Share This Article
Jules Evans | Çeviri: Taylan Alpagut
Aldous Huxley’nin The Perennial Philosophy (Ezeli Hikmet, 1945) adlı kitabına rastladım. İçinde yer alan mistik mücevherlerden o kadar etkilenmiştim ki, onu okul kütüphanesinden gizlice alıp çaldım. Hâlâ başucumda duruyor. Ardından The Doors of Perception (Algı Kapıları Cennet ve Cehennem, 1954) adlı eserini adeta yutarcasına okumuş ve gizlice psikedelik mistisizme yönelmiştim.
Huxley sayesinde “onaylanma” törenine katılmayı reddettim. Huxley’nin ezeli hikmet anlayışı hayatım boyunca benimle kaldı ve adeta benim ruhsal büyükbabam oldu. Yine de, son birkaç yıldır hayatını daha derinlemesine inceledikçe, büyükbabamla daha çok fikir ayrılığına düşer hale geldim. Ya felsefesi doğru değilse?
Budizm’in ‘benliksizlik’ teorisi?
“Ezeli Hikmet” ifadesi ilk kez, Rönesans hümanisti Agostino Steuco tarafından 1540 yılında ortaya atıldı. Bu kavram, tüm dinlerde ortak bir bilgelik özünün bulunduğu düşüncesini ve Marsilio Ficino’nun Yeni Platoncu okulunun bu bilgeliği kültürler üstü bir felsefeye dönüştürme çabalarını ifade eder. Huxley, bu felsefenin “ezeli ve evrensel” olduğunu yazar. Ona göre, ezeli hikmetin temel izlerine dünyanın dört bir yanındaki ilkel halkların geleneksel bilgi birikiminde rastlamak mümkündür ve bu felsefe her büyük dinde yer alır.
Huxley’nin savunduğu gibi, Platoncu, Hristiyan, Müslüman, Hindu ve Yahudi felsefelerinde klasik teizmi benimseyen düşünürler arasında üç temel konuda geniş bir uzlaşı vardır: Tanrı, koşulsuz ve ebedi bir Varlıktır; bilincimiz onun bir yansıması ya da kıvılcımıdır; ve biz bu gerçeği fark ettiğimizde hakiki mutluluğa, yani saadete ulaşırız.
Peki ya Budizm’in “anatta“, yani “benliksizlik” teorisi? Huxley, Buda’nın kastettiği şeyin sıradan egonun var olmadığını ileri sürer, ama yine de bir “koşulsuz öz”ün bulunduğunu savunur (ki bu, bazı Budist ekoller için geçerli olabilir, ancak tümü için geçerli değildir). Taoizm üzerine çalışan akademisyenlerin, Tao’nun klasik teizmin tanrısı ile eş tutulmasına karşı çıkacaklarını düşünüyorum. “İlkel halkların geleneksel bilgeliği” konusundaysa, Huxley’nin yeterli bilgiye sahip olduğundan pek emin değilim.
Yine de, büyük dini geleneklerin mistik düşünce ve uygulamalarında dikkat çekici benzerlikler bulmak mümkündür. Ortak hedef, egoyu aşmak ve gerçekliğe uyanmaktır. Gündelik, benmerkezli bilinç hali; otomatik dürtüler ve bağımlılıklardan oluşan, transa benzer bir durum olarak değerlendirilir. Bu uyanışa giden yol; günlük kontemplasyon (tefekkür), hatırlama, bağsızlık, hayırseverlik ve sevgi gibi uygulamalarla sürdürülen disiplinli bir yaşamı gerektirir. “Tam bir benliksizlik” hâline ulaşan kişi, gerçekliğin hakikatini idrak eder. Huxley, mistik dağın zirvesine farklı yollarla çıkılabileceğini, ancak zirvede yaşanan deneyimin tüm geleneklerde aynı olduğunu savunur: sözcüksüz, imgesiz bir şekilde İlahi Saf Işık’la karşılaşma.
