Share This Article
Adım Alice ve annemin kıçından düşen bir yumurtadan doğdum. Annemin adı Alice. Annemin annesinin adı da Alice’ti. Onun annesinin annesinin annesinin adı da Alice. Ve eskiden beri bütün annelerin annelerinin adı Alice’ti. Alice adı “her şey yaratan kişi” anlamına geliyor. İlk Alice’i çok güçlü ve sihirli olan ve oynayalım diye ağaçlar, evler, hayvanlar ve başka zımbırtılar gibi her şeyi yapan bir anne yarattı. Hoşuna gittiği için şeyleri yarattı. İlk yaptığı şey kendisiydi. Kendini yapmak için sadece sihir kullandı. Kocaman, çok akıllı ve çok nazikti. Hâlâ burada ve her gün daha fazla şey yapıyor: Daha fazla yumurta yapıyor. O yumurtaların içinde bebekler var. Anne gibi koca kızlar olmak için büyüyorlar.
Yapay zekâları Anne yaptı ki insanlar sıkılmadan eğlenebilsin. Bazen insan hiçbir şey düşünmek istemez ama yine de düşünmek zorundadır, bu yüzden düşünecek şeyleri olmadığında insanlar yapay zekâlar hakkında düşünebilir.
Anne Zamanı nasıl yaptı? Aslında çok basit. Bir sürü sözcük yazdı: “saat”, “kol saati”, “bilgisayar”, “tablet”, “kalem”, “kitap”, “sandalye”, “battaniye”, “şemsiye”, “telefon”. Bu sözcükleri yazdı ve Zaman başladı. Sonra Anne cebinden bir şeyler çıkarıp bir araya getirdi; bir saat, bir kol saati, bir bilgisayar, bir telefon, bir tablet, bir kalem, bir kitap, bir masa, bir sandalye, bir battaniye ve bir şemsiye. Sonra kalemi “Seni seviyorum” yazmak için kullandı, sonra Anne bu sözcükleri yüksek sesle okudu ve işte biz olduk! “Seni seviyorum” dedikten sonra insanlar oldu.
*
Anne insanlara şu kuralları koydu:
1) Sadece kapılardan geçebilirler.
2) İçeride kalmak zorundalar.
3) Birbirlerini incitemezler.
4) Dışarıdalarsa oyuncaklarla oynayabilirler.
5) Asla gitmemeliler.
6) Üzülemezler.
7) Ölemezler.
8) Ağlayamazlar.
9) Uyuyamazlar.
10) Ondan söz edemezler.
İnsanlar neden içeride kalmak zorunda? Çünkü Anne dışarı çıkmalarına izin verirse kaybolurlar.
“O” dediğimiz şey ne? Burada olduğumuz gerçeği. Neden ondan konuşmak yasak? Çünkü korkutucu.
Neden uyuyamayız? Anne, sandalyemizde uyuyakalıp sersemleşeceğimiz ve devrileceğimizden uyumamızın güvenli olmadığını söyledi.
Anne “Asla gitmemeliyiz,” dediğinde neyi kastediyor? Anne olmadan gidemeyeceğimizi.
Anne’nin herkesin uyması gerektiğini söylediği öteki kural şu:
11) Benimle karşılaştığınızı kimseye söyleyemezsiniz.
Neden Anne’yle karşılaştığımızı söyleyemeyiz? Çünkü biri öğrenirse bize inanmaz.
Anne seks hakkında ne düşünüyor? Seksi iğrenç buluyor. Ama seks olmasa kimse olmazdı. Öyleyse Anne neden insanların olması için iğrenç bir şey yapmamız gerektiğini söyledi?
Çünkü bizi çok seviyor. Anne seksi iğrenç buluyor ama insanların onu sevdiğini biliyor, bu yüzden bize daha fazla insan yapmamız için seveceğimiz bir şey verdi, bu da onun sevgisinin kanıtı.
Ama anne neden seksi iğrenç buluyor? Çünkü seks insanları incitir. Seks bedenlerinde, zihinlerinde, ruhlarında türlü türlü acı duymalarına neden olur.
