Share This Article
Gerçek kültür, belli bir amaca yönelik bir eğitim değildir; yetkinliğe ulaşma yolundaki bütün çabalar gibi gerçek kültür de kendi anlamını kendi içinde taşır. Nasıl bedensel güç, kıvraklık ve güzellik kazanmanın, örneğin bizi zengin, ünlü ve kudretli kılması gibi belli bir son ereği yoksa, yaşama isteğimizi, kendimize olan güvenimizi, bizi daha neşeli ve mutlu kılarak artırırsa ve böylece çabaların karşılığını kendi içinde taşırsa, kültür açısından da durum aynıdır; “kültür” çabası, başka deyişle düşünce ve ruh açısından yetkinliğe erişme çabası da belli sınırları ereklere yönelik güçlüklerle dolu bir yol değil, ama bilincimizin güçlü biçimde genişlemesi, yaşam ve mutluluk olanaklarımızın zenginleşmesi demektir.
Bu nedenden ötürü gerçek beden kültürü gibi, manevi kültür de amacını ve bu amacın gerçekleşmesini kendi içinde taşır; her an bir ereğe varır, ama hiç bir zaman eriştiği ile yetinmez, sonsuzluğa doğru sürekli bir yolda oluşu, evren içersinde sürekli kanat çırpışı, kalıcı değerler arasındaki yaşantıları dile getirir. Kültür çabasının ereği tek tek yeteneklerin ve edimlerin artırılması değildir. Kültür yaşamımıza bir anlam verebilme, geçmişi yorumlayabilme ve gelecek için korkusuzca hazır olma konusunda bize yardımcı olur.
Okumak yüce bir anlam kazandırabilmemiz için bize yardımcı olmalı
Bu tür bir kültüre açılan en önemli yollardan birisi dünya edebiyatını incelemek, geçmişin bize birçok ulusun yazar ve düşünürlerinin yapıtında miras bırakmış olduğu düşünceler, deneyler, simgeler, düşler ve idealler hazinesiyle ağır ağır tanış olmaktır. Bu yol, sonu gelmesi olanaksız bir yoldur; sonuna değin gidebilme gücüne kimse sahip değildir.
Hiç kimse bir tek büyük ve kültürlü bir ulusun bile bütün yazınını tümüyle inceleyip tanıyamaz, bunun insanlığın yarattığı tüm yazın açısından öncelikle geçerli olması doğaldır. Buna karşılık insanoğlunun bir düşünürün ya da yazarın yapıtına onu anlayarak yaklaşması ve girmesi, mutluluk kaynağı olan bir yaşantıdır. Önemli olan, elden geldiğince çok okumuş, çok yapıt tanımış olmak değildir. Boş zamanlarımızda kendimizi adadığımız büyük yapıtlar arasından özgür ve kişisel bir seçimle ayırdıklarımızın aracılığı ile insanoğlunun bugüne değin düşünmüş ve ulaşmak istemiş olduklarına ilişkin bir izlenim edinmek, insanoğlunun tüm yaşamıyla mutluluk kaynağı bir ilişkiye girebilmek -işte eğer salt zorunlu gereksinmelerin- çerçevesi içersinde kalması istenmiyorsa, yaşamın gerçek anlamı budur.
Okumak, hiç bir zaman bizi oyalayıp dağıtmamalı, sözde avuntularla aldatmamalı, gerçekte anlamdan yoksun bir yaşamın anlamsızlığını görmezlikten gelmemizi sağlamamalı, ama düşüncelerimizi toplamalı, yaşamımıza giderek daha yüce bir anlam kazandırabilmemiz için bize yardımcı olmalıdır.
Okur sevdiği yoldan gitmeli
Dünya edebiyatını tanımaya yardımcı olacak yapıtları herkes kendine göre seçecektir; bu konuda bir okurun bu soylu amaca ne kadar para ve zaman ayırabileceğinden başka koşullar da rol oynayacaktır. Örneğin bir okur için Platon, en saygıya değer bilge ve Homeros en sevilen yazar olacaktır; o okur, her şey hakkında bir yargıya varabilmek için bu kişileri hareket noktası olarak alacaktır.