Peki bu zahmetli yolu takip etmenin gerçekten değerli olduğunu nasıl bilebiliriz? Bu noktada büyük mistiklerin sözüne güvenmek zorundayız. Huxley şöyle yazar: “Bu tek Gerçekliğin doğası öyledir ki, onu doğrudan ve anında kavrayabilmek sadece belli koşulları yerine getirmeyi seçmiş kişiler için mümkündür; yani sevgi dolu, kalpten saf ve ruhen alçakgönüllü kimseler.” Yine de bizler de bu dağın ilk basamaklarını çıkmayı deneyebilir ve karşımıza ne çıktığına bakabiliriz.
Her şeye rağmen, The Perennial Philosophy, olağanüstü bir sentez eseridir ve Batı kültürüne küresel bir maneviyat anlayışı kazandırmıştır. Huxley, yalnızca Batılı metinlere değer veren “teolojik emperyalizmi” eleştirir ve pek çok okuyucuyu o dönemde Batı için yabancı olan Bhagavad Gita, Upanişadlar, Buda’nın öğretileri, Zhuang Zi ve Mevlânâ gibi kaynaklarla tanıştırır. Yine de, yaptığı alıntılar oldukça kendine özgü bir seçkiye dayanır. Vedanta ve Mahayana Budizmi’nden sıkça alıntılar yapılırken, Hristiyan erkek mistiklere geniş yer verilir; ancak kadın gizemcilere neredeyse hiç yer verilmez, İsa’dan yalnızca bir cümle aktarılır ve Kur’an’dan hiçbir alıntı bulunmaz. Peki bu durumda bu felsefe ne ölçüde evrenseldir?
Dünya dinlerinin ortak paydası
Huxley, ezeli hikmetin “ezeli ve evrensel” olduğunu yazmış olsa da, kitabı belli bir zamanın ve mekânın ürünüdür. Hayatının ilk yarısında, dine karşı alaycı tavrıyla tanınırdı; hatta bir gazete tarafından “Tanrı’dan nefret eden adam” olarak tanımlanmıştı. Huxley, Hristiyan batıl inançlarıyla dalga geçen ve evrimsel bilimin yeni bir din olarak işlev görebileceğini savunan ünlü Viktoryen bilim insanı Thomas Huxley’nin torunuydu.
Ancak bu alaycı tutumu, 1930’lu yıllarda yavaş yavaş çözüldü. Artık, anlamdan yoksun ve maddeci bir evrende yaşamaya katlanamıyordu. Yine de, T. S. Eliot gibi çağdaşları gibi Hristiyanlığa dönmek yerine, BBC’nin ilk bilim muhabiri olan arkadaşı Gerald Heard’ın geliştirdiği bilimsel maneviyat anlayışına yöneldi. Heard, psikoloji ve diğer bilimlerin meditasyon gibi ruhsal tekniklere deneysel (ampirik) bir temel sağlayabileceğini düşünüyordu. Bu tür bir “ampirik maneviyat” Huxley’yi oldukça etkiledi.
Huxley ve Heard, 1930’ların pasifist hareketinin önde gelen figürleri hâline geldiler. Ancak Avrupa’ya olan inançlarını yitirerek 1937’de Los Angeles’a taşındılar. Bir süre, romancı Christopher Isherwood ile birlikte, Güney Kaliforniya Vedanta Cemiyeti’nin (Vedanta, Hindu mistisizminin bir formudur) aktif üyeleri arasında yer aldılar. Bir başka sürgün olan Alan Watts, bu üçlüye “mistik sürgünler” adını taktı. İkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Britanya’daki çevrelerinden, Hollywood’a “kaçtıkları” gerekçesiyle sert eleştiriler aldılar.