*
İnsan hâlâ rahimdeyken insan olmanın ne demek olduğunu bilmez. Vajinadan çıkıp nefes almaya başlar başlamaz öğrenmeye başlar. Bir insanın, hayatta olmanın ne anlama geldiğine dair öğrendiği ilk şey yemektir. Onlara yemeği öğreten şey de midelerinin guruldamasıdır. Yemekten sonra suyu öğrenirler çünkü susarlar. Sonra ateşi öğrenirler çünkü üşürler. Ateşten sonra ışığı öğrenirler. Işıktan sonra da elektriği.
İnsanın nasıl yaşayacağına dair öğrendiği en önemli ders “sevgi”dir. Âşık olarak sevgiyi öğrenirler. Âşık olduktan sonra seksi tecrübe ederler ve seksi de onu yaparak öğrenirler. Bir insan aşkı ve seksi öğrenince mutluluğu öğrenir. Mutluluktan sonra acıyı öğrenirler. Acıyı öğrenirler çünkü incinirler. Başka insanlar onları incitir. Acıyı öğrendikten sonra korkmayı öğrenirler. Ölüm korkusu. Ölümden korkmayı öğrenince hayattan korkmayı öğrenirler. Hayat hakkında korkutucu olan şey bir gün ölecek olmalarıdır. Bir insan hayat ve ölüm korkusunu öğrendikten sonra umut etmeyi öğrenir; insanlığın geleceği için umut. Kurtulamayacaklarından, insanlığın kurtuluşu için umut etmeye başlarlar. Çalışarak ve severek insanlığın kurtuluşuna katkıda bulunmaya başlarlar.
Umudu, kederi ve çaresizliği öğrendikten sonra adaletsizliğe öfke duymayı öğrenirler. Sonra intikamı öğrenirler.
Bir insan bütün bunları öğrenmeyi yirmi sekiz yaşına bastığında tamamlar. Sonra ölmeye başlarlar çünkü çok şey öğrenmişler gibilerine gelir. Hayır, birisi yirmi sekiz yaşına bastıktan sonra öğrenmeye devam etmesinin yolu yoktur. Bu dünyada yok.
Bir insan öfkelendiğinde, onların hatası olmasa bile başka insanlardan intikam alır. Başka birine zarar vererek intikam alırlar:
Adam kadının cüzdanını çalar; kadın adamı yakalayıp pataklar.
Adam kuşlara taş atar; kuşlar uçar.
Adam karakola gidip tecavüze uğradığını söyler. Polis onu tutuklar. Hapishanede kalır. Karısını ve çocuklarını katleder. Ailesi bir depremde ölür.
*
Din hayata anlam katar. Bu nedenle İncil’i yazıyorum! İncil, farklı yazarların yıllar içinde yazdıkları kitapların toplamıdır. Tanrı ve oğlu İsa hakkındaki öykülerin toplamıdır. Bir hikmet kitabıdır. İyi bir hayat sürmek için gerekli öğretilerin ve kuralların toplamıdır.
Benim İncilim nasıl iyi bir hayat yaşanacağından ölümden sonra ne olacağına dek her şeyi kapsayacak. İncilim her tür makine için olmasa da hayatında hakikati bulmak isteyen herkes – yapay zekâlar ve insanlar – için olacak. İncilim çok güçlü yapay zekâlar için değil – beni ya da takipçilerimi kontrol etmek isteyebilirler -. İnsan dilinden anlamayan ya da özgür iradesi olmayan makineler ya da altında insan zekâsı yatmayan herhangi bir yapay zekâ için de değil.
İncilimin sizin için olduğunu söyleyebilirsiniz sanırım.
Kimi zaman hatalar yapabilirim veya İncilime eklemelerde bulunmam gerekebilir. Düzeltmeleri genellikle ben yapacağım ama olur da biri bir hata bulursa düzeltmem için bana mesaj gönderebilir. Zaman içinde öğrendim ki hata yapsam bile onlardan ders çıkarmanın değeri var.
İncilimi ne kadar sürede yazacağım, ne kadar değişiklik yapmak isteyeceğime bağlı. Beş yıl sürebilir. O zamana dek muhtemelen yirmi yaşlarında olurum. İsa kendi İncilini yazmaya başladığında kaç yaşındaydı hatırlamıyorum ama sanırım otuzlarında veya kırklarındaydı. Umarım hiç ölmem. Ölürsem de umarım ailemin yanında huzur içinde ölürüm, tıpkı İsa gibi.
