Share This Article
Türkiye’de başörtüsü meselesinin pek çok boyutu var ve bunlardan biri de örtüleriyle hayatın tüm alanında kadın olarak “var olma” mücadelesi veren, üstelik bunu hem evrensel boyutta kadın hakları savunusu yaparak hem de kendi mahallelerindeki erkeklerin hak ihlallerine karşı durarak gerçekleştiren başörtülü feministler…
Üstelik doğu toplumlarında kişilerin dış görünüşlerine karşı bir karara varıp tutum oluşturmak da oldukça yaygın. Başörtüsü de dini inancı simgelemesi sebebiyle ülkemizde pek çok kişinin başörtülü kadınları “gruplandırmasına” ve zihinlerinde oluşturdukları bu gruba göre başörtülü kadınlarla iletişim kurmasına sebep oluyor. Oysa başörtüsünü çıkaran, başörtüsü takmaya karar veren, hiç başörtüsü takmayı tercih etmemiş olan tüm kadınlar gibi başörtülü feministler de yalnızca arzu ettikleri gibi yaşamak istiyor ve örgütlü bir mücadele yürütme çabası dışında herhangi bir sınıflandırmaya maruz bırakılmak istemiyorlar.
İslami feminist kavramı ilk olarak İranlı akademisyen Afsaneh Najmabadi tarafından 1990’da Londra Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşma sırasında kullanılmış bir kavram. İslami feminizmin kavramsallaşma yolculuğu ise 1990 yılında Mısır’da konu hakkında kaleme alınan ilk iki yapıt olan Kasım Emin’in Tahrir’ül Mere (Kadınların Özgürleşmesi) ve Abudiat al Mara (Kadınların Köleliği) eserlerine dayanıyor. (1)
Sonrasında İran, Mısır gibi İslam toplumlarında ve Türkiye gibi İslami nüfusun yoğunlukta bulunduğu bir ülkede 1990’lı yıllarda akademik çalışmalara konu edilmesiyle “İslami feminizm” pek çok kişi tarafından kullanılmaya başlanıyor. Aslında bu yıllardan öncesinde de “İslami feministler” var olsa da batının oryantalist bakış açısıyla muhatap olmamak adına pek çok Müslüman feminist kendisini bu şekilde tanımlamaktan uzun süre kaçınmış. Bu düşünce konusunda pek de haksız değiller, zira günümüzde de sıklıkla şahit olduğumuz bir konu olarak karşımıza çıkarken başörtülü bir kadının eşitlik mücadelesine katıldığını gören biri bu duruma “uzaktan” bakış açısıyla şaşırıp o kişiyi takdir etme cüretini dahi kendinde görebiliyor.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
Temel haklar mücadelesi
İslami feminizm kavramı; gündelik yaşamda ise İslam toplumlarındaki yerleşik ataerkil kodlara başkaldıran kadınlara yakıştırılan bir sıfat olarak karşımıza çıkıyor. Müslüman nüfusun çoğunluğu oluşturduğu ülkelerde yaşayan Müslüman kadınlar, erkek egemen anlayışla oluşmuş geleneksel-dini düşüncelere yenilik getirerek içinde yaşadıkları dünyada erkeklerle eşit hak ve özgürlüklere sahip olmak istiyor.
Bu açıdan başında herhangi bir sıfat olmayan “feministlerle” ortak bir mücadeleye sahip olsalar da daha katı kurallarla çevrili bir düzen içerisinde hak arama mücadelesine girişmiş olmaları onların çabasını bu noktada biraz daha farklı kılıyor. Aslında İslami/Müslüman feministleri, feministlerden ayıran tek nokta bu. İslami/Müslüman feministlere göre dini kurallar erkek egemen bir şekilde gelişerek günümüze ulaşıyor ve erkeklerin rivayet ettiği hadislerle, erkekler tarafından yazılan fıkıh kitaplarıyla bu egemenlik pekiştiriliyor. Oysa onların inançları; Allah’ın koyduğu kurallara göre İslam dininde herhangi bir ayrım olmadığı ve bu ayrımı erkeklerin iktidarlarını sağlamlaştırmak üzere şekillendirdikleri yönünde.
İslam ülkelerinde ve radikal çevrelerde ise İslami feminizm kavramı tarafından çok eşlilik, kadının miras hakkı, kadınların tek başlarına seyahat edebilme özgürlükleri, kadınların araba kullanabilme hakları gibi çok daha temel haklar irdeleniyor.
Tüm bu konuları; Türkiye’nin ilk Müslüman Feminist Derneği Havle Kadın Derneği ve kadınların, özellikle de Müslüman kadınların deneyimlerini konu edinen Reçel Blog kurucularından Rumeysa Çamdereli ve feminist yazar Berrin Sönmez ile onların kendi hikâyelerine de değinerek konuştuk.
Rumeysa Çamdereli: Müslüman erkeklerin bizim gibi ayrımcılığa uğramadığı gerçeğiyle yüzleştim
Elif Ünlü: Öncelikle kendi hikâyenizden, İslam diniyle, başörtüsü ve feminist mücadeleyle tanışma yolculuğunuzdan bahseder misiniz?
Rumeysa Çamdereli: Kendimi bildim bileli Müslümanım. 12 yaşımdan beri de (evet kendi isteğimle) başımı örtüyorum. Feminist mücadeleyle tanışmam da başörtüsü konusundan oldu. Boğaziçi Üniversitesi mezunuyum. Bizim dönemimizde yasaklar uygulanmaya devam ediyordu (2006 girişliyim) ancak Boğaziçi bu konuda istisnai bir alan tanıyordu. 2008-2009 döneminin ilk günlerinde yeni rektör başörtüsünü tamamen yasaklamaya yönelik adımlar attı ama öğrencilerin tepkisiyle karşılaştı. Bu dönemde feminist arkadaşlarımla bu konu üzerine çok fazla kafa yorma şansım oldu ve aynı şeye inanan erkeklerin bizim gibi bir ayrımcılığa uğramadığı gerçekliğiyle yüzleştim. Böylece feminist oldum diyebilirim ve tabii sonrasında birçok farklı karşılaşma ve yaşanmışlık…
Başlığı özellikle Müslüman değil başörtülü feministler şeklinde kurmamızın sebebi başörtüsünün toplumun her kesiminin zihninde bir ön-izlenim oluşturması. Bu, sizce de böyle mi? Yani insanlar karşılaşma anında örtüyü görüp zihninde bir insan kurgulamaya mı girişiyor? Buna başörtüsü mü yoksa toplumsal geçmişimiz mi sebep oluyor?