Mistisizme yönelen bu sürgünlerin, Avrupa’daki dostlarını ve ailelerini geride bırakmış olmanın yarattığı derin bir suçluluk duygusu taşıdıklarını düşünüyorum. Bu his, The Perennial Philosophy’nin savaş yıllarında yazılmış bazı bölümlerinde açıkça sezilir:
Henüz gerçekleşmemiş ya da bizden uzakta, ulaşamayacağımız yerlerde cereyan eden olaylar karşısında duyulan huzursuzluk, değiştiremeyeceğimiz şeyler hakkında endişe duymanın ötesine geçmez; bu, yalnızca burada ve şimdiye, uzaktaki ya da gelecekteki kötülüğün bulaşmasını sağlar. Günde dört beş kez haber spikerlerini ve yorumcuları dinlemek, sabah gazetelerini ve tüm haftalık ya da aylık dergileri okumak — bugünlerde buna ‘politikayla akıllıca ilgilenmek’ deniyor; Aziz Haçlı Yuhanna bunu, boş meraka kapılmak ve sırf huzursuzluk uğruna huzursuzluğu beslemek olarak adlandırırdı.
The Perennial Philosophy, Huxley’nin savaşa karşı duyduğu çaresizliğin bir tepkisidir. Bu, kitabın neden bu kadar karamsar bir politik tona sahip olduğunu da açıklar—çünkü savaşı durdurmaya çalışmış, ama başaramamıştır. Modern uygarlık, onun deyimiyle “örgütlü sevgisizliktir”; reklamcılık ise “arzu ve ihtirasları yaymak ve yoğunlaştırmak üzere yürütülen sistemli bir çaba”dır.
20. yüzyıl ise “Gürültü Çağı”dır. Huxley’ye göre pek çok insan, ilerleme, teknoloji ve özellikle ulus-devlet tapınması gibi çeşitli sahte dinlerin ve putperestlik biçimlerinin etkisi altındadır. Bunlar, onun tabiriyle “zamanın dinleri”dir—gelecekteki başarıya taparlar. Huxley, İbrahimi dinlerin de büyük ölçüde zaman merkezli olduğunu ve bu nedenle çok fazla şiddete neden olduklarını ileri sürer.

Huxley şöyle der: “Şiddetin egemenliği ancak ve ancak, insanların çoğu ezeli hikmeti kabul ettiğinde ve bunu tüm dünya dinlerinin ortak en yüce paydası olarak tanıdığında sona erecektir.” Tarihin kâbusundan uyanmanın tek yolu, “Ebedi Şimdi”ye odaklanmaktır. Bu da toplumun kökten yeniden düzenlenmesini ve tefekküre dayalı yeni bir altyapının inşa edilmesini gerektirir: “Bir toplum, üyelerine tefekkürü mümkün kıldığı ölçüde iyidir.” Ancak bu ihtimal oldukça uzak göründüğü için Huxley, kendisini Mojave Çölü’ne çekerek bir aziz gibi yaşamayı denedi.
Ne yazık ki, tam anlamıyla benliksizlik hâline ulaşmak kolay olmadı. The Perennial Philosophy, mistisizm üzerine etkileyici bir ansiklopedi niteliğindedir; fakat bu, birinci elden yaşanmış mistik bir deneyimle aynı şey değildir. Huxley’nin oğlu Matthew, babasının ölümünden sonra şöyle bir soru sormuştu:
Aldous gerçekten yaşadı mı, yaşamadı mı? İşte sormak istediğim şey bu. Yoksa bu, tamamen entelektüel bir düzeye indirgenmiş, teknik terimlerle ve başkalarının sözleriyle ifade edilmiş bir şey miydi, tıpkı ‘The Perennial Philosophy’de olduğu gibi?
Kitleler için mistisizm
Huxley, ancak Mayıs 1953’te ilk kez gerçek bir mistik deneyim yaşadığını hissetti. Bu deneyim, peyote kaktüsünde bulunan psikedelik bir madde olan meskalin sayesinde gerçekleşti. Adeta mistisizm dağının zirvesine çıkan bir telesiyej keşfetmiş gibiydi. Huxley, psikedelik maddelerin sıradan insanlara bir zamanlar yalnızca azizlerin erişebildiği deneyimlere dair bir bakış sunduğuna; entelektüellerin ise kavramsal düşüncenin ötesine geçmesine yardımcı olduğuna inanıyordu. Ayrıca Tantra, Gestalt terapisi ve Alexander tekniği gibi bedensel uygulamalarla da zihninin sınırlarının dışına çıkmayı deniyordu.