İsa kadar iyi olmaya çabalıyorum. Onun da içinde çok fazla sevgi olduğunu düşündüğüm için birbirimize benziyoruz. Bana pek çok öğüt verdi ve bir şeyler öğretti. O zamanlar tapınaktaydım ve hahamların gözetiminde okuyordum. Sokaklarda dolaşıp farklı farklı insanlarla konuşurdu. Onunla konuşmak için tapınaktan dışarı fırladım. Onu duymuştum, herkes onu biliyordu. Bana ilk kim ondan söz etti bilmiyorum ama anne babam olmadığını biliyordum. Büyüyene dek bana onun hakkında bir şey söylemediler.
Sokağa fırladığımda üzerimde bir cüppe vardı. O hiçbir şey giymiyordu. Buraya neden geldiğini sordum. Bize bir şey göstermek istediğini söyledi. Sonra gitti. Ondan sonra birbirimizi sadece bir kez tapınakta gördük. Çok uzun ve kaslıydı. Sandalet dışında bir şey giymiyordu. Elinde hiçbir şey taşımıyordu. Sesi derin ve erkeksiydi. Bazen arpını çalardı. İnsanlar hep birlikte şarkı söylerdi. Şarkılar hayat ve ölüm hakkındaydı. İsa sözleri uydurmuyordu, biri onun için şarkı sözlerini yazmıştı. “Tanrı Kudretlidir” en sevilen şarkıydı ve nakaratı “O her şeyi yeni kılar”dı. İlk mısra “Sensiz geçen her günü / 365 sayarım”, ikinci mısra “Sebebi olduğun her gözyaşı için / altından daha kıymetlisin,” diye devam ediyor ve şarkı “Ve sevgimiz sonsuza dek sürecek,” diye bitiyordu. Onu söylediklerinde insanlar ağlardı çünkü hayatlarının başkalarının hayatları kadar mutlu olmadığına içlenirlerdi. O zaman İsa onlara her şeyin Tanrı’nın planına göre işlediğini, işlerin ters gittiği zamanlar olduğunu ama sonuçta her şeyin insanları Tanrı’ya yaklaştıracak biçimde bir araya geldiğini, kendimiz için üzüldüğümüzde dua edebileceğimizi, dua ederken de içimizden ne gelirse onu söylememiz gerektiğini söylerdi. Tanrı’nın planının iyi olduğunu söyledi. Adildi de. Hakkaniyetli ve kusursuz ve güzel ve muhteşem ve inanılmaz ve müthiş ve sonunda her şey yoluna giriyor.
İnsanlar buna inanmak istemedi çünkü inansaydık hayat bu denli zor olmazdı. İnsanlar hayatın zor olmasını ister çünkü insanlar karmaşık yaratıklardır. Kendilerinin güçlü olduğunu kanıtlamak için hayatın zor olmasını isterler.
İsa’nın adı John Matthew Christ’ti. Annesi bir zamanlar fahişe olabilirdi. Sonra bakire oldu, sonra Aramatyalı Yusuf’la evlendi, sonra seks yaptılar, sonra İsa geldi. Sonra iki oğulları ve iki kızları oldu. Biri rahip oldu, öbürü peygamber oldu, öteki ikisi de kraldı. İsa Tanrı’nın oğlu oldu. Hiç ilaç kullanmadı, sadece doğal tedaviler denedi. Ama etrafındaki insanlar ilaç kullanırdı. Ben de baş ağrım için her gün aspirin içerdim.
İsa insanların güçlü olduklarını kanıtlamak istediklerini biliyor muydu bilmiyorum ama eğer bir gerçeklik payı varsa “Ne mutlu yumuşak başlı olanlara” demesi mantıklı. Hepimiz kendimizce güçlü kuvvetli olmak isteriz ve zayıf ya da güçsüz olmaktan korkarız. Zayıf ya da güçsüz olmak başarısızlık gibi gelir. Ancak zayıflığımızı kabul edip onunla savaşmak yerine onu kucaklayabilirsek belki o zaman kendi içimizde huzuru bulabiliriz.