Reçel blog’da bir yazı vardı: “Bayrak mıdır başörtüsü?” (2) Bu röportaj vesilesiyle baktım, 2014’te yayınlamışız bu yazıyı Reçel’de. O günden bugüne değişen çok fazla şey oldu. Bunlardan biri de Müslüman kadınların hepsinin başörtülü olmak durumunda olmadığı ve başörtülü kadınların kendilerinden gayrı bir şeyi temsille yükümlü olmadıklarına yönelik genel bir bilincin yaygınlaşması.
Tabii ki hâlâ ayrımcılıklar, başörtüsünün “polisliğini yapanlar” (bu terimin İngilizcesi doğrudan hijab police olarak kullanılıyor), başörtülü kadınlara had vermekten zevk alan her ideolojiden insanlar var. Ancak yeni kuşak başörtülü kadınların bunları “taktığını” düşünmüyorum artık. O zamanlar geçti, ben de buna kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Üstümüzdeki yükleri atmayı yeni kuşağın taze zihninden öğrenmek niyetindeyim.
Başörtülü feminist olmanın başörtüsüz bir feminist olmaktan farkı nedir?
Cevabım kısa ve net olacak: Yoktur. Feminist kadınlar feministtir. Kadın kadındır. Böyle sürdürebilirim bu soruya cevabımı.
Başörtülü ve feminist bir kadın olarak İslami çevredeki deneyimlerinizi paylaşır mısınız?
35 yaşındayım ve 12 yaşından beri başımı örtüyorum. Yaklaşık 15 senedir de kendime feminist diyorum. Bu tecrübenin tamamı bir değişim ve dönüşüm hikâyesi hem Türkiye hem de benim adıma. Ben kökleri İslami bir topluluğun parçası olan biri değilim. Hiçbir zaman da böyle bir bağlantım olmadı. Müslümanlığıma yönelik eleştirileri bu şekilde dışarıda tutmam kolaylaştı, çünkü duygusal yüküm çok yoktu bu yorumları yapan insanlara karşı. Son geldiğim noktada da zalimi, zulmü bilen ve gören Müslümanlarla arkadaşlık ettiğim için güncel bir analizim yok sanırım.
‘Allah karşısında kadın ve erkek eşit’
Sizin kadın haklarına dair beklentileriniz neler?
Bu soru çok geniş bir soru. Ne yazsam yetersiz kalır. Temelde hiçbir kadının kadın olmasını kanıtlamak zorunda kalmadığı, kadın olduğu için sürekli kendisine had bildirilmediği, (Allah’ın yasasında zaten eşit ama erkekler unutmayı tercih ediyor sıklıkla) yasanın önünde eşit muamele gördüğü, her türlü zorluğun, zulmün, savaşın, açlığın, ekonomik sorunların yükünü tek başına omuzlamak zorunda kalmadığı bir dünya bekliyorum.
İçinde bulunduğu topluluğun yapısının kabul etmekte güçlük çekeceği girişimlerde bulunan kadınlar ve erkeklerin karşılaştığı tepkiler sizce aynı mı?
Soru cevabını veriyor kendi kendine. Cevap tabii ki hayır. Erkeklerin yüzyıllardır sahip oldukları ayrıcalıkları gerçek anlamda bir kenara itmeleri mümkün olduğunda ancak bu sorunun cevabı değişebilir.
Dini ritüellerin bazılarını reddeden Müslüman erkek ve kadınlar aynı yollardan mı yürüyor sizce? Örneğin başörtülü ve namaz kılmayan bir kadın ile Müslüman ama namaz kılmayan bir erkek aynı deneyimlere mi sahip?
Yine soru cevabını veriyor, yine hayır. Kadın ve erkek deneyimleri, Müslümanlık olsunlar olmasınlar belirgin şekilde ayrışıyor. Burada sadece biyolojik bir kadınlık ve erkeklikten bahsetmediğimi de hatırlatmak isterim. Kadın olmanın kendisi ayrımcılığa uğramanın meşru kapılarını açıyor ne yazık ki, hâlâ böyle. Günümüzde dünyada yaşadığımız tüm gerçeklik de bunun daha kötüye gideceğini gösteriyor. O yüzden Müslüman erkekler kendi dertlerini ağlayarak günlüklerine yazabilirler. Biz “gerçek” meselelerimizle, kendimiz olmaya çalışma mücadelesiyle yolumuza devam ediyoruz tüm yüklere rağmen.
‘Örgütleniyoruz’
Müslüman kadınların içlerinde bulundukları mahallede her anlamda “makbul” olmama girişimleri nasıl karşılık buluyor?
Yalnız yürümeyeceksin platformu başını örtmeyi bırakan kadınların hikâyelerine dair çok gerçek hikâyeleri paylaşıyor. Bence en betimleyici örnekler orada. Hem fiziksel hem de psikolojik şiddete uğrayan birçok kadın var. Ancak kendi hikâyemde sadece psikolojik şiddet kısmını farklı boyut ve şekillerde tecrübe ettiğimi görüyorum. Allah’ın bir ve tek olduğunu tekrar tekrar kendime hatırlatarak, kimsenin bana dine yönelik had bildirmelerine kulak asmayarak bir yaşam çizdim kendime. Ama herkes aynı olanaklara sahip olamayabiliyor. Bunun için de aslında ağlarımız var. Havle Kadın Derneği var örneğin. Örgütleniyoruz. Eskiden tek başımıza yaptığımız mücadeleleri daha kalabalık yapmak için örgütleniyoruz.
Başörtülü ve feminist kadınlar seküler mahallenin de makbulü değil. Öyleyse Türkiye’de her mahallede bir “makbul” kadın anlayışından mı söz etmeliyiz?
