Share This Article
Avrupa, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında kendini yeniden kurarken bir sonraki topyekûn kapışmanın hazırlıklarına 1920’lerde başlamıştı. Daha o günlerde, 1940’ların cepheleşmeleri için adımlar atılırken geleceğe yön verecek liderler tarih sahnesine adım atıyordu. Savaştan yenik çıkan ülkelerde faşizm, tepkili ve öfkeli kitleyi kendi saflarına katarken kapitalizm de ekonomik, kültürel ve sosyal bağlamda toplumları dönüştürüyordu.
Bu ortamda bir grup entelektüel, Frankfurt’ta gerçekleştirdiği toplantıyla daha sonra Frankfurt Okulu adıyla anılacak oluşumun temellerini attı. Theodor W. Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Walter Benjamin, Leo Löwenthal, Franz Neumann, Friedrich Pollock, Alfred Schmidt gibi isimlerin öncülük ettiği; “Toplumsal Araştırma Enstitüsü” ya da “Marksist Araştırma Enstitüsü”nün kuruluş amacı, sistem eleştirisiydi. 1917’de gerçekleşen Bolşevik Devrimi’nin giderek Stalinizme dönüşümünü, kapitalizm ve faşizmin toplumlara bir virüs gibi yayılışını felsefi ve sosyolojik açıdan incelemeyi, aklın düşüşünün nedenlerini ortaya koymayı, sınırsızlığı ve ölçüsüzlüğü eleştirmeyi kendine bir görev bilmişti enstitü temsilcileri. Teori ve pratik arasındaki ilişkinin ya da dengenin anlatımı, yine Frankfurt Okulu önemli amaçlarından biriydi.
Kapitalizm ve faşizmin benzer bir plan ve amaç doğrultusunda hareket ettiğini söylemişti Adorno, Horkheimer, Marcuse ve Benjamin: Kişileri, fire vermeden sisteme uyumlu hâle getirip bir bütün olarak toplumu yönetmek yani totalitarizm…
Max Horkheimer (1895-1973)
Tektipleştirilen bilime, insana ve düşünme biçimine karşı çıkıp toplumun bir süreç olduğunu söyleyen düşünürler, Frankfurt Okulu’nun alametifarikası Eleştirel Teori’yi hayata geçirmişti. Böylece inşa edilmeye başlanan ve kapitalizmin itici gücü hâline gelecek endüstriyel toplumu, aklın alçaltılışını, totalitarizmi, faşizmi, özgürlüklerin zorunluluklara indirgenişini ve kültürün endüstrileşmesini kıyasıya eleştirmişlerdi.
2yaka, her pazar haftanın öne çıkanlarını e-posta kutunuza taşıyor.
1920’lerden 1940’lardaki ABD sürgünlüğüne kadar Avrupa’da yaşayan ve bir kısmı 1949’da tekrar yurduna dönen enstitü üyeleri; savaş öncesinde, sırasında ve sonrasındaki yeniden kuruluş sürecinde olup bitenleri anlamayı, yorumlamayı ve anlatmayı hem felsefi bir görev hem de ahlaki bir sorumluluk saymıştı.
Stuart Jeffries, Büyük Uçurum Oteli’nde hem yukarıda özetlenen yakın geçmişi hem de Frankfurt Okulu temsilcilerinin çabasını anlatırken dünden bugüne miras kalan tartışmaları gündeme getiriyor.
Theodor W. Adorno
Yıkıntılar arasından doğan enstitü
Ortodoks Marksistler tarafından düşünürün ters yüz edildiği yönünde eleştiriler yöneltilse de Frankfurt Okulu üyeleri, fikirleriyle ve tavırlarıyla faşizmin Avrupa’daki politik boşluklara sızdığı ve Nazilerin Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisini kullanarak güçlendiği bir zamanda ortaya çıkmıştı. Bu, politik ve felsefi bir sökün ediş olduğu kadar hayatîydi de. Jeffries, fikirleriyle ve yaşamlarıyla beraber anlattığı Frankfurt Okulu üyelerinin; başta Avrupa olmak üzere, dünyadaki konumunu hatırlatıyor çalışmasında. Adorno’nun “esas eylem” dediği düşünmenin, enstitü bünyesinde üretilen fikirler olarak hayata nasıl karıştığını ve hangi karşılıkları bulduğunu da önemli bir kesimin “basiretsiz” ve “pasif” diyerek onları eleştirmesini de ortaya koyuyor. Yalnızca bunlar da değil, üyelerin ve enstitüye dışarıdan destek verenlerin birbirini nasıl eleştirdiği ve hatta zaman zaman kavgaya tutuştuğu dönemleri de anımsatıyor.
1930 ve 1940’larda faşizme ve Nazizme bakışta, daha doğrusu meselenin tasvirinde ortaklaşsa da üyelerin tarihsel bağlam ve çözüm konusundaki fikir ayrılıkları enstitünün önemli özelliklerinden. Mesela bu konuda Benjamin, Adorno, Horkheimer ve Habermas’ın atışmaları hayli meşhur. Avrupa’da kalanlar ve ABD’ye gidenler arasındaki gerilimin yanı sıra bazı üyelerin istihbarat servisleri için çalışmasından doğan kavgalar da öyle…
Jeffries, dedikoduların ve komplo teorilerinin ötesinde, Frankfurt Okulu’nun nasıl nefes almaya başladığını ve esas amacını özetliyor:
Frankfurt Okulu’nun gerçek hikâyesi aslında komplo teorisyenlerinin çığırtkanlığını yaptığı kadar gösterişli bir şey değil. Bu okul bir anlamda başarısızlığı, özellikle de 1919’daki Alman Devrimi’nin başarısızlığını anlayabilme amacıyla bir araya geldi. 1930’larda gelişip ilerledikçe neo-Marksist toplumsal analiz ile Freudyen psikanalitik kuramları birleştirerek Alman işçilerinin sosyalist devrimle kendilerini özgürleştirmek yerine neden öncelikle modern kapitalist tüketim toplumunun ve sonunda da kaçınılmaz olarak Nazizmin cazibesine kapıldığını anlamaya çalıştı.