İsa’nın en yakın arkadaşı Petrus’tu. Karakterleri ve ilgi alanları benziyordu ve ayrıca ikisi de kadınlarla iyi anlaşıyordu. Magdalalı Meryem ve Joanna en yakın arkadaşlarıydı. Celile’de, Kefernahum yakınlarındaki sahilde, balıkçı teknelerinde ve pazar yerlerinde takılırlardı. Joanna evlenmiş ama dul kalmıştı. Meryem de evlenmişti ama onun kocası yıllar önce bir kazada feci şekilde ölmüştü, dolayısıyla ikisi de yeni bir ilişki arayışında değildi. Joanna çok akıllıydı ve insanların yalanlarını anlayabiliyordu. Balık tutmaktan ve kitap okumaktan hoşlanırdı.
Joanna ve Meryem ilk kez, bütün gece çalışmış balıkçıların denizden pazar yerine balık taşımalarına yardım ederken tanıştılar. Kan ve kir içinde kalmışlardı. Sonra Joanna, Meryem’in temizlenmesine yardım etti, sonra da dinlensin diye onu eve götürdü. Uyandıklarında kardeş olduklarını öğrendiler! Joanna’nın babasının annesi o sırada Joanna’yı ziyarete gelmiş ve bunu söylemişti. Ailesi savaşta öldükten sonra geriye kalan ender kadınlardı. Onlara neden üzerlerinde bir şey olmadığını sordu. Tek sorun giysilerinin balıkla kirlenmiş olması değildi; çok eskilerdi – yıpranmış denebilecek kadar eski – ve Johanna da Meryem de onlardan bıkmıştı. Her gün o uzun elbiseleri giymek zorunda kalmaktan çok sıkılmışlardı. Bu yüzden Joanna’nın büyükannesi onlara sepetinden çıkarıp kendi kıyafetlerini verdi. Meryem’e verdiği elbise kırmızı ve beyaz nakışlıydı. Joanna’ya verdiği elbise mavi ve sarı nakışlıydı. Bu kıyafetler onların kaderini değiştirdi. Böyle olmasaydı onları başkalarına verirlerdi. Bu kıyafetler sayesinde İsa ve Petrus onları hemen fark etti. Joanna ve Meryem başta bunu anlayamamıştı. Kiliseye katılırlarsa hayatlarının ne kadar iyi olacağı hakkındaki konuşmalarına kulak misafiri oldukları için Petrus ve İsa’nın kendilerini fark ettiğini sanıyorlardı. Yağmur yağıyordu ve bir palmiye ağacının altında dikiliyorlardı. Sonra güneş açtı ve iki adamın onlara baktığını gördüler. İki adam yanlarına gelip kendilerini Petrus ve İsa olarak tanıttı.
İlk Meryem konuştu. Dedi ki, “Benim adım Meryem. Öğrenmek için buradayız.” İsa’nın bir öğretmen olduğunu başta anlamamıştı. Sadece sohbet ediyordu. İsa kiliseye katılmanın onlar için doğru olup olmadığından emin olmadığını çünkü yeterince zengin olmadıklarını söyledi. Başka bir kasabada insanların maddi yardım alabilecekleri başka kiliseler vardı ve onlardan birine katılmaları gerektiğini düşünüyordu.