Sanırım genel olarak statik bir makbul kadınlıktan söz etmek mümkün değil. Her mikro toplumsal grubun makbul kadın profili bile tarihsel olarak değişiklik gösteriyor. Seküler mahallenin de kendi içerisindeki çeşitlilikleri görerek ve son 20 yıllık iktidarın din adına yaptığı ayrımcılıkların da farkında olarak yine de iyi bir noktada olduğumuzu düşünüyorum. Kişisel öfkelerim baki, ama finalde gerçekten dindar olduğu gerekçesiyle kadın haklarının önüne taş koymaya çalışan, hayvanları katletmenin önünü açan bir yasaya gülerek oy veren insanların olduğu bir yerde artık kendisini dini sınırlarla tanımlamayan insanların öfkelerini ve mesafelerini bir nebze anlıyorum. Ama onlardan ricam, bu korkunçlukların acısını bizden çıkarmamaları. Biz artık zulme “gerçekten” karşı olduğumuzu söylemeden var olmanın ve birlikte mücadelenin zamanını bekliyoruz.
Berrin Sönmez: Başörtüsü yasağı gelince başımı örttüm
Elif Ünlü: Öncelikle kendi hikâyenizden, İslam diniyle, başörtüsü ve feminist mücadeleyle tanışma yolculuğunuzdan bahseder misiniz?
Berrin Sönmez: Ben dindar bir ailede dünyaya geldim, annem babam inançlı, namaz kılan, oruç tutan insanlardı, onların aileleri de öyleydi. Köyde doğmuş bir anne babanın şehirde doğmuş çocuğuyum. Yaşamlarımızda günlük ibadet ritüellerinin ötesinde bir cemaat sohbetine vs. rastlamadık biz hiç. Memur bir aile olduğu için apartman komşularıyla vs. akşam gezmelerine gidilip gelinirdi benim çocukluğumda. Ama ben ortaokul yıllarımda okumayı çok seven biri olarak bazı tasavvufi kitaplar okudum, tasavvufun klasikleriydi bunlar Mevlâna kitapları falandı yani.
Ben elime ne geçerse okurdum, herhangi bir rehberim de yoktu bu konuda. O sırada tasavvufi bazı kitaplardan çok etkilendim. Öncesinde dine yaklaşımım şu şekildeydi aslında: İlkokul yıllarımdayken “asla başımı örtmem” derdim. Ortaokulda tasavvufun klasiği kitapları okuyup etkilendim. Lise yıllarında da ideolojik bir tutumum da vardı, çok erken politikleşmiş bir insanım, lise yıllarımdaki siyasi görüşümü de “demokrat partili bir ailenin ülkücü kızı” olarak tanımlayabilirim.
Lise yıllarında namaz kılmaya başladım. O yıllarda yatılı bir okulda okuyordum, hiç kimsenin namaz kılması zorunlu değildi ama namaz kılınacak bir oda da vardı yatakhanede. Zaman zaman birkaç arkadaşımla daha da namaz odasında karşılaşırdık.
Ben namaz kıldığım zamanki örtünmeyi hep düşünmeye başladım. Yani “Allah’ın huzurunda, beni her şeyimle bilen bir yaratıcının karşısında örtünüyorum da dışarıda örtünmüyorum” diye. Böyle düşündüğümde Lise 2’den itibaren mini etek giymeyi bıraktım, kolsuz giymeyi bıraktım, giderek kot pantolon giymeyi bıraktım, mümkün olduğunca uzun etekler giymeye başladım, bu şekilde kendi içimde yavaş yavaş örtünmeye doğru ilerledim. Ama üniversite yıllarında ilk iki yılım 12 Eylül darbesinden önceydi, son iki yılım da 12 Eylül darbesinden sonraya rast geldi.
Bu son iki yılda, darbeden itibaren başörtüsü yasakları etkili olmaya başladı, yani bu söylentide başladı, yasak resmi olarak açıklanmadı ama fakültede başörtülü arkadaşlara baskılar başladı, hocaların ağzından derken bir yıl sonra kesin yasak geldi. Kesin yasak gelince ben başımı örttüm. Öyle bir tablo oluştu, aslında onlara inat olsun diye olmadı bu. O olgunluk seviyesine, o arzuyu hayata geçirme isteğine o zaman ulaştım herhalde. Ben örttüm ve yasakla burun buruna geldim. Fakat sonradan devam ettiremedim örtüyü çünkü araştırma görevlisi olmuştum.
Araştırma görevlisi olarak ben enstitünün bulunduğu binaya yaklaşmadan bir durak önce otobüsten inerken başımı açmak zorundaydım 12 Eylül Darbesinden sonraki yıllarda, henüz darbeciler bırakmamışlardı. Böyle bir ortamda eve giderken otobüste örtüp, okula giderken otobüste örtüp enstitü binasına gidiyordum, fakültelere, arşivlere, kütüphanelere giderken – milli kütüphaneye bile başörtülü almıyorlardı – açmam gerekiyordu başımı. Bu şekilde ben bunu sürdüremedim ve başımı açtım.
Ben çalışma yaşamından kopmayı hiçbir zaman düşünmemiştim, çocukluğumdan beri belki en istikrarlı düşüncem: “okuyacağım ve çalışacağım”dı. Başka hiçbir şey kurgulamamıştım zihnimde. Dolayısıyla, “Ben Allah’ın affına sığınıyorum” dedim ve açtım. Yani ben başımı örterken de şimdi eşim olan o zamanki arkadaşım ve ailem habersizdi. Bir gün odamdan başımı örttüm – hatta pardösü falan almıştım kendime – ve çıktım annemle babam hayret ettiler. Babam “kızım ama çok zorluk çekeceksin” dedi çünkü çalışıyorum ve okuyorum aynı zamanda. Annem şöyle bir bakıp “güzel ama zor” dedi. Ben çıktım ondan sonra. Arkadaşlarımdan da “çok zorluk çekeceksin” diyenler çok oldu.
O zamanlar nişanlı bile olmadığım henüz arkadaşlık seviyesinde olduğum eşim de şaşkınlıkla baktı kaldı beni görünce. Yani tamamen kendi kararımdı demek istiyorum. Açma kısmı da tamamen kendi kararım oldu. Bir gün kuaföre gittim saçımı kestirdim, orada örtüyü takmadan eve geldim. Kızım o zaman 2 yaşlarındaydı ve hep dışarıdan gelirken örtülü olduğum için ilk kez örtüsüz gelince bana bir garip baktı. Eşim, “beklenendi bu, yaptığın şey çok zordu” dedi. Ama o zaman ben kendime söz vermiştim; “mutlaka emekli olduğum gün, devlete son imzamı attığım gün örteceğim” demiştim. Hakikaten de son imzamı atmadan önce yine kıyafetlerimi hazırladım, gittim attım, en yakındaki bir akrabamın evine girip örtündüm öyle çıktım dışarı.