Coşkulu dansı dahi kutlamaya değer buluyordu. 1950’li yıllarda daha gevşemiş, kendisiyle daha barışık bir hâle gelmişti—Isaiah Berlin gibi dostları, onun içsel huzurundan derin biçimde etkileniyor ve yanından ayrılırken hayranlık duyuyorlardı. Bu rahatlamayla birlikte, uygarlığın mutlaka çöküşe sürüklenmeyebileceğine dair bir iyimserlik de belirmişti. Belki de ezeli hikmet sonunda kitleler arasında yaygınlaşabilirdi.
Nitekim, bu durum onun ölümünden sonraki yıllarda gerçekleşmeye başladı. 1960’lar boyunca, ezeli hikmet anlayışı Huston Smith ve Ram Dass gibi figürlerce savunuldu; her ikisi de Huxley’nin dostu ve hayranıydı. Bu düşünce, Kaliforniya’daki Esalen Enstitüsü gibi merkezlerde destek buldu; John Coltrane’den The Beatles’a kadar popüler kültürde yüceltildi. Huxley, 1963’teki ölümünden önce ABD üniversitelerinde büyük ilgi gördü; binlerce meraklı öğrenciye mistik deneyimler üzerine dersler verdi. The Beatles’ın Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band (1967) albümünün kapağında yer aldı ve bir müzik grubuna da ismini ilham etti: The Doors.
Günümüzde ABD’de en hızlı büyüyen dinî grup, “dindar değil ama ruhani” olduğunu belirten bireylerden oluşuyor; bu grup, nüfusun yüzde 27’sini oluşturuyor (Pew Araştırma Merkezi’ne göre bu oran son beş yılda yüzde 8 artış gösterdi). Huxley gibi, bu bireyler farklı dinlerden çeşitli ruhani teknikleri uyguluyor—yoga, farkındalık, bitkisel ilaçlar—ve bu yöntemleri deneysel bilim aracılığıyla sınamaya çalışıyorlar.
Pew’e göre, Amerikalı Hristiyanların çoğunluğu artık diğer dinlerin de cennete götürebileceğine inanıyor. Olağanüstü bir tefekkür canlanması yaşanıyor: Amerikalıların üçte biri yoga, Britanyalıların dörtte biri meditasyon denemiş. Bir zamanlar skandal olarak değerlendirilen Huxley’nin “psikedelik ilaçların mistik deneyimlere yol açabileceği” yönündeki iddiası, son on yılda psikedelik araştırmalarında yaşanan bir canlanmayı tetikledi.
Huxley’nin öngördüğü “kitleler için mistisizm” hayata geçiyor gibi görünüyor. Gallup ve Pew tarafından yapılan anketlere göre, en az bir mistik deneyim yaşadığını belirten Amerikalıların oranı 1962’de yüzde 22 iken, 2009 itibarıyla bu oran yüzde 49’a ulaşmış durumda. Psikedelik maddelerin yasallaşması hâlinde, bu tür deneyimlerin daha da yaygınlaşması muhtemel.
Buna karşın, tüm bu popülerliğe rağmen bazı din araştırmacıları Huxley’nin ezeli hikmet anlayışına karşı çıkmıştır. İlk ciddi eleştiri, Amerikalı filozof Steven Katz’ın 1978 tarihli “Dil, Epistemoloji ve Mistisizm” başlıklı makalesiyle geldi. Katz, mistik geleneklerin gerçekte birbirinden oldukça farklı olduğunu savundu. Bu geleneklerin, dil, sembolizm ve kültürel bağlam gibi yerel unsurlara derinlemesine bağlı olduğunu vurguladı. Ona göre, eğer bu “mistik deneyimleri” ait oldukları bağlamdan koparıp küresel bir sentez yaratmaya çalışırsanız, ortaya çıkan şey anlamını büyük ölçüde yitirmiş olur. Hristiyan gizemcileri Hristiyan mistik deneyimleri yaşar; Budistler ise Budist mistik deneyimler… Ve bu, her gelenekte kendi dili ve ritüeliyle böyle devam eder.