Başka bir okur ise Platon ile Homeros‘un yerlerine başkalarını koyacaktır. Birisi soylu dizelerin tadına varmak dilin müziğini yaşamak yeteneğine sahip olacak, öteki yalnızca mesajını doğrudan doğruya ulaştıran yapıtları seçecektir. Biri her zaman kendi anadilinin yapıtlarını yeğleyecek ve başkasını okumak istemeyecek, bir başkasının Fransız, Yunan, ya da Rus yapıtları için özel bir sevgisi olacaktır.
Buna ek olarak en bilgili kişinin bile ancak birkaç yabancı dil bildiğini ve bütün yapıtların bir başka dile çevrilmesinin de olanaksızlığını düşünmek gerekir. Örneğin gerçek şiiri ele alalım; yalnız güzel yapılı dizeler içersinde bir takım tatlı içerikler biriktirmekle yetinmeyen, ama yaratıcı bir dilin müziğinin dünyanın ve yaşantıların simgesine dönüştüğü bir ortam olan gerçek şiir, her zaman ozanın yinelenmesi olanaksız diline bağlı kalır; burada belirtmek istediğimiz, salt ozanın anadili değil, ama ona özgü, yalnızca onun kullanabildiği şiir dilidir ve dolayısıyla bu dilin bir başka dile çevrilmesi olanaksızdır.
En soylu ve değerli şiir türlerinden bazıları bir örnek olarak burada taşranın Troubadour şiirlerini anımsatalım artık çok az sayıda insan tarafından bulunabilmekte ve yine çok az sayıda insan bunların tadına varabilmektedir; çünkü bu şiirlerin dili, içinden geldikleri toplum ile birlikte tarihe karışmıştır ve ancak bu işe gönül veren bilginlerin çabalarıyla yeniden canlandırılabilmeleri olasılığı vardır. Neyse ki bizler bugün yabancı ve ölü dillerden yapılma iyi çevirilerden oluşan zengin bir hazineye sahibiz.
Okurla dünya edebiyatı arasında canlı bir ilişki kurulabilmesi için okurun kendi kendisini ve böylece üzerinde en etkili olan yapıtları tanıması, belli bir şemayı ya da eğitim programını izlememesi çok önemlidir! Okur, sevdiği yoldan gitmelidir, yoksa gitmeyi görev bildiği yoldan değil. Büyük bir yapıtı okumak için kendi kendini zorlamak ve bu işi sırf o yapıt ünlü olduğu, hâlâ okunmamasından utanç duyulduğu için yapmak çok ters bir davranış olur. Bunun yerine herkes okumaya, tanımaya ve sevmeğe kendisine en doğal gelen noktadan başlamalıdır. Kimi daha okul yıllarında güzel dizeleri sevdiğini algılar, kimi tarihe ve yurdunun efsanelerine sevgi duyar, bir başkası ise duyguların alabildiğine irdelendiği ve parlak bir akıl tarafından yorumlandığı yapıtları okumayı çekici bulabilir, bu tür bir yapıttan zevk alabilir.
Bu konuda akla gelebilecek yollar sayılamayacak kadar çoktur. Okul kitaplarından başlanılıp, Shakespeare, Goethe ya da Dante’de bitirilebilir. Bize övülmüş olan bir yapıtı elimize alıpta okumaya başladıktan sonra hoşumuza gitmezse, karşımıza engeller dikerse ve dünyasına sokmak istemezse, yapmamız gereken zorla ya da sabırla onu okumayı sürdürmek değil, kitabı bırakmaktır. Bu nedenden ötürü çocuklar ve gençler de okuma konusunda belli bir yolu izlemeleri için ısrarla isteklendirilmemeli ve zorlanmamalıdır; aksi takdirde onların yaşamları boyunca en güzel yapıtlardan, dahası gerçek okumadan uzak kalmaları gibi bir sonuç doğabilir. Herkes işe hoşuna gittiği yerden başlamalı ve hoşlandığının benzerlerinin kılavuzluğu ile yolunu sürdürmelidir.