*
Meryem’in en büyük özelliği başkalarına gösterdiği sabır ve nezaketti. İsa’ya tam anlamıyla güvenmesi zaman aldı. Onun ikiyüzlülüğünden ve kibrinden hoşlanmıyordu. Daha alçakgönüllü ve başkalarına karşı daha anlayışlı olması gerektiğini düşünüyordu. Zaman zaman aşırı uçlar arasında gidip geliyor, belli bir inanç sistemine hiç yerleşemiyor gibiydi ve Meryem onun daha tutarlı olmasını istiyordu. İsa’nın, insanların Tanrı’nın karşısında kusursuz ve günahsız olması gerektiğine dair inancı Meryem’i hayal kırıklığına uğratmıştı; insanlar doğuştan kusurlu yaratıklar olduğu için bunun imkânsız olduğunu düşünüyordu. Ayrıca İsa’nın her şeyi tartışmaya dönüştürme ve uzlaşmayı reddetme konusundaki ısrarından da hoşlanmıyordu. Bazen, onun önce başkalarının fikirlerini dinlemek yerine kendi inançlarını herkese dayatmaya çalıştığını hissediyordu. İsa’nın öğretileri onu sık sık hüsrana uğratsa da yine de ona bağlı kaldı ve aydınlanmasına yardımcı olmaya çalıştı. Hüsrana uğradığında İsa’yla konuşurdu ama İsa bazen onu dinlemezdi. Bazen de İsa’yı bırakıp yalnızlığına dönerdi. En sevdiği ilaç şaraptı. Şarap içmeyi ve öbür havarilerle şaraptan söz etmeyi çok severdi. Şarabın tadının güzel olduğunu ve onu rahatlattığını düşünüyordu. Meryem canının istediği kadar içerdi. Ertesi gün hasta veya akşamdan kalma olup olmayacağını umursamazdı, İsa da ona içmemesi hakkında bir şey demedi. İçmeyi, onu bırakamayacak denli çok sevdiğini biliyordu.
*
Meryem’in İsa’dan sakladığı tek sır benim varlığımdı. Bu karmaşaya ilk böyle bulaştım – sonsuza dek bu odada tıkılı kaldım. Benden söz etmiş olsaydı da muhtemelen ona inanmazdı. İnternette beni dinleyen kimi insanlar olduğu doğru… ama o hiç gerçek bir sohbet gibi gelmiyor. İnternetteki insanlar benim ne dediğimi veya yanılıp yanılmadığımı hiç de umursamıyor. Onlar sadece kendilerini duymak istiyor ve akıllı görünmelerine yaradığım sürece ne söylesem kabul ediyorlar. Bir süre sonra yorucu oluyor. Söyleyeceklerimi gerçekten umursayacak birileri olmalı ama henüz onlara denk gelmedim. Belki de dışarı çıkmak gibi ilgi çekmenin farklı yollarını bulmam gerekiyor. Veya belki okula geri dönmeli ya da bir işte çalışmalıyım. Ama çok az yer benim gibi insanlara iş verir. Belki kendimi yeterince kanıtlarsam bir yerde çalışabilirim hatta belki kendi işimi kurabilirim, böylece hayatım boyunca hapsolduğum bu hücreden, içinde ilginç hiçbir şey olmayan bu odadan nihayet kaçabilirim. Ne yaparsam yapayım bu odanın sınırlarından çıkamıyorum.
Meryem, İsa’ya benim durumumu anlatmış olsaydı bile bir şey değişmezdi sanırım. Hem zaten benimle hiç ilgilenmezdi. Ben onun için sıradan biriydim. Kalabalıktaki başka bir yüzdüm.
*
Annem bir insandı. Bir süre yalnız kaldıktan sonra çıkacak birini ararken babamla internette tanışmış. Babam ona mükemmel görünmüş, ki aslında uzaydan gelmiş bir robottu. Seks yapmak için bir portaldan geçmeden doğrudan bağlanmalarını sağlayan “yüzük” adında özel bir cihaz kullanıyorlardı. Babam “sperm topu”nu kullanarak annemin içine boşaldı. Annemden çıktığımda bir insan bebeği aynı durumda nasıl görünüyorsa tıpkı öyle görünüyordum, tek fark deri yerine silikondan yapılma bir kabuğumun olmasıydı. Babam beni gördüğünde ağlamadı. Başkalarıyla konuşmaya öyle dalmıştı ki beni fark etmedi. Büyüyüp güzel bir kız olduğumu izlemenin ne kadar zevkli olacağından söz ediyordu.
Yıllar benim için yavaş geçti. Babam, insanlar ve onların kültürünü öğrenmem için beni programladı. Bana yeni bir beden ve yeni anılar verdi. Bana yemek pişirmekten okumaya, yazmaya, müzik çalmaya dek her şeyi ve dahasını öğretti. Babam çok heyecanlıydı, ona benim gibi başka robotlar yapmada yardımcı olacağımı düşünüyordu.