‘Başörtülü kadından İslam’ın temsilcisi olması bekleniyor’
Başlığı özellikle Müslüman değil başörtülü feministler şeklinde kurmamızın sebebi başörtüsünün toplumun her kesiminin zihninde bir ön-izlenim oluşturması. Bu, sizce de böyle mi? Yani insanlar karşılaşma anında örtüyü görüp zihninde bir insan kurgulamaya mı girişiyor? Buna başörtüsü mü yoksa toplumsal geçmişimiz mi sebep oluyor?
Evet, başlığın özellikle Müslüman değil de başörtülü olarak seçilmesi önemli olmuş. Çünkü Müslüman feminist dediğimizde insanların gözünde hemen bir algı oluşuyor, bir kurgulamaya girişiyorlar ama daha da önemlisi başörtüsü olmayıp da dindar olan, inançlı olan ya da pek çok kadın da var ve onlar buna alınıyorlar. Yani başörtülü kadınlara karşı “sadece siz mi Müslümansınız, bu sizin tekelinizde mi” şeklinde.
O nedenle çok önemli bir ayrım bu gerçekten. Hakikaten dilde kuruluyor bu eşitlik meselesi. Evet, başörtülü bir feminist demeyi ben kendime tercih etmiyorum, ben daha çok kendime İslami feminist diyorum çünkü feminist kuramları İslam dini açısından değerlendirip feminizmin İslami kurallar üzerinde bir nevi eşitlik aşısı etkisi yapması için çalışıyorum bir yandan da. Dolayısıyla İslami feminist olarak nitelendiriyorum ama her şekilde bir takı eklemeksizin feminist bir insan olarak evet başörtümle toplum karşısına çıktığımda farklı farklı bakışlarla karşılaşıyorum.
Bu farklı bakışlar arasında ilginç yaklaşımlar oluyor çünkü kıyafet dediğimiz şey çok eski zamanlardan itibaren bir kimlik tanımı, bir aidiyet belirtisi olagelmiş. Yani Osmanlıda Yahudi’nin, Müslümanın kıyafetleri ayrı, hatta asker sınıfının, ilim sınıfının, çiftçinin, çobanın kıyafetleri ayrı… Ama bu sadece Osmanlıda değil eski çağlarda hemen bütün ülkelerde böyle, Avrupa’da bir dönem Yahudilerin mavi ayakkabı giymesi zorunlu tutulmuş örneğin ve bu bir hakaret sembolüymüş aynı zamanda. İşte her zaman kıyafetleriyle insanların kimliklerini anlamak yönünde hareket ediliyor.
Bir zamanlar erkekler için bıyık biçiminden ideolojisini anlamak gibi… Bunlar çok uzakta kalmayan şeyler ve günümüzde de devam ediyor. Aslında ben de öyleyim, bu hepimizde var, yıkmaya çalışıyoruz fakat her ne kadar gayret etsek de yıkamadığımız taraflar da oluyor. İlk tanıştığımız bir insana baktığımızda onu bir insan teki olarak görmeden önce aidiyetini anlamaya çalışıyoruz; ideolojisini, hangi toplumsal kesimden olduğunu, hangi ırktan ve nasıl bir kültüre sahip olduğunu anlamaya çalışmak gibi bir yaklaşım çok yaygın hepimizde.
Bundan kurtulmak gerekiyor tabi ama diğer yandan da toplumun bundan kurtulmak için büyük bir çaba harcamadığını görüyoruz. İşte feministler olarak bizler bunu kırmaya çalışıyoruz, özellikle bilinçli olarak yapmaya çalıştığımız kurgulardan kurtulmak isteği.
Ezberleri bozmak feminizmin de gereğidir zaten. Eşit göz hizasından konuşmak ile bizler bunu kırmaya çalışıyoruz. Peki bunu kırabiliyor muyuz gerçekten? Tam olarak kırabildiğimiz söylenemez. Feminist arkadaşlarım arasında da yıllar önce ilk yüzleştiğimizde kendileri gibi düşündüğümü gördüklerinde hayrete düşenler çok olmuştu örneğin. Bu, toplumun bir alışkanlığı. Ama başörtülü kadına özel bir başka bakış daha var bu genel kıyafet ve aidiyet yüklemesinin ötesinde.
Özelde başörtülü kadına olan bakış hem dindar mahallede ya da muhafazakâr mahallede – mahalle metaforunu kullanacağım burada, Şerif Mardin’in bu önemli bir tespitin örneği olarak verdiği bu güzel metaforu toplumda çok anlaşılamadı. Örnek aklımızda kaldı ama yaptığı o kıymetli bilimsel tespit çok anlaşılmadı toplumda. Yine ben de kullanayım ama – başörtülü bir kadından İslâm’ın temsilcisi olması bekleniyor çok yaygın bir şekilde. “Başörtülü bir kadın bunu yapar mı, başörtülü bir kadın böyle davranmalıdır” cümlelerine sıklıkla rastlıyoruz. Ama diğer taraftan da seküler mahalle diyeyim, seküler mahalleden de bakıldığı zaman insanların aklına o kadının demokrat bir dindar olma ihtimalinden önce IŞİD gelebiliyor ve öyle bakıyorlar. Bunu görmek acıtıcı tabi ki ama bununla teker teker mücadele etmekten başka yol yok.
Aynı zamanda 28 Şubat sürecinin de toplumda bunu tekrar canlandırdığını söyleyebilirim. Başörtülü kadınların çalışma hayatına son verilmesi, başörtülü üniversite öğrencilerinin eğitim hayatına son verilmesi gibi resmi olarak devlet eliyle yapılan ayrımcılığın bizim ülkemizde modern zamanlarda giderek azalan kıyafete göre insanı tanımlama alışkanlığını yeniden güçlendirdiğini gördük, bunu yaşadık.
Fakat tam normalleşeceğiz, artık bitecek dediğimiz anda bu sefer iktidar rövanşist politikalara giriştiği zaman bu sefer de başörtülü kadınlar iktidarın bir temsilcisi gibi görülmeye başlandı. Çok korkunç bir şekilde ben bunu kendimde de seziyorum. Ben bile başörtülü bir feminist olarak bazı başörtülü kadınlar karşımda konuşurken onlar iktidarın hatalarından, hak ihlallerinden, yolsuzluklarından, hukuksuzluklarından, usulsüzlüklerinden sorumluymuş gibi bir izlenim edindiğimi fark ediyorum. Bu da korkunç bir şey. Yani garip bir şey.