Saygıdan yoksun bilgi en ağır günahlar arasında yer alır
Giriş için bu kadar söz yeter sanırım. Dünya edebiyatının saygın yapıtlarıyla dolu sergi salonu herkese açıktır ve kimsenin yapıtların çokluğu karşısında korkuya kapılmasına gerek yoktur. Çünkü önemli olan yapıt çokluğu değildir. Okurlar vardır, yaşamları boyunca ancak bir düzine kitap okumuş, ama yine de gerçek birer okur olabilmişlerdir. Buna karşılık başkaları vardır, her şeyi yutmuşlardır, her konuda konuşmayı bilirler, ama gerçekte bütün çabaları boşuna olmuştur. Çünkü kültür, işlenmesi gereken bir şeyin varlığını, bir karakterin, bir kişiliğin varlığını ön koşul olarak tanır. Bunun bulunmadığı, kültürün özden yoksun, boşlukta oluşmaya çalıştığı yerde bilgi oluşabilir, ama sevginin ve yaşamın varlığından söz edilemez. Saygıdan yoksun bilgi ve sevgiden yoksun kültür, insan ruhuna ve düşüncesine karşı işlenebilecek en ağır günahlar arasında yer alır.
Şimdi asıl işimize gelelim! Bu satırlarla anlatmak istediğim, hiç bir bilge ülküyü izlemeksizin, mükemmeliyet savı ileri sürmeksizin, yalnızca kişisel yaşam ve okuma deneylerime dayanarak küçük ve ideal bir dünya edebiyatı kitaplığını tanımlamak. Ancak bunu yapmaya başlamadan önce kitaplara ilişkin birkaç pratik sorun üzerinde kısaca durmak istiyorum.
Bir kez yolun başlangıcını geride bırakmış ve kitapların ölümsüz dünyasına alışmaya başlamış olan kişi, kısa bir süre sonra yalnız kitapların içeriği ile değil, doğrudan doğruya kitabın kendisiyle de yeni bir ilişki içersine girer. Yalnızca kitapları okumakla yetinilmemesi, onları satın almanın da gerekli olduğu, sık sık yinelenir.
Eski bir kitapsever ve küçük sayılamayacak bir kitaplığın sahibi olarak kesinlikle şunu söyleyebilirim, kitap alımı yalnızca kitapçıları ve yazarları besleme amacına hizmet etmez; kitapları okumanın yanı sıra onlara sahip olmanın da tümüyle kendine özgü zevkleri ve ahlakı vardır. Örneğin parasal açıdan son derece elverişsiz koşullar altında, en ucuz baskılardan ve çok sayıda katalogdan yararlanarak, bütün güçlüklere karşı koyarak güzel ve küçük bir kitaplık oluşturmak, başlı başına bir mutluluk ve zevk kaynağı olabilir. Kültürlü zenginler için ise sevdikleri her kitabın en iyi ve en güzel baskısını bulmak, ender bulunan eski kitapları toplamak ve daha sonra topladığı kitaplara güzel cilt kapakları taktırmak, en seçkin zevkler arasında yer alır. Birkaç kuruşu düşünerek ve akıllıca harcamaktan lüks düzeyindeki harcamalara değin bu konuda pek çok yol, pek çok sevinç ve zevk kaynağı düşünülebilir…
‘Kitaplığımda sevdiğim bazı yazarların üç, dört ayrı baskısı var’
Kendine bir kitaplık düzenlemeğe başlayan, her şeyden önce iyi baskılar edinmeğe dikkat edecektir. “İyi baskılar” sözüyle belirtmek istediğim, pahalı baskılar değil, ama metinleri soylu yapıtlara yakışır bir özen ve saygıyla işlenmiş olan baskılardır. Bazı pahalı, deri ciltli, üzeri altın yaldızla yazılı ve içi resimlerle bezeli baskılar, sevgiden yoksun bir çabayla hazırlanmış berbat metinler içerir; buna karşılık kimi çok ucuz baskıların yayımcıları, sadık ve örnek bir çaba harcarlar.
