Share This Article
Karlar ancak bir hafta önce erimişti: Toprak çok erken uyanmış birinin yüzü gibi karmakarışıktı. Yer yer yeni çimenler bitmeye başlamıştı ama genellikle geçen yılın çimenleriydi göze görünen: İncecik, cansız, nerdeyse beyaz çimenler. Gereğinden erken uyandırılmış toprak düşe kalka pencereye doğru yaklaşıyordu. Olağanüstü geniş gök, bembeyaz ve ışık içinde, sakin bekliyordu. Gök hikâyeler anlatmıyor, şakalar yapmıyordu. Yeryüzüyle gökyüzü her zaman bir ikili oluşturur.
Yerle gök arasında rüzgâr esiyordu. Kuzeydoğudan başlayıp doğuya doğru kayan bir rüzgârdı bu. Hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir rüzgâr. İnsanlar paltolarının yakalarını sımsıkı düğmeliyorlar, kadınlar başörtülerini daha bir sıkı bağlıyorlardı ama koca ovada görünen milyonlarca minik su birikintisine vız geliyordu bu rüzgâr. Toprak çamur rengi bir şal örtmüştü omuzlarına.
Batağa dönüşmüş toprağın üstünde irili ufaklı cins cins kargalar kendilerini rüzgâra bırakmış, alçaktan uçuşuyordu. Şimdi karlar eridiğine göre, solucanlar ortaya çıkacaktı. Çamurlu yolda kamyonlar çakıl taşıyordu. İki inşaat alanından birinde bir vinç iskelet halinde, dört yanı boş dördüncü kata çimento kirişler taşıyordu. Orada, yerle gök arasında, hiçbir şey tam anlamıyla bitirilemeyecekti.
Bazıları arabayla, çoğu da kamyonlara ya da eski otobüslere doluşmuş bir sürü insan gidip geliyordu. Görünürde bir şehir yoktu. Ama insan çok da uzakta olmayan bir şehrin varlığını sezebiliyordu: Çünkü çevrenin sessizliği öyle dipsiz bir sessizlik değildi, derinliği olmayan bir sessizlikle çevriliydiniz.
Bir ara, otobüslerden birinden yirmi kişi indi, en son inen dört kişi bir tabut taşıyordu. Yüzleri, öbür gruplardaki insanların yüzleri gibi kapalı ama kilitli değildi. Her yüz kapısını kapamıştı ama her biri içinden bildiği bir gerçekle konuşuyor gibiydi.
Tabutu o ölgün çimenlerin üstünden taşıyıp generallerin birlikleri denetlerken daha iyi görünmek için çıktıkları tahta yükseltilere benzeyen bir yükseltinin üstüne koydular. Tam o sırada, rüzgârdan korunmak için oralardaki bir kulübeye sığınmış olan bir kadın boynunda taşıdığı fotoğraf makinesiyle dışarı çıktı. Kadın son veda fotoğrafları çeken uzman bir fotoğrafçıydı. Gelenler tabutun kapağını açıp tahta yükseltinin alt basamaklarından birine içindeki kadını, yüzü fotoğrafçıya hafif dönük olarak yerleştirdiler. Tabutta yatan kadın yetmiş yaşlarında görünüyordu. Aile ve dostlardan oluşan grup yükseltinin merdivenlerinde yerlerini aldılar.
Fotoğraf hayatın akışını durdurduğu için, her zaman ölümle flört eden bir özellik taşır. Ama orada geçici çalışan veda fotoğrafları uzmanının tek kaygısı kimseyi çekeceği fotoğrafın dışında bırakmamaktı. Fotoğraflar siyah beyaz çekiliyordu. Tabutun çevresindeki sarı nergisler açık gri çıkacaktı. Fotoğrafçı sağda duranlara başıyla biraz yaklaşmalarını işaret etti.
Vizörden görünen görüntü pek o kadar da yaslı bir görüntü sayılmazdı. Orada bulunan herkes acının kişisel ve dinmeyen bir duygu olduğunu, bundan kurtuluş olmadığını çok iyi biliyordu ama onlar o anda çektirilmesi gereken belge niteliğinde bir fotoğraf için poz vermekteydiler ve bunun yasla hiçbir ilintisi yoktu. Gruptaki herkes gözünü kırpmadan makineye bakıyordu, tabutta yatan sanki o yaşlı kadın değil de beşiğinde uyuyan bir bebek, avcıların vurduğu bir yaban domuzu ya da takımlarının kazandığı bir kupa olabilirdi. Vizör işte böyle bir görüntü veriyordu.
Mezarlık çok büyüktü ama düz olduğu için fark edilmesi çok güçtü. Hiç değilse bir kere ölüler burada birbirleriyle eşit tutulmuştu. Ne olağanüstü bir anıt mezar ne de umutsuz bir heykel vardı çevrede. Yeni çimenler bitmeye başlayınca, bütün ölüler eşit olarak paylarını alacaktı yeşillikten. Birkaç mezarın çevresinde çimenlerin boyunu geçmeyen alçak parmaklıklar vardı. Parmaklıkların içine küçücük masalar ve sıralar konmuştu. Bütün kış boyunca bu masalar ve sıralar karın altında gömülü kalmıştı, tıpkı eski Mısır’da ölülerle birlikte gömülen aynalar ve takılar gibi. Buradaki fark karlar eridikten sonra masaların ve sıraların başka dirilerin de işine yaramasıydı.