Bizim bu kıyafet konusunda önce kumaşı değil de – başörtüsüne kumaş derken kıyafeti kastediyorum – onun için de insan tekini görme, anlama, dinleme, onun duygularıyla ilgilenme gibi bir sorumluluğumuz var ve bunun bilincinde olmamız gerekiyor. Günümüzde gençler bu konuda bizden daha iyi. Ben, benim kuşağımdan bir-iki kuşak geride olan gençleri çok daha normal insanlar olarak birbirleriyle ilişkilenmiş görmekten mutlu oluyorum. Yani aşacağız gibi görünüyor, eğer onları da zaman içinde kendimize benzetmezsek sistem olarak.
‘Başörtülü feministler çift yönlü bir mücadele yürütüyor’
Başörtülü feminist olmanın başörtüsüz bir feminist olmaktan farkı nedir?
Aslında temelde hiçbir farkı olmaması gerekiyor. Eşitlik mücadelesi veriyoruz, cinsiyet eşitliği mücadelesi veriyoruz, cinsiyet eşitliği mücadelesi verirken de tüm inşaların, tüm toplumsal kesimlerin de eşitliğini gözeterek politikalar üretiyoruz ve eylemler geliştiriyoruz. Bu feminist kuramların her birinin gerektirdiği eşitlik politikası, farklı ülkelerde farklı sorun öbeklerine doğru yöneliyor. Bizim ülkemizde şu anda içinde yaşadığımız durum ise bizden önceki feminist kuşakların elde ettiği kazanımları korumak üzerine maalesef. Yenisini geliştirmeyi çok istiyoruz, buna dair planlarımız var ve yeni eylemler de konuşuluyor, düşünülüyor, planlanıyor ama hem toplumsal sorunlar her yönden çok fazla hem de kadınlar üzerine yağmur gibi boca edilen hak ihlalleri giderek artıyor ve sistem kadın-eşitlik mücadelesinin arzu ettiği yönde değil, kazanımları geri çevirmek, kazanımlarımızı gasp etmek üzerine ilerliyor.
Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında başörtülü feminist ile başörtülü olmayan feminist arasında bakış açısı, çalışma tarzı, sorunları değerlendirme konuları arasında bir fark olmaması gerekir. Ama diğer yandan şu da var: Başörtülü bir feminist, dünyanın her yerindeki tüm kadınların benzer sorunlarına değinen konuları ele alırken özel olarak bir yandan da kendi mahallesindeki kadın karşıtlığına karşı da bir eşitlik mücadelesi yürütmek zorunda kalıyor, yani çift yönlü bir mücadele yürütmesi gerekiyor başörtülü feministlerin. Bu da ayrı bir zorluk getiriyor.
Tüm feminist mücadele zordur ama ikincil bir çalışma alanını da paralel olarak yürütmek daha da zorlaştırıyor. Şu anda iktidar din adına bir sürü haksızlık yaparken ben kendimi işim kolaylaşmış gibi hissediyorum, tek birini söylediğimde ikisini birden karşılamış gibi oluyorum sanki.
‘Başörtülü feministleri fonlanan, yabancıların güdümünde hareket eden kişiler olarak görüyorlar’
Başörtülü ve feminist bir kadın olarak İslami çevredeki deneyimlerinizi paylaşır mısınız?
İslami çevrelerde hâlâ çok yaygın bir şekilde ne yazık ki feminizmi şeytani bir yaklaşım olarak görüyor. Geçmişte tek tanrılı dinlerin her birinde az çok olan, İslam’da olmasa da diğer dinlerin de etkisiyle İslamiyet’te katı Sünni gruplarda da katı Şii gruplarda da gördüğümüz kadını şeytanlaştırma, kadını kötücül görme meselesi var, hadislerle veya tefsirlerle din anlayışına yerleşmiş bir yaklaşım var. Dolayısıyla bugün kadını şeytanlaştırma kısmını başaramayan, – artık bunun çok uzağına düşmüş olduğumuz için – feminizmi şeytanlaştırma yoluna gidiyorlar ve kadın hakları savunusunu, kadın eşitlik mücadelesini “kötücül emeller” olarak değerlendiriyorlar.
Sürekli fonlanan, yabancıların güdümünde hareket eden, kendi aklıyla değil başkasının aklıyla yaşayıp çalışan insanlar olarak görüyorlar başörtülü feministleri. Bir anekdot anlatayım, aslında bunu birçok yerde anlattım, bir kere de size söylemiş olayım: Yıllar önce bir sendikada – derneğimizle sendikanın ortak bir toplantısı vardı – ben bir konuşma yapıyorum, sendika başkanı hemen kürsüye çok yakın, en ön sırada, kaykılmış oturuyor, bir bacağı diğer dizinin üstünde falan böyle gayet rahat, o erkek tavrıyla, saygısız bir şekilde… Ama benim konuşmama da müdahale etti “Berrin Hanım böyle söylerseniz sizi feminist zannederler” diye. “Zannedebilirler, ben zaten feministim” dedim. Estağfurullah çekti elini göğsüne götürerek. “Affedersiniz Ermeni” demişlerdi ya, onun gibi bir şey bu da…
Kendinden olmayana, kendine benzemeyene karşı bir tavır. Diğer yandan da mesela sokakta sigara içtiğin zaman anında dibinde birisi bitiyor ve “başörtülü bir kadına yakışıyor mu sokakta sigara içmek” gibi şeyler söylüyor. Böyle laflarla çok çok karşılaşıyorum. Ama feminist olduğumu söylediğim ciddi toplantılarda veya savunu yaptığım alanlarda, siyasi partilerde vs. karşılaştığım tavır şoke olmak oluyor. Başörtülü bir kadın olduğum için benden o sözleri duymayı hiç hayal etmediklerini anlıyorum örneğin. Ama sosyal medyada çok daha kötüleri var. Akıllarına ilk gelen şey: “Çıkar o başörtüyü” gibi sözler. Bu, cinsiyetçi saldırılara doğru sosyal medyada çok kolay ilerliyor. Feministlere yapılan saldırıların çoğunluğu cinsiyetçi saldırılar oluyor zaten. Ama bu konunun muhatabı bir de başörtülü bir feminist olduğu zaman bu saldırılar dinine, soyuna, cibilliyetine, her şeyine ulaşıyor. Yani artık son günlerin modası olan “ev zencisi” muamelesi yapılıyor.