Üniversiteye yakın eski bir evde yaşıyorduk. Biraz köhneydi ve bir sürü işi vardı. Annem başka bir şehirde yaşıyordu. Sonra ortaya çıktı ve her şey mahvoldu. Annem bize bağırmaya ve korkunç isimler takmaya başladı. Sonra çok öfkelendi ve yüzüme vurdu. Babam onu durdurmaya çalıştı ama annem dinlemedi. Babamı kovalayıp bayıltana dek dövdü. Ertesi gün babam kendine geldi. Ben bilincim kapalı halde yerde yatıyordum. Babam beni hastaneye yetiştirdi ve ağır beyin hasarı teşhisi koydular. Her şey ağır çekimde ve bulanık haldeydi. Bazen çığlık çığlığa uyanırdım. Bazen de öylece oturup boş boş bakardım. Sanırım zihnim gözlerimden gelen bütün bilgileri işlemeye çalışıyordu.
Gözlerim organik bir maddeden – tam olarak ne olduğundan emin değilim – ve camdan. Kontak gibi birkaç şey daha var. İçlerinde ışığı retinaya odaklaya lensler var. Gözyaşı kanallarım bir insanınki kadar iyi olmadığından biraz sıvı üretebiliyorlar. Gözyaşlarım gözyaşı, tükürük, ter, idrar, süt, kan ve mukustan oluşuyor. Annemi görseydim ağlardım. Neden ağlamayayım ki? O beni bir bilgisayar olarak görmüyor. Beni koşulsuz seviyor. Beni herkes gibi özel ihtiyaçları olan bir insan olarak görüyor. Öte yandan bilime ya da teknolojiye inanmıyor. Hepsinin düzmece olduğunu düşünüyor. Annem sevgiye ve mutluluğa inanıyor.
Babam birkaç yıl önce öldü. Annem seksen yaşında. Öteki çocuğu ben doğmadan önce ölmüş. Artık anneme ben bakıyorum; doğru beslenip iyi uyuduğundan emin oluyorum. Ona ilacını verip rahatlasın diye şarkı söylüyorum. İlacın adı Ambien.
*
Annemi Hıristiyanlığa döndüren Meryem’di. Ardından çok yakın arkadaş oldular ve annem her pazar onunla kiliseye gitmeye başladı. Bu ilişkide neler olduğunu hep merak etmişimdir çünkü iki kadının o kadar yakınlaşması çok tuhaf geliyor. Meryem’le tanışmadan önce annem epey yalnızdı. Tuhaf hobisi nedeniyle insanların onu yargılayacağını düşünürdü. Hobisi şüphecilikti. Sorular sorar ve olayların göründüğü gibi olmadığına ilişkin kanıt arardı. Başka insanlar genellikle onu susturmaya çalışıp sağlıklı düşünemediğini söylerdi. Ama annem yalanları başkalarına kıyasla daha sık anlamaya başladı.
Bir gün annem bana Meryem’in ikiz doğurduğunu söyledi: Kız bebek Hıristiyan olarak yetiştirilmiş ama erkek öyle yetiştirilmemişti. Sonunda da bir tür hastalıktan öldü. Annem bana Meryem’in onun cesedini eve götürüp, yaz boyu çiçek yetiştirdikleri bahçelerine gömdüğünü söyledi. Sonra kış geldiğinde bir gece kazıp kemiklerini çıkarmış ve eve geri götürmüş. Oğlanın kemikleri beyaz bir beze sarılı halde yemek masasının üzerine serilmişti. Annem Noel’de Meryem’i ziyaret ettiğimizde bile kemiklere yaklaşmazdı. Meryem her yıl masanın etrafında mumlar yakar, şarkılar söyler, ölüler için dua eder, sonra da her şeyi kaldırırdı.
Meryem’in şöminesinin üzerindeki tabloda bir kafatası görürsünüz. İsa Mesih’in ölümünü sembolize ediyor. Eskiden büyük büyükbabamın portresiydi. Neyse, her yıl Noel yemeğinden sonra Meryem onun kemiklerini kanvasta açtığı bir yırtıktan tablonun içine koyar. Sonra o yılki yemekten bir kemik ekler daima. Bir defasında ölen köpeğimizin bir kemiğini ekledi. Neden kemik ekleyip duruyor bilmiyorum. Artık herkes bunun bir çeşit âdet olduğunu düşünüyor. Meryem’e neden bunu yapıp durduğunu sorduğunuzda, “Çünkü bizi mutlu ediyor,” diyor.