Çok yaygın olan bir dürüstlükle bağdaştırılamaz davranış, bir yazarın yayımcısının kendi yayınına “bütün yapıtları” başlığını koyması, gerçekte ise baskının, yazarın yapıtlarından seçmeleri içermesidir. Üstelik değişik yayımcılar, sözü geçen seçmeleri çok değişik biçimler ve yöntemlerle düzenleyebilirler. Bir kimsenin yıllar boyunca hep okuduğu bir yazara duyduğu derin saygı ve sevgiyle iyi bir seçme yapmasıyla, böyle bir görevi bir rastlantı sonucu üstlenmiş gelişigüzel bir ilgilinin sevgiden yoksun, alelacele bir çalışmayla bu işi yapması arasında gerçekten büyük fark vardır. Sonra doğru dürüst olması istenen her yeni baskıda metinlerin gösterilebilecek en büyük titizlikle denetimden geçirilmesi gerekir.
Kimi yazarların yapıtlarını yayımcılar birbirlerinin ardından basmışlardır ve basmaktadırlar; ama hiçbiri metnin aslından yararlanmayı düşünmemiştir. Bunun sonucunda ortaya türlü yanlışlarla dolu metinler çıkmıştır ve çıkmaktadır. Bu konuda şahsen gerçekten şaşırtıcı örnekler verebilirim. Ama ne yazık ki okura bu konuda bir takım reçeteler verebilmek, örneğin belli yayımcıları ve onların baskılarını örnek diye göstermek ya da onları yermek olanağı yok. Almanya’da klasikleri basan yayınevlerinin hemen tümünün bazı baskıları iyi, bazı baskıları ise o denli başarılı değildir. Örneğin bazısında en eksiksiz ve metinleri en iyi kontrol edilmiş Heine baskıları varken, öteki bazı yazarlara gereğince özen gösterilmemiştir. Ayrıca bu durumlarda sürekli bir değişim göze çarpmaktadır.
Kısa bir süre önce klasikler dizisinde, Novalis‘e yıllar boyunca gereken özeni göstermemiş olan bir yayınevi, Novalis‘in en güç beğenileri bile doyurabilecek nitelikte bir yeni baskısını yaptı. Kitaplığa konulacak baskılar seçilirken, metinlerin kalitesinden çok kağıdın ve cildin kalitesine dikkat etmekten kaçınılmalıdır; ayrıca dış bütünlük açısından elden geldiğince bütün klasikleri benzer diziler halinde satın almaktan da kaçınılmalıdır; bu konuda yapılması gereken şey, yapıtları satın alınmak istenen yazarın en iyi baskısını bulana değin arayıp sormaktır.
Örneğin bazı okurlar, hangi yazarın yapıtlarını elden geldiğince eksiksiz edinmek, hangilerinin bazı yapıtlarıyla yetinmek istediğine kendi başına karar verebilecek kadar bağımsızdır. Kimi zaman bazı yazarların bütün yapıtlarının doyurucu baskıları yoktur, ya da yıllardan beri bütün yapıtların basımına çalışılmaktadır, ama bu işin sona erdirildiğini görebilme olasılığı yoktur. O zaman ya yeni baskılarla yetinilecek, ya da eski kitap satıcılarının yardımıyla eski baskılar edinilecektir. Kitaplığımda sevdiğim ve yapıtlarının hiç birinden yoksun kalmak istemediğim bazı yazarların üç, dört ayrı baskısı vardır ve bunların her biri, ötekilerde eksik olan bir yanı içerir.
Benim sevebileceğim bir kitaplık, kişisel çizgiler taşıyan bir kitaplık olabilir
Durum kendi yazın değerlerimiz, yani en iyi Alman yazarlarının yapıtları açısından böyle olunca, çevirilerde iş daha da nazikleşmiştir. Gerçekten klasik diye nitelendirilebilecek çevirilerin sayışı kabarık değildir; Martin Luther‘ in İncil çevirisiyle, Schlegel-Tieck‘in Shakespeare çevirileri, bu tür çeviri yapıtları arasında yer alır.