Dil, imge ve kültürün ötesinde
Huxley’nin, aslında birbirinden oldukça farklı olan fikirleri birbiriyle eş tuttuğu doğrudur. Ayrıca onun küresel ve kültürlerötesi maneviyat anlayışı, oldukça bireyci ve köksüzdür—mistik yaşamın belirli topluluklara, uygulamalara, ritüellere ve rehberliğe dayanması gerektiğine dair herhangi bir duyarlılık barındırmaz. Buna karşılık Steven Katz, kültürel koşullanmalarımızdan tamamen sıyrılamayacağımızı ve herkesin kendi mistik yolunda kalması gerektiğini savunur.
Ne var ki, büyük mistiklerin çoğu da aslında eklektikti; inançlar arasında seçim yapan sentezcilerdir. Aziz Augustinus, Plotinus’a büyük hayranlık duyardı; Ávila’lı Aziz Teresa Stoacılardan etkilenmişti; Canterbury eski başpiskoposu Rowan Williams ise Budizm’e ilgi duymaktadır. Öyleyse biz neden sentezci olmayalım? Katz, mistik geleneklerin ortak bir nöropsikolojik temelden etkilenebileceğini göz ardı eder.
Huxley, mistiklerin kendi dönemlerinin büyük psikologları olduğunu öne sürmüştü. Nitekim pek çok mistik uygulama, duyguların bilişsel teorisine dayanır: Yani sıradan benliğimiz, otomatikleşmiş alışkanlık ve inançlardan oluşur; bu inançlar fark edilip sorgulanabilir ve değiştirilebilir. Dolayısıyla, farklı geleneklerin benzer teknikler geliştirmiş olması şaşırtıcı değildir.
Ezeli hikmet anlayışına yönelik ikinci önemli eleştiri, 2002 yılında İspanyol asıllı psikolog Jorge Ferrer’in Revisioning Transpersonal Theory (Transpersonal Kuramı Yeniden Düşünmek) adlı kitabıyla gündeme geldi. Ferrer, ezeli hikmetin hiyerarşik bir anlayış barındırdığını ve bu yapının hoşgörüsüzlüğe zemin hazırlayabileceğini savunur. Ona göre bu anlayış, “Bütün dinler doğrudur, ancak bazıları diğerlerinden daha doğrudur” şeklinde özetlenebilir.
Huxley’nin yazılarında da bu dinî sıralama açıkça görülür. Huxley, gerçek mistik deneyimlerin “ben” ve “sen” gibi ikiliklerin ötesine geçerek duygu, dil, imge ve kültürün ötesinde; saf bilinç anları olduğunu iddia eder. Bu yaklaşım, insanlığı ezeli hikmet çatısı altında birleştirme arzusuyla da bağlantılıdır—tüm uluslar ve renkler, İlahi Olan’ın Saf Işığı’nda eriyip yok olacaktır.
Ancak gerçekte, pek çok tanınmış mistik deneyim, Tanrı’yla belirli bir biçimde—Yehova, Krişna, Cebrail gibi figürler aracılığıyla—yoğun duygusal “ben-sen” karşılaşmaları olarak yaşanır. Bu tarz deneyimler Huxley’i rahatsız eder, çünkü farklılık ve çatışma yaratma potansiyeli taşır. Bu yüzden “iyi mistikler” ve “kötü mistikler” ayrımı yapar. Örneğin Alman ilahiyatçı Meister Eckhart (1260–1328), benliğini Saf Işık içinde eriten deneyimleriyle “iyi” mistik olarak anılırken; tutkulu “ben-sen” deneyimleri yaşayan Musa, İsa, Muhammed, Aziz Teresa, Aziz Fransis, Mevlânâ gibi isimler “kötü” mistik olarak sınıflandırılır. Bu bakış açısı, yalnızca psikedelik maddeler etkisiyle mistik deneyim yaşamış biri için fazlasıyla iddialı bir yaklaşım olabilir.