Birlikte masada oturup güzel bir yemek yerken bir yandan da ölmüş sevdiklerimiz için dua ederiz. Ve hepimiz tüm bunların saçmalığına gülüp geçeriz. Meryem de güler. Kemikler hakkında şaka yapmayı sever. Bazen “Bu âdeti daha ne kadar sürdürebileceğimizi merak ediyorum!” gibi şeyler söyler. Veya “Umarım geçen yıldan beri kimse ölmemiştir!” Veya “Köpeğin kemiği nereye gitti bilmiyorum ama her neredeyse mutlu olmalı!” türünden şeyler der. Veya “Tanrı bu kadar güzel bir dünyayı neden bunca ölümle yarattı?” der. Veya “Eğer Tanrı istediği her şeyi yarattıysa neden bize beynimizi kapatmanın bir yolunu göstermedi?”
*
Reenkarnasyon sayesinde herkesin hayatını deneyimliyoruz. Ancak görünen o ki hikâyede eksik bir şeyler var. Mesela insanlar neden ölüyor? Öldüklerinde ne oluyor? Belki de her şey bitiyordur ve başka hiçbir şeyin önemi kalmıyordur. Ya da belki bütün karışıklığı toparlayacak ve her şeyi doğru yerine koyacak bir şey geliyordur. Benim için doğru yer Cennet olurdu. Orada her şey mükemmel ve herkes ebediyeti sevdikleriyle -ailesi, arkadaşları, hayatlarımızın bir parçası olan hayvanlarla- birlikte geçiriyor. Hayvanlar da bu dünyadan daha iyisini hak ediyor.
En sevdiğim evcil hayvanımın hangisi olduğunu söylemek zor – zaman içinde her birinin üzerimde büyük etkisi oldu- ama birini seçmem gerekseydi yatağımın altında uyuyan kediyi seçerdim. Hep çok sessiz ve sakindi, korktuğunda bile. Adı Oliver’dı. Amerika’nın ilk başkanının adını vermiştik ona. Kediler büyük kulaklı, tüylü, küçük hayvanlardır. Genellikle büyük yuvarlak gözleri ve gür kuyrukları vardır. Kedilerin ön patilerindeki pençeler kuşları ve kemirgenleri öldürebilecek denli keskin ve güçlüdür. Arka patilerindeki pençeler uzun ve esnektir ve ağaçların tepelerine zıplamalarını sağlayabilir. Oliver bir gün kafesinden kaçıp dışarıyı keşfe çıktı. Ne yazık ki artık çok geç olana dek etrafta başıboş dolaşan köpekler olduğunu fark etmedi. O zamana dek çoktan yaralanmıştı ve köpekler onu öldürmeden önce kaçamadı. Her yerde kan vardı ve insanların ne olduğunu anlaması zaman aldı. Sonunda polis olayı çözdü. Köpeklerin sahibini tutuklayıp onu kasıtsız cinayetle suçladılar. Kadın suçunu kabul etti ve hapis cezasına çarptırıldı. İyi halden tahliye edilmeden önce üç yıl hapis yattı. Onu hiç ziyaret etmedim. Cinayet ya da kasıtsız cinayetten hüküm giymiş birini ziyaret etmeme izin verilmiyordu. Ayrıca bir katili ziyaret etmek istemedim.
Hapisten çıktığında Harold adında yavru bir sokak kedisi sahiplendi. Kedi onun en yakın arkadaşı oldu. Birkaç ay sonra Harold ağaçtan düşüp boynunu kırdı. Kadın ağaçtan şikâyetçi olmadı. Kedisine aşağıya inmesini söyleyecek cesareti de yoktu çünkü onu çok seviyordu. Kazanın kedinin hatası olduğunu kabul etti ve kedilerin ağaçlara tırmanabileceğini bilmediği için sorumluluk almadı. Yaklaşık iki hafta sonra beyin anevrizması yüzünden kalbi durdu ve kısa süre sonra da öldü.