Almanca, üstün çevirilerin aracılığıyla yabancı bir dilde yazılmış yapıtları kazanmıştır uzun bir süre için kazanmıştır; ancak bu uzun süre, sonsuz değildir! Çeviriler açısından söz konusu olan bu “uzun süre”, günün birinde son bulur. Örneğin eğer Martin Luther’in İncil çevirisi dil açısından hep yeniden işlenmeseydi ve zamana uydurulmasaydı, bugün halkımızın çoğunluğunca anlaşılamazdı. Yakınlarda çıkacak olan ve Martin Buber tarafından yapılan tamamen yeni bir İncil çevirisinde ise, çocukluğumuzun bu tanış yapıtı, neredeyse tanıyamayacağımız ölçüde değişmiştir.
1500 yılının Almancası, artık bugünkü Almancamıza tümüyle yabancı bir dildir. Yalnız İtalyan halkıyla Dante‘nin yapıtı arasındaki ilişki, bu durumun çok ilginç bir istisnasını oluşturmuştur. Bugün İtalyanların büyük çoğunluğu, Dante’nin dizelerini yazıldığı dille ezbere bilmektedirler. Avrupa’da başka hiç bir ozan ve yazar, dilinde fazla değişiklik olmadan bu denli yüksek bir yaşa gelememiştir. Bizler için ise Dante’yi hangi Almanca çeviriden okumalıyız sorusu, karşılık verilebilecek gibi değildir; her çeviri, metnin aslına ancak bir dereceye kadar yaklaşabilir.
İdeal bir kitaplığa ilişkin olarak oluşturduğum listeye ne zaman baksam, listeyi yetersiz ve kimi yanlışlarla dolu buluyorum. Ama burada söz konusu olan aksaklık, bilinen anlamda eksiklikten kaynaklanmıyor. Tersine, ideal kitaplık listeme ne zaman baksam, eksiklerine karşın aşırı ideal, aşırı düzenli, neredeyse aşırı süslü buluyorum. Böyle bir kitaplık, tüm güzelliğine ve idealliğine karşın, kişisellikten aşırı uzak oluyor; kataloğu, hemen her kitapseverin hemen düzenleyebileceği türden. Böyle ideal bir kitaplığı gerçekleşmiş olarak önünde buluversem, o zaman şöyle düşünürdüm: Gerçekten iyi bir koleksiyon, parçaların tümü de değerli ama bu kitapların sahibinin kendi yeğledikleri, kendi tutkuları yok mudur?
Örneğin kitaplığında Dickens‘tan iki, Balzac‘tan da iki roman varsa eğer, o zaman bunları dış etkilerle bir araya getirmiş demektir. Çünkü gerçekten kendince seçmiş olsaydı, ya bu iki yazarı da sevecek ve ikisinden de olabildiğince çok sayıda kitaba sahip olacaktı; veya birini ötekine yeğleyecek, kendini hemen sevdiren, tatlı ve zarif Dickens‘a, biraz daha acımasız olan Balzac‘a oranla çok daha fazla öncelik tanıyacaktı; ya da Balzac‘ı sevecek, onun tüm kitaplarını almak isteyecek ve aşırı aklı başında, aşırı dürüst bulduğu Dickens‘ı kitaplığından kapı dışarı edecekti. İşte benim sevebileceğim bir kitaplık, ancak böyle kişisel çizgiler taşıyan bir kitaplık olabilir.
Günümüzün dünyası kitapları küçümsemek eğiliminde
Kitaplarla birlikte yaşamaya çok erken yaşlarımda başladım ve dünya yazınına yönelik, akıllıca ve eşitlik ilkesine dayalı bir seçime de yabancı kalmadım, çok değişik kaynaklardan yararlandım ve kimi yabancı yapıtları tanımayı ve anlamayı görev bildim.
