti ve 30 Nisan gecesi polis çağrıldı. Kanlı bir isyan başladı. Diğer 700’den fazla kişiyle birlikte, bir polis memuru saçımdan çekerek polis minibüsüne götürürken, bir başka polis memuru da botuyla elimi ezdi. Ama pişman değildim. Bu uğurda üzerime düşeni yaptığım için gurur duyuyordum. Hem çılgın hem de gururluydum.
Ne başardık? Pek bir şey değil. Spor salonu projesinin rafa kaldırıldığı doğru ama asıl mesele Vietnam’dı ve savaş yedi korkunç yıl daha sürdü. Özel bir kuruma saldırarak hükümet politikasını değiştiremezdiniz. O yılın Mayıs ayında Fransız öğrenciler ayaklandığında, doğrudan ulusal hükümetle karşı karşıya gelmişlerdi çünkü üniversiteleri kamusaldı; Eğitim Bakanlığı’nın kontrolü altındaydı ve yaptıkları şey Fransız yaşamında değişikliklere yol açtı.
Biz Columbia’da güçsüzdük ve küçük devrimimiz sembolik bir jestten öteye gidemedi. Ancak sembolik jestler boş jestler değildir ve o zamanların doğası göz önüne alındığında, elimizden geleni yaptık.
Günümüzle herhangi bir karşılaştırma yapmaktan çekiniyorum ve bu nedenle bu anı parçasını “Irak” kelimesiyle bitirmeyeceğim. Şu anda 61 yaşındayım ama o ateş ve kan dolu yıldan bu yana düşüncelerim pek değişmedi ve bu odada elimde kalemle tek başıma otururken hâlâ deli olduğumu, belki de her zamankinden daha deli olduğumu fark ediyorum.
Çeviren: Gürer Mut