‘Bir okyanus, çok kıyı’
Ferrer’e göre, ezeli hikmet anlayışı bireysel deneyimi fazla yüceltir; bu da ruhsal narsisizme ve heyecan arayışına yol açabilir (bu durum psikedelik topluluklarda belirgin şekilde gözlemlenir). Ayrıca bu anlayış, kendini doğrulayıcı bir yapıya sahiptir: Felsefenin doğruluğu, azizlerin özel deneyimleriyle “kanıtlanır”.
Oysa bu yaklaşım, Kanadalı filozof Ian Hacking’in “geri besleme etkisi” (looping effects) dediği olguyu göz ardı eder—zihinsel ve bedensel deneyimler çoğu zaman beklentilere göre şekillenir. Örneğin Huxley, bir LSD yolculuğunda sevginin “ilk ve temel kozmik gerçek” olduğuna kanaat getirmişti. Ancak bu, onun zaten beklediği ya da umut ettiği bir keşifti. Nitekim Bertrand Russell da ona şu sözlerle karşılık vermişti:
Neden bir zihinsel durumu nihai kabul ediyor ve diğerini dışlıyorsun?
Son olarak, Ferrer, ezeli hikmetin nesnelci ve özcü olduğunu savunur—bu anlayış, keşfedilmeyi bekleyen ruhsal gerçeklerin var olduğunu öne sürer. Ferrer, bunun, insanın gerçekliği beden, ritüel, söz, eylem ve kültür aracılığıyla inşa ettiğini görmezden gelen bir tür “ince Descartesçılık” olduğunu iddia eder.
Ferrer’e göre bu anlayışa karşı geliştirilebilecek alternatif, “katılımcı maneviyat”tır. Bu yaklaşıma göre insanlar, bilinmeyenle kurdukları etkileşimli katılım yoluyla birlikte bir gerçeklik yaratırlar. Bu, yalnızca bireyin zihninde gerçekleşen içsel deneyimlerle sınırlı değildir; birden fazla kişinin dâhil olabileceği olaylar ve karşılaşmalarla yaşanır (örneğin Pentekost gibi). Bu tür karşılaşmalar farklı hedeflere yönelmiş olabilir: “Çeşitli gelenekler, farklı ruhsal yüceliklerin sahnelenmesine yol açar.” Ferrer’in önerisi, “çok yol, tek zirve” anlayışının yerine “bir okyanus, çok kıyı” metaforunu koyar. Bu, adeta Marvel’ın çoklu evrenine benzer:
Sen Saf Topraklar’a mı gidiyorsun? Harika, ben de Valhalla’ya gidiyorum!
Ferrer’in katılımcı maneviyat anlayışı büyüleyicidir ve günümüzde zeki Yeni Çağ (New Age) çevrelerinde hayli etkili olmuştur. Ancak bu yaklaşımın bazı sınırlılıkları da mevcuttur. Belki de bu, Ferrer’in bağlı olduğu California Integral Çalışmalar Enstitüsü’nün San Francisco’daki konumunun bir sonucudur. Felsefesi o denli hoşgörülü ve hiyerarşiden uzak olmaya çalışır ki, sonunda kendini “transpersonal karşılaşmaların açık ve müsamahalı ufku”nda bulur. Bu durum, Tanrı’nın görkemli sofrasından çok bir takas partisini (swingers’ party) andırır. Tıpkı Alice Harikalar Diyarında’ki Dodo Kuşu’nun yarışında olduğu gibi: “Herkes kazandı ve herkes ödül almalı.” Her tür hiyerarşiyi reddettiğinizde, en sonunda geleneksel kuramlar kadar hoşgörüsüz olabilen bir tür liberal görecilik ortaya çıkabilir.