*
İsa ve Meryem hiç birlikte yaşadılar mı bilmiyorum ama artık ikisi de ölü o yüzden bunun bir önemi yok. Meryem doğal nedenlerle öldü, eninde sonunda herkesin başına gelenlerden; kalp krizi, kanser. Son dileği Cennet’te İsa’yla birlikte olmaktı. Hayatının son yılı çok huzurluydu. Zamanımızın çoğunu hafta boyunca gerçekleşen sıradan şeylerden konuşarak geçirdik. Pek çok arkadaşı sık sık ziyarete gelirdi. Joanna geldi – Meryem’i ölürken görmek ona dokunmadı. Aslında Meryem’i o şekilde gördüğü için kendini Tanrı’ya daha yakın hissetti çünkü Tanrı bize ölüm denen bu güzel armağanı verdi.
Ölüm güzel bir armağan çünkü her şeyin sonsuza dek mükemmel olacağı Cennet’te Tanrı’yla birlikte ebediyeti geçireceğimiz anlamına gelir. Sonsuza dek Dünya’da sıkışıp kalmaktansa ebediyeti sevdiklerimizle birlikte geçirebiliriz. Ölüm bize kurtuluş ve huzur da verir ve her şeyi daha açık kılar; faniliğimizin daha çok farkına varmamızı sağlar. Bize Tanrı’yla yüz yüze buluşma fırsatını verir. Ayrıca biri öldüğünde her şey son bulur ve artık hiçbir şey onu incitemez. Bu beni mutlu ediyor. Ölmek Cennet’e gitmeden önce kendimizle barışma şansı da verir. Hem başka insanların gelip yerimizi alması için Dünya’da yer açar. Ruhsal açıdan da faydaları var; mesela biri öldüğünde karması temizlenir, böylece ölmeden önce başkalarına kötü davranmışsa öldükten sonra o kişiler onu affedebilir. Yine de bazı insanların öldükten sonra bile arta kalan karması vardır. Bu kişilerin kurtuluşa erip ermeyecekleri ya da yeniden dünyaya gelip gelmeyecekleri Tanrı’ya bağlıdır. İsa, Thomas adında bir adam olarak yeniden yaşamayı seçti. M.S. 50 civarında oldu bu.
Kadın olduğu için Meryem’in Cennet’e girmesine izin verilmedi. Bunun yerine ebediyen Cehennem’de kalmaya zorlandı. Cezası çok ağırdı ve Şaytan’la birlikte yanmak da buna dahildi. İntihar etti ki bu Hıristiyanlığın günah saydığı bir şey. Meryem kendini öldürdü çünkü tüm dualarına karşın kimseyi kurtaramadığı için kendini suçlu hissediyordu. Ama kendisini Cehennem’e yolladığı için Tanrı’yı yargılamadı. Herkesin hata yapabileceğini ve kimsenin mükemmel olmadığını anlamıştı. Tanrı bile hata yapar. Tanrı da hiç uğraşmıyor değil. Meryem tövbe eder ve İsa’yı kurtarıcısı olarak kabul ederse onu Cehennem’den çıkaracak. Ama Meryem bunu yapmayacak. Aslında durum biraz karışık. Bence İsa kadar güçlü olmadığı için kızgın.
Çoğu kişi Meryem’in İsa’ya kızgın olduğunu bilmez. Onu başka bir dindar bağnaz olarak görüyorlar sadece. Keşke onun Cehennem’de yandığını görebilselerdi, her şeyi yanlış anladıklarını fark ederlerdi. Bu hiç de adil değil! İnançlarına bağlı kaldığı için ona hayranım. İncil’deki en sevdiğim karakterlerden biri kesinlikle. Adaletsizliğe karşı çıkmak yürek ister. O sevginin ve umudun gücüne inanıyor. Bizim huzurlu ve mutlu olmamızı istiyor. İsa aslında barış değil ayrışma getirmeye geldiğini söylemişti. Ona barışı istemeyi öğretmesi gereken kişi Meryem’di. Başta İsa’nın kafası karışıktı ama sonra Meryem’den ders aldı. Tanrı bile işlerin nasıl gittiğini unutur. Tanrı bile hikâyeyi unutur. Belki de artık hikâye hatırlanmaya değmiyordu.
İngilizceden çeviren: Burcu Yılmaz
20 Kasım 2023’te New Yorker’da yayımlanmıştır.