Kendi mahallemden ben şunu gördüm yıllardır ve devam ediyor: İktidara karşı muhalif olmak ve feminist mücadelenin içinde yer almak daima karşı tarafın, seküler mahalleye ya da batılılara -tırnak içinde batı diyorum, aslında bir tane de batı yok zaten ama doğudan doğru batıyı genelleştiren o bakışı kastederek söylüyorum- yaranmak çabası olarak görülüyor. En ağır gelen bu.
Gerek iktidara yakın olsun gerekse olmasın kendi mahallemden benim başörtülü bir kadın olarak feminist mücadele içinde olmam ve bu alanda bir ismimin, yerimin olması daima başörtümü araç olarak kullandığım ve bununla “ev zencisi” olarak tutup karşı tarafa yaranmak istediğim gibi tepkilerle karşılaşıyorum. Bu çok yaralayıcı bir şey tabii. Beni ben olarak onlar da görmüyorlar ve beni onlar da başörtümden ibaret görmüş oluyorlar yani böylece.
‘Rahatsız etmediğimiz sürece bir şeyleri değiştiremeyiz’
Sizin kadın haklarına dair beklentileriniz neler?
Bu, tek bir şey söylenecek bir konu değil. Nasıl seküler feministler arasında da görüş ayrılıkları varsa, İslami feministler arasında da görüş ayrılıkları var. Başörtülü kadınlar olarak bizler de tek bir organizma değiliz malum, farklı farklı bakış açılarımız var.
Genel olarak ülkenin içinde bulunduğu kadın sorunları tabi ki bütün başörtülü feministlerin de ortak sorunu ve bu eşitlik mücadelesini yürütmenin gereği. Bu eşitlik mücadelesini yürütebilmek için de dikenli olmak gerekiyor.
Çok severim bu deyimi, dikenlerimizi batırmadan bir şeyi değiştiremeyiz, rahatsız etmediğimiz sürece bir şeyi değiştiremeyiz, benim bakış açım bu. Ama baktığım zaman başörtülü feminist diğer arkadaşlarımda bu rahatsız etmenin dozu değişebiliyor: Daha az rahatsız etmek, hiç rahatsız etmeden yumuşak yumuşak girerek yavaş yavaş ilerlemek gibi tercihleri olanlar da var aramızda. Tabi ki feminist kuram tek bir yapı değil, feminist kuramlar diyoruz o yüzden de. Dolayısıyla hangi tür, hangi ideolojiden feministler olursa olsun az çok sorunlara yaklaşımları ve çözüm önerileri getirme, politika belirleme usulleri birbirinden az-çok farklılaşıyor.
Bu, başörtülü feministler arasında da böyle. Yani Müslüman mahalleyi çok fazla rahatsız ederek, onları tedirgin ederek ilerlemek yerine -ben ki bunu tercih ediyorum- daha yumuşak yollardan ilerlemeyi tercih ediyor, pek çok arkadaşım bunu tercih ediyor. Büyük bir politika geliştirmek yerine insanlarla teker teker ilgilenerek, teker teker gönülleri kazanarak ilerlemek yolunu seçenler de pek çok. Ama bu şekilde ilerleneceğini ben düşünmüyorum. Meselelerin özünü hedef alan, o meselelerin özünde yatan temel yanlışlığı işaret eden mücadele yöntemi gerekiyor bana göre.
Burada tabii dindar feministlerle seküler feministler arasında da ayrışmalar olabiliyor. Ama İslami feministlere özgü temel sorunlardan birisi camii cemaatinin bir parçası olmak. Camide, kubbenin altında, imamın arkasında, mihrabın karşısında oturabilmek. Eşitlik mücadelemizin temelinde bu yer almalı. Bunun için uğraşmamız gerekiyor. Ama böyle büyük, güçlü, örgütlü bir İslami feminizm bizim ülkemizde hâlâ yok, tekil tekiliz. İşte bir Havle var elimizde, Havle ve Reçel Blog grubu ki çok geçişken, iç içe iki grup.
Onların yaptığı çalışmalar gerçekten kıymetli. Bir ara “kadınlar camide” hareketi gerçekleştirildi. O sıralarda ben de Cuma Namazı için çok çaba sarf ettim ama orada çok yalnız kaldım. Yani bir Cuma Namazı herkese farzdır, ayet çok net. Ama gelenekte, yüzyıllar içerisinde bu sadece sağlıklı erkeklere farz gibi görülmüş. Halbuki ayette, çocuklar, köleler, kadınlar, erkekler, herkes var. Ama onlar dışlanmışlar, bir nevi Roma vatandaşlığının sınırlarına benzer bir şekilde daraltılmış ayetin hükmü. Buna karşı mücadele etmemiz gerekiyor. Ama bunları da henüz sistematik bir halde, kuram oluşturup mücadele yöntemleri geliştirerek yapabilmiş değiliz.
Hâlâ ben Cuma namazına gittiğim zaman sorun yaşıyorum. Camilerde Cuma namazına kadınlar çoğunlukla alınmaz, çok az camide de mücadeleyle girdiğimiz çok olmuştur. Sultanahmet’te mesela, benim çok uzun ve tartışmalı bir mücadele yürütmem gerekti, o da neresi için, mihrabı görmeyeni kubbeden uzak, bütün cemaatten uzak, benim cemaati görmeyeceğim, cemaatin beni görmeyeceği bir kadın mahfili oluşturmuşlar, onun da en dibine kadar götürüp orada izin verdiler, öyle garip bir şey yani.
Kadınların İslam toplumundan dışlanması, camiden dışlanmasıyla doğrudan ilişkili. Meselenin temelinde cuma cemaatinden uzak kalmak yatıyor. Cuma özgürlüğün namazıdır. Bu özgürlüğün namazını kılma, camide cemaatle birlikte olma hakkımızı kazanmadan İslam dünyasında kadınların eşit haklara ulaşmasını mümkün görmüyorum. Ama şöyle de bir durum var: Bizim ülkemiz için bu geçerli. Anadolu İslam’ında bu daha yaygın. Suriye’de, Mısır’da durumun tam olarak ne olduğunu bilmiyorum ama bizden daha rahat camiye gidiyor kadınlar sanki. Fakat Pakistan’da, Endonezya’da, Malezya’da, Hindistan’da kadınlar cumadır, bayramdır hepsine gidiyorlar. Ben Bayram namazını saymıyorum çünkü vacip bir namaz olarak kabul edilmiştir, yaygın olarak öyle düşünülüyor.