Ölülerin gömüldüğü alan aşağı yukarı yarım dönümlük parsellere bölünmüş ve numaralanmıştı. Numaralar kalemle küçük tahta parçalarına yazılmış, tahtalar çubuklara çakılıp toprağa saplanmıştı. Bu tahtalar da kışın, karın altında gömülü kalmıştı.
Bazı mezarların başucundaki taşlara camlatılmış oval kemik çerçeveler içinde fotoğraflar konmuştu. Bir insanı öbüründen nasıl ayırt ediyoruz, hiç düşündünüz mü? Dış görünüşteki ayrımlar o kadar az ki, iki serçe arasındaki ayrım gibi diyelim. Ama işte bu küçük ayrımlar bize bir insanı çok özel; nerdeyse gökler kadar büyük ve tek kılıyor.
Her kıtada aynı şakaları yapan mezarcılar burada da bir sürü yeri kazıp toprağı yanlara yığmışlardı. Toprağın kekremsi bir kokusu vardı.
Mezarlık 1960’larda açılmıştı, en küçük numaralar ilk gömülenlerindi. Her parselde hem genç ölenler, hem de yaşlanıp ömürleri bitince ölenler vardı. Ama ilk parsellerde yatanların büyük bir çoğunluğu kırk ya da elli yaşlarını biraz geçince ölenlerdi. Bu adamlar ve kadınlar savaş yılları ve savaş yıllarının sonrasını yaşamış; genç ölmek için savaşı atlatmışlardı sanki. Bütün hastalıklarla doktorlar ilgilenir, bazı hastalıklarla ise tarih.
Ak kayınlar çabuk büyüyen ağaçlardandır; bu mezarların arasında da büyümüş ve büyümekte olan bir sürü kayın vardı. Yakında bu ağaçların yaprakları yeşerecek şimdi dallarından yün tiftiği gibi sarkan kan kırmızısı çiçekler kekremsi kokulu toprağa dökülecekti. Bütün ağaçlar arasında bunlar belki de çimen türüne en yakın türdür. Ufak tefek, yumuşak, ince görünüşlüdürler; eğer bir çeşit süreklilik duygusu yaratıyorlarsa, bu çınar ve ıhlamur ağaçlarındaki dayanıklılık ve uzun ömürlülükle karıştırılmamalı. Kayınlar uçucu ve çoğalan türdendirler tıpkı sözcükler gibi, toprak ile gök arasında sürüp giden bir diyalog belki de.
Ağaçların arasında birtakım yüzler de görebilirdiniz, hayatta olanların yüzleri. Biraz önce resim çektirmiş olan aile ellerinde sarı nergislerden çelenkler taşıyordu; çiçeklerin sarısı haykıran ağıtları çağrıştırıyordu. Kapak son bir kez tabutun üstüne yerleştirildi, sonra da çivilendi.
Biraz ötede, orta yaşlı bir kadın diz çökmüş, mutfağının yerlerini temizler gibi bir mezarı temizliyordu. Toprak su içindeydi, kadın ayağa kalktığı zaman iri dizleri yağmur suyuyla ıslanmış, kapkara olmuştu.
Uzakta traktörler çakıl dolu romörkleri çekiyor, vinçler beşinci kata çimento taşıyordu. Hiçbir şeyin hiçbir zaman bitmeyeceği yerdeki kargalar da kendilerini rüzgâra koyuvermiş savruluyordu.
Tahta masalardan birinde bir çift oturuyordu. Kadın bir gazete kâğıdına sardığı zembilinden bir şişe ve üç bardak çıkardı. Kocası üç bardağı da doldurdu. Toprağın altında yatan adamla birlikte içmeye başladılar; ölünün votkasını çimenlerin üstüne döküyorlardı.
Son veda resimleri uzmanı bu arada bir düzine resim daha çekmişti. Bir meslektaşı onu kulübesindeki telefondan aramış, kanalı geçen köprünün oradaki mağazaya yağmurluk dağıtıldığını haber vermişti. Kadın, gece evine dönerken mağazaya uğrayıp oğluna uygun bir şey bulabilirse iyi olacağını düşünüyordu. Bu kez vizörden görünen tabut küçücüktü, içindeki çocuk on yaşında ya var ya yoktu.
İlk parsellerden birinde yağmurluk giymiş bir adam bir kayın ağacına dayanmış, yumrukları ceplerinin en derin köşesinde, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Birkaç su birikintisine bulutların izi düşmüştü. Öbür birikintilerin içine de toprak dolmuş, çamurlanan bu birikintilerin saydamlıkları kalmamıştı. Ağlayan adam bir şey hatırlamış gibi başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Yoksa, bir gece ikisi de içip sarhoş olduklarında, anılarını burada birlikte mi tazelemişlerdi?
Birtakım sorular ve yarım yamalak yanıtlarla, mezarlığa gelmiş olan ölünün yakınları ya da ziyaretçiler ölümlerin, ölümlerin olduğu kadar, kendi hayatlarının anlamını bulmaya çalışıyorlardı; tıpkı kendilerinden önce, şimdi orada yatanların yaptığı gibi. İşte insanın bu düş ve düşünme gücü, her şeyin ve herkesin katkıda bulunduğu bu tutku, hiç sona ermeyecek. Ne Moskova’nın 30 km güneyindeki Khovanskoy Mezarlığı’nda ne de dünyanın başka bir yerinde.
Çeviren: Gönül Çapan