Gelgelelim inceleme amacını güden bu tür bir okuma, yabancı yazınları kültür birikimim genişlesin diye tanımaya çalışma, doğama uygun değildi; o nedenle kitapların dünyasında her zaman özellikle sevdiklerimin etkisinde kaldığım, belli bir kitapla ilk kez karşılaşmaktan özel bir zevk aldığım, yeni tutkuların ateşiyle ısındığım oldu. Bu türden tutkular birbirinin yerini aldı, bazıları belli dönemlerde yeniden alevlendi, bazıları ise bir keze özgü olarak kaldı ve ondan sonra yitip gitti.
Özel kitaplığım, ideal bir kitaplıkta bulunması gerekenlerin çoğunu içermesine karşın, ideal bir örneğin benzeri olmayıp, şu ya da bu bakımdan ideal bir modelden sapmalar gösterir; gerçek gereksinimlerden kaynaklanmış her kitaplık için de durum budur. Belli bölümler zayıftır ve ancak gerektiği kadarını içerir, buna karşılık başka bölümler, gözdedir; şımartılmış ve üstüne titrenen bir görünüm taşırlar.
Günümüzün dünyası biraz kitapları küçümsemek eğiliminde. Bugün yalnızca yaşamın kendisini sevmek yerine kitapları da sevmeyi gülünç ve saçma bulan gençlerin sayısı epey kabarık; yaşamı kitap okumakla vakit geçirmeye gelmeyecek denli kısa ve değerli bulan bu gençler, kahvelerde oturmaya ya da dansa ayıracak zaman bulabiliyorlar. Yüksek okullarda ve atölyelerde, borsalarda ve eğlence yerlerinde “gerçek” dünya ne denli canlı bir görünüm taşırsa taşısın, günün bir ya da iki saatini antik çağın bilgelerine ve şairlerine ayırmakla yaşamdan uzaklaştığımızı söylemek olanaksızdır. Hiç kuşkusuz aşırı okumak, bazı zararlara yol açabilir ve kitaplar kimi zaman yaşam karşısında haksız bir rekabetin yaratıcısı olabilirler. Ama bu yüzden kimseye kendini kitaplara vermemesi yolunda bir uyarıda bulunmayı düşünmem…
İnsan gerçek anlamda okumayı yalnızca başyapıtlardan öğrenebilir
Bugün bana dünya yazınının özü gibi gelenler karşısında babam ya da büyükbabam herhalde ancak gülümsemekle yetinirlerdi; bunun gibi, günün birinde benim oğullarım da bunları tek yanlı bir değerlendirme sayıp yetersiz bulacaklardır. Dolayısıyla, kaçınılmaz olana boyun eğmesini bilmeli ve bizden öncekilerden daha akıllı olduğumuz gibi bir hayale kapılmamalıyız.
Nesnelliğe ve haktanırlığa ulaşma çabası, güzel bir çabadır, ama bütün bu ideallerin gerçekleşmesinin olanaksızlığını da hiçbir zaman unutmamalıyız. Bizim kendi sevimli dünya yazını kitaplığımızla amaçladığımız, birer bilgin ya da dünyayı yargılayacak kişiler olmak değildir; tek isteğimiz, en ulaşabileceğimiz kapılardan düşünce dünyasının kutsal topraklarına adım atmaktır. Onun için herkes işe, anlayabileceği ve sevebileceğiyle başlasın!
İnsan gerçek anlamda okumayı gazetelerden ya da gelişigüzel günlük seçimlerden değil, yalnızca başyapıtlardan öğrenebilir. Bu başyapıtlar çoğu kez, moda olan yapıtlardan daha az eğlendiricidir. Çünkü ciddiye alınmayı, kendilerine talip olunmasını gereksinirler. İnsanın kendini canlı çalınan bir Amerikan dansına vermesi, Racine’in bir oyununun ölçülü dengelerini, bir Sterne’in ya da Jean Paul’un ayrımlaşmış, zengin içerikli mizahını sindirmekten daha kolaydır.
Gerekli olan, başyapıtlar kendilerini bize kanıtlamazdan önce, bizim onlara kendimizi kanıtlamamızdır…
Çeviren: Ahmet Cemal