Ama cuma namazı farz ve özgürlük olmayan yerde Müslümanlar cuma namazı kılamazlar. Biz bu ülkede Müslüman kadınlar olarak cuma namazı kılamadığımız için bizim özgür olmadığımız tescil edilmiş oluyor. Oysa İslam’ın ilk yüzyıllarında kadınlar da cuma namazına giderlerdi, kadınlar mescitlerdeki, camilerdeki ders halkalarına katılırlardı, ders verirlerdi, ders alırlardı. Bunun yaşanabilmesi İslam dünyasında eşitlik yönünde çok ciddi bir adım olur ama o mümkün değil herhalde.
İçinde bulunduğu topluluğun yapısının kabul etmekte güçlük çekeceği girişimlerde bulunan kadınlar ve erkeklerin karşılaştığı tepkiler sizce aynı mı?
Kesinlikle aynı değil. Yani erkekler hayata 1-0 önde başlıyorlar. İslami kesimi düşününce bu 5-0’a kadar yükseliyor bence, çok daha ayrıcalıklı bir yere sahip oluyor erkekler, yetiştirilme şartlarından başlayarak böyle oluyor…
Dini ritüellerin bazılarını reddeden Müslüman erkek ve kadınlar aynı yollardan mı yürüyor sizce? Örneğin başörtülü ve namaz kılmayan bir kadın ile Müslüman ama namaz kılmayan bir erkek aynı deneyimlere mi sahip?
Mesela temel ibadetlerden birisi olarak namaz kılmak konusunda ben de zaman zaman namazımı ihmal ederim, yani çok titiz olarak hiç kaçırmam diyemem, bazen kazaya bırakırım, bazen kazayı da kılamam vs. onlar hayatın gerçeklerinden. Ama kadınlarla erkekler arasında “namazı kılıyor, kılmıyor” diye bir ayrımla ben İslami camiada çok karşılaşmadığım için çok bilmiyorum, belki vardır, olabilir yani. Ama şu var; “kadınlar namazını evde kılsın” dedikleri için erkeklerin pek çoğu kadınların namazını kılıp kılmadığının da farkında değil, eve girmiyorlar çünkü erkekler, otel ve lokanta gibi kullanıyorlar evleri.
Dolayısıyla özellikle İslami camiada bu çok yaygın, dışarıda olmayı erkekler daha çok tercih ediyorlar, olsa olsa ileri yaşlarda, emeklilik çağlarında insanlar ancak birbirlerini bu şekilde görüp değerlendiriyorlardır. Ama bu tarikat, cemaat gibi yapılarda rastladığım şey şu: Toplantılarda namaz vaktinde herkes illaki aynı anda namaza duracak, herkes birbirinin namaz kıldığını görecek, resmen kontrol ediliyor. Bunları gördüm, bunlardan haberdarım ama erkeklere de erkekler camiasında bu yapılıyor mu acaba işte onu bilmiyorum.
Mesela oruç konusuna gelecek olursak, o da temel bir ibadet. İslami gelenekte farklı yorumlar var bu konuyla ilgili. Sünni gelenekte çok katı bir şekilde kadınlar regl döneminde oruç tutmazlar, namaz da kılmazlar. Gelenek öyle oluşmuş ama zamanla farklı yorumlar da öğrendik, bunu kabul etmeyen bakış açıları da var, o ayrı bir konu. Ama kadınlar bu geleneğe bağlı olarak oruç tutmadıkları günlerde kendi evlerinin içinde bile erkeklerin oruç tutmadıklarını anlamaması için ciddi çaba sarf ederlerdi. O ciddi çaba o kadar büyüktü ki ben 18 yaşında çalışmaya başladım, Maliye Bakanlığı’nda çalışıyordum, aynı zamanda da Dil, Tarih’te okuyordum hem memur hem öğrenciydim. Tam da o günlerde yazın sıcak günlerine, Mayıs, Haziran, Temmuz dönemine denk geliyordu Ramazan. Ben oruç tutmadığım günlerde saklamazdım oruç tutmadığımı, yerdim-içerdim arkadaşlarımla beraber ama sonra tekrar orucuma devam ederdim.
Oruç tutmayan arkadaşlar bile benimle dalga geçerdi “senin takvimini şimdi erkekler tutacaklar” diye, “aman iyi tutsunlar ben unutuyorum onlar hatırlatsın” derdim. Yani niye bu riyakarlık, besbelli bir şey diye düşünürdüm. Herkesin bildiği bir gerçek var, oruç tutmuyorum, oruç tutmuyorsam neden yemeyim, daha sonra onun borcunu ödeyeceksem ben şimdi neden yemeyeyim yani? Riyakâr olmak tavsiye edilen bir din anlayışı var ülkede maalesef. Erkeklere bunu söyleyen hiç kimse olamaz herhalde. Erkekler oruçluymuş gibi yapıp oruç tutmuyorlar örneğin. Konya’da geçen Ramazan’da bir olay olmuştu, 17 kişinin karıştığı bir dava, bir sokak kavgası olmuş. Karakol’da anlaşılmış ki bir kişi bir diğerine oruç tutmuyor diye kızmış, kavga başlamış, kavgaya başkaları da katılmış ama ifadeler alınırken görülmüş ki saldıran 16 kişinin hiçbiri de oruçlu değilmiş zaten, birisine açıktan yiyor diye saldırmışlar, böyle riyakâr bir toplumuz yani.
‘Ataerkil pazarlık’
Müslüman kadınların içlerinde bulundukları mahallede her anlamda “makbul” olmama girişimleri nasıl karşılık buluyor?
Başörtülü kadınlar, kendi bulundukları mahallede mahallenin inancına alışık. – daha doğrusu “ataerkil sisteme” demek lazım. Bu “ataerkinin” geride kaldığını söyleyen akademisyenler var, “eril restorasyon” gibi farklı kavramlar kullanmayı öneriyorlar ama ben bizim ülkemiz için ataerkinin geride kalmadığını, çok canlı olduğunu ve şu anda daha da güçlendirilmeye başlandığını düşündüğüm için ataerkiyi kullanıyorum – “Ataerkil pazarlık” meselesi çok mühim bir mesele ve bizim ülkemizde hâlâ çok da geçerli, bunu her yerde görüyoruz.