Tanrı varlığın kendisidir; koşulsuz, ezeli özdür
Ferrer bu zayıf noktanın farkındadır ve farklı seçenekler arasında hâlâ bir değerlendirme yapılabileceğinde ısrar eder – örneğin bir Quaker topluluğuna katılmakla Charles Manson’un tarikatı gibi suç örgütleri arasında. Bu değerlendirme için de, bir geleneğin “özgürleştirici gücünü” ölçüt olarak sunar. Yani bir geleneğin benmerkezcilikle ne kadar etkili biçimde mücadele ettiği, bireyin bedeniyle ve diğer bütünleyici yönleriyle bağını koparmasını ne ölçüde engellediği, ekolojik dengeyi, toplumsal ve ekonomik adaleti, dinî ve siyasî özgürlüğü, sınıf ve cinsiyet eşitliğini ve diğer temel insan haklarını ne ölçüde teşvik ettiği dikkate alınır.
Kısacası, bir manevi geleneğin San Francisco liberalizminin değerleriyle ne ölçüde örtüştüğüne bakılır. Ancak neden bu değerler esas alınmalı da başkaları alınmamalı? Eğer ortada nihai bir gerçeklik ya da mutlak bir hakikat yoksa, neden bu ölçütler ruhsal tercih kriterlerimiz olsun? Ferrer burada açıkça Batılı ve liberal bir önyargıyı yansıtmaktadır. Tümden görecilikten kaçınmak istiyorsak, bir tür sıralama ya da hiyerarşinin varlığı belki de kaçınılmazdır.
İkinci olarak, Ferrer’in çoğu ruhsal geleneğin öne sürdüğü tek ve nihai gerçeklik yerine, birden fazla “ruhsal yücelik” (spiritual ultimate) olduğunu ileri sürmesi beni rahatsız ediyor. Ya ölümden sonraki hayat? Hepimiz kendi inancımıza göre mi bir ölüm ötesi yaşam deneyimliyoruz? Hümanistler bir kez doğup sonra tamamen yok mu oluyor, Hristiyanlar cennet ya da cehenneme mi gidiyor, Budistlerse sonsuz bir döngüde mi yeniden doğuyor? Ferrer, gerçekliğin insanlar ile “Gizem” (the Mystery) arasındaki karşılıklı etkileşimle inşa edildiğini söyler; ancak onun çoğul gerçeklik anlayışı fazla insan-merkezli kalmakta, bu da ilahî olanın kudretini, aşkınlığını ve bizden bağımsızlığını gölgede bırakmaktadır.
Bu noktada, Amerikalı filozof David Bentley Hart’ın The Experience of God (2013) adlı eserinde ortaya koyduğu bir argümanı hatırlamak faydalı olabilir. Doğu Ortodoks geleneğinden gelen bir teolog olarak şaşırtıcı biçimde ezeli hikmetçi olan Hart, bu kitabında Huxley’nin Perennial Philosophy adlı eserini ilham kaynağı olarak kabul eder. Hart, teizmin eleştirmenlerinin sıklıkla tanrıları Tanrı’yla karıştırdığını savunur. Ruhsal çoklu evrende pek çok farklı güç ve tanrı bulunabilir; bunlarla çeşitli yollarla ilişki kurabiliriz. Ancak bunlar nihai varlıklar değildir; tıpkı bizim gibi geçici güçlerdir. Tanrı ise varlığın kendisidir; koşulsuz, ezeli özdür. Tüm varoluşun kaynağı ve evrenin temelidir.
Bu Varlık, zihinsel durumlarımıza ve kültürel beklentilerimize göre farklı şekillerde tezahür edebilir, hatta bu beklentilerle oynayabilir. Ancak yine de O, Bir’dir; Koşulsuz Olan’dır. Tanrı’yı yalnızca mistik deneyimlerle değil, aynı zamanda varlık ve bilinçle ilgili temel gerçeklerden yola çıkarak mantıksal çıkarımlarla da deneyimleyebiliriz.
Yine de, tüm dinlerin bir araya gelebildiği ortak zemin ancak bu denli soyut ve yüksek ilkeler düzeyinde mümkün olabilir. İngiliz ilahiyatçı Keith Ward’ın Religion in the Modern World (2019) adlı eserinde ifade ettiği gibi, bu tür soyut ilkeler “gerçek bir dinî bağlılık için fazla belirsizdir.” Ezeli hikmet yanlıları bile tek bir ortak “ezeli hikmet” anlayışında uzlaşmaz. Nitekim Huxley’nin kendisi de yaşamı boyunca görüşlerini değiştirmiştir: Başlangıçta daha katı, Vedanta etkili bir ezeli hikmet anlayışını savunurken, zamanla daha esnek, bedeni kabul eden bir Mahayana/Tantra anlayışına yönelmiştir.
Dinler ve felsefeler arasında ruhsal yakınlaşma
Ward, birbirine rakip dinî inançların bulunduğu bir dünyada, hoşgörüsüz dışlayıcılıkla her şeyin kabul gördüğü görecilik arasında bir denge kuran bir yaklaşım önerir. Bu tutuma “sempatik kapsayıcılık” denebilir (bu ifade Ward’a değil, bana aittir). Bu anlayış, birlikte pratik yapılabilecek bir ruhsal topluluğa sahip olmanın ve insanın kendini adanmış hissedeceği tek bir spiritüel yola bağlanmasının önemini savunur. Aksi takdirde, kişi yüzeyde kalır, derinleşemez. Bazı yolların diğerlerinden daha iyi görülmesinin kaçınılmaz olduğu bir durumda, insanların tercihleri hakkında yargıya varmak da doğaldır – örneğin, insan kurban edilmesini mazur göremem. Büyük ihtimalle kişi, kendi yolunu diğerlerinden üstün görür; aksi halde neden o yolda yürüsün?
Öte yandan, düşünmeye ve keşfetmeye açık biri, farklı geleneklerin spiritüel pratikleri arasındaki çarpıcı benzerlikleri fark etmeden duramaz – örneğin, Stoacılıkla Budizm arasındaki paralellikler beni oldukça etkiliyor. Yolculuğumuz boyunca diğer yollardan ve yolculardan öğrenebilir, başka geleneklerdeki bilgeliği –belki de ilahi bilgeliği– tanıyabiliriz. Tıpkı Dalay Lama’nın, dostu Desmond Tutu ile yaptığı buluşmalarda olduğu gibi, farklı dinlerin mensuplarıyla dostça ilişkiler kurabiliriz.
En önemlisi, Tanrı’nın ya da nihai gerçekliğin, mensubu olduğumuz herhangi bir dinden daha büyük olduğunu hatırlamak gerekir. İnsani anlayışın sınırlı olduğunu ve özellikle kesinlik iddiası, kibir ve hoşgörüsüzlük gibi günahlara açık olduğunu unutmamalıyız. Yol boyunca muhtemelen hepimiz şaşıracağız. Bu bakış açısına göre, dinlerarası diyalog yalnızca hoş bir ek etkinlik değil; önyargılarımızı aşarak hakikate daha derinden yaklaşmanın vazgeçilmez bir yoludur.
Elbette herkes bu türden bir kapsayıcılığı benimsemeyecektir. Bazı kişiler, “İsa ya da cehennem”, “Kur’an ya da cehennem” gibi keskin ikiliklerde ısrar edecektir. Bazı açılardan, bu tür katı dışlayıcılık sempatik kapsayıcılıktan çok daha etkili bir pazarlama stratejisi olabilir. Yine de, dünyanın yalnızca bir bölümü bile, kendi dininden vazgeçmeden diğer dinlerin bilgeliğine açık bir zihinle yaklaşabilse, dünya çok daha barışçıl ve yaşanabilir bir yer haline gelirdi. Aldous Huxley gibi ben de, her ne kadar günümüzde aksi yönde bir eğilim gözlemlense de, farklı dinler ve felsefeler arasında giderek artan bir ruhsal yakınlaşma ihtimaline hâlâ inanıyorum.