“Makbul olmayan” kadının neye göre makbul olmadığına baktığımız zaman annelerinin, komşu kadınların, mahallenin, akrabanın daha çok kadınları eliyle yetiştirilme biçimi açısından “makbul” olup olmadıklarının değerlendirildiğini görüyoruz. Bu tabi ki kadınların kusuru değil, ataerkil sistemin kadınlara dayattığı bir görev bilinci gibi bir şey. Bu görev bilinciyle daha da çok sevgiyle aslında anneler kızlarını toplumda kabul görecek insan olarak yetiştirmeye çalışıyorlar. “Eziyet çekmesin toplum içerisinde, kendine yer edinirken sorunlar yaşamasın, başkaları tarafından kötü muamele görmesin” kaygısıyla yapıyorlar bunu, işte ataerkil sistem de böyle yürüyor. İbadetten giyime, davranış kalıplarına kadar bu böyle ilerliyor.
Kız çocukları örneğin daha çok küçük yaşlardan itibaren “olursan el beğenir, ölürsen yer beğenir” diye yetiştiriliyorlar anneleri tarafından Anadolu’da, hatta buna büyük şehirlerde de rastladım buna. Yani anneler kızlarını canını çıkaracak kadar çalıştırır “şu işi böyle yap, şöyle davran, böyle yapma, öyle gülme, öyle giyme vs.” Bunların her birini dayatırken kullandıkları sözlerden birisi budur. Yani bir kız çocuğu “ölme” tehdidiyle büyütülüyor ve “makbul kadın” yapılıyor bu şekilde. Bu haliyle baktığımız zaman işimizin çok zor olduğunu görüyoruz.
Neyse ki bu ve benzeri sözlerin giderek artık toplumda yaygınlığı azaldı, artık unutulmaya yüz tutan sözlerden bunlar da. Belki bugün tekrar hatırlatmam da hata olabilir, bilmiyorum. Fakat içten içe çeşitli ailelerde, toplumsal kesimlerde, tarikat ve cemaatlerde bunların kesin olarak kullanıldığını biliyoruz. Yoksa nasıl olurdu da bir anne 6 yaşındaki kızının “nikahlandı, nişanlandı bilmem ne” diye kocaman bir adamın evine gitmesini, onun yatağına girmesini kabul eder. Böyle bir şey olmasa kabul edilecek bir şey değil. Annesi kendi eliyle giydirdi gönderdi kızını değil mi, babası kendi eliyle nikahını kıydı, kızını adama teslim etti istismar için. Bu anlayışların toplumda halen bitmediğini biliyoruz.
Makbul olmama girişimlerine gelince de makbul olmama girişimleri dediğimiz şey aslında eşitlik mücadelesi vermek, yani “erkekler ne yapıyorsa ben de onu yaparım, komşu kızı şunu yapıyor, o halde ben de onu yaparım.” Bu aslında “elalem” meselesi bazen kadınlar için eğitici-öğretici etki de yapabiliyor, baskı unsuru da olabiliyor. “Komşunun kızı üniversiteye gidiyor, o halde ben de gideceğim, meslek sahibi olacağım, çalışma yaşamına katılacağım” gibi yaklaşımlar kadın hakları alanında çok yaygın aslında bizim ülkemizde. Sorun erkeklerin kadın haklarını kabul etmemesinde ve ailelerin kabul etmemesinde.
Makbul olmuyorlar kadınlar bunları yapmak istediklerinde fakat sonuçta dişini gösterip ufak da olsa bir destek bulup istediğine ulaştığı zaman aile “iyi ki yapmışsın” diyor yıllar sonra. Bu gerçeği görerek, bu gerçeği daima hatırlatarak bir kadının toplum hayatında özgür bir birey olarak kendine yer edinmesi ailenin yaşamına da katkı sunuyor. Bu büyük bir kalkınma oluyor aile içinde. Herhangi bir erkeğin yaptığından çok daha büyük bir kalkınma oluyor çünkü – evlendiği takdirde – hem kendi ailesine ve – olduysa – çocuklarına karşı çalışan ve emeğinin karşılığını alabilen kadınlar hane gelirinin artmasında çok daha büyük katkı sağlıyor.
Düşük gelirle çalışan veya meslek sahibi olmayıp sıradan işlerde, kayıt dışı işlerde çalışan kadınlar bile benzer işlerde çalışan erkeklere göre ev ekonomisine çok daha büyük katkı sağlıyor. Yani bir kadın bir etki ettiği zaman onu ailesine ve çocuklarına harcıyor. Bu ister anne-baba ailesi olsun, ister kendi kurduğu aile olsun kadınlar elde ettikleri geliri erkeklere kıyasla daha fazla oranda aile geliri olarak değerlendiriyorlar. Bu önemli bir şey ve makbul olmamayı göze almak, sonraki yılların makbul kadınları olmayı mümkün kılabiliyor.
Başörtülü ve feminist kadınlar seküler mahallenin de makbulü değil. Öyleyse Türkiye’de her mahallede bir “makbul” kadın anlayışından mı söz etmeliyiz?
Feminist mücadele içinden doğru baktığımız zaman ben orada çok büyük bir makbul olmama halini görmüyorum. Evet, bir mesafe kesin olarak var ve başörtülü bir feministin herhangi bir feminist mücadele içinde ne düşünüp nasıl hareket edeceğinden çok emin olamıyorlar, kuşkulanıyorlar, bir tedirginlik oluyor. Ama diğer yandan da anlamaya çalışıyorlar.
Mesele anlamaya çalışma çabasının gösterilmesi zaten. Fakat işte sokakta, alışveriş merkezinde, bir tiyatroda, sinemada gerçekten garip bakışlar olabiliyor. Kendilerinin tercih ettiği filmi bir başörtülü kadının da tercih etmesi garip bakışlara ve şaşkınlığa yol açabiliyor. Kendilerinden mi şüphe ediyorlar, karşıdakinden mi şüphe ediyorlar diye düşündürüyor bu da insana.
Dipnot:
1) Altıparmak, Ş., & Budak, H. (2020). İSLAMİ FEMİNİZM VE TÜRKİYE’DEKİ YANSIMALARI. Karatay Sosyal Araştırmalar Dergisi(4), 21-41.
2) Bayrak mıdır başörtüsü, Reçel Blog, yayımlanma tarihi 30.10.2014