Jeffries, enstitü üyelerinin ürettiği fikirleri ve giriştiği mücadeleleri anlatırken haklarında bilgiden çok kanaate dayanan ve büyük ölçüde yanlışlar içeren yorumları ayıklama amacıyla kaleme alıyor çalışmasını. Bir diğer amacı ise 1900’lerin başında hâli vakti yerinde ailelerden çıkıp gelerek Marksizme gönül veren enstitü üyelerinin, Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıntıları arasında dolaşırken kolay olanı seçmek veya çoğunluğa uymak yerine eleştiriye sarılıp hedef tahtasına konmasının, hatta sürgünde yaşamaya mecbur edilişinin hikâyesini anlatmak.
Herbert Marcuse
Zulmün uzağındaki son sığınağa doğru
Jeffries, enstitü üyelerinin yaşamlarıyla 1900’lerin başından itibaren, özellikle Avrupa’nın hâlipürmelalini paralel biçimde anlatıyor. Diğer bir ifadeyle politik-ekonomik-kültürel vaziyeti Frankfurt Okulu kurucularının ve üyelerinin geçmişiyle bir arada sunuyor okura.
1900’lerin başından itibaren topyekûn savaşa hazırlanan Avrupa’da; Adorno’nun, Benjamin’in, Marcuse’nin, Horkheimer’ın, Löwenthal’in, Pollock’un, Bloch’un, Scholem’in ve diğerlerinin, çocukluk ve ilkgençlik yıllarından itibaren savaş sonrasına uzanan hayat hikâyeleriyle enstitünün kuruluş zamanlarını bütünlüyor. Bu hikâyeye, ailelerinin hararetle savunduğu kapitalizme karşı çıkışları ve Marksizme yönelişleri de toplumsal eleştiri veya eleştirel kuram da dâhil elbette. Aynı zamanda, ailelere açılan isyan bayrakları ve politik manada hedef gösterilemeleri de söz konusu hikâyenin bir parçası.
Bütün bunların yanında Jeffries, Birinci Dünya Savaşı sonrası 1917 Devrimi’nin bir benzerinin neden Almanya’da tekrarlanmadığını düşünen Marcuse’nin hayal kırıklığından hareketle bir anekdot aktarırken 1930’ların sonundan itibaren faşizm ve Nazizmin enstitü üyelerinin hayatını nasıl değiştirdiğini hatırlatıyor:
Bundan onlarca yıl sonra, Frankfurt Okulu’nun ileri gelen aydınlarının Oidipal çatışmaları da dokunaklı bir son bulacaktı. Bu adamlar, baba otoritesine karşı çıkardığı bunca isyana rağmen, şimdi bu otoritenin çöküşüne ve Nazi yönetimi altındaki totaliter toplumda burjuva ailesinin yıkılmasına üzülüyordu.
Avrupa’da yükselen faşizm ve Nazizmle beraber, enikonu yaşama dâhil edilen antisemitizmden payını alan Frankfurt Okulu üyeleri, en az Alman diye nitelenen şehrin belediye binasına gamalı haç bulunan bayrağın çekilmesiyle Frankfurt’a da gölge düştüğünü görüyor. 1930’lara beş kala Benjamin’in Almanya’yı terk edişine dair bir not düşmüş Jeffries: “1925’te Benjamin, hem Berlin’i hem de gitgide daha da itici bir yer hâline gelen Almanya’yı terk etti; o Almanya ki bir yanında antisemitizm yükselişe geçmişken diğer yanında, sosyalist devrim ihtimali kaybolmaya başlamıştı.”
İşçi sınıfının dağınıklığından, sosyal demokratların sinikliğinden ve kapitalizmin içine düştüğü buhrandan yararlanan Naziler, kendilerini dikkatle izleyen enstitü üyelerini de gözüne kestiriyor aynı dönemde. Hitler ve avanesinin sonrasında estirdiği rüzgâr malûm. Bu rüzgâr, fırtınaya döndüğünde enstitü kapatılıyor ve üyeler, önce Almanya, ardından Avrupa dışına dağılıyor. Benjamin ise ABD’ye gitme fırsatı bile bulamadan faşizm dalgasının kurbanlarından biri oluyor. 1940’ların başından 1949’a dek ABD (New York ve Los Angeles), Jeffries’in ifadesiyle, “Frankfurt Okulu üyelerinin Nazi zulmünden kaçabildiği son uzak sığınağa dönüşüyor.”
20. yüzyılın en büyük filozoflarından biri olan Walter Benjamin.
ABD’deyken Hollywood ile UFA (Nazi Film Stüdyosu) arasında statüko propagandası bağlamında bir benzerlik kurmaktan geri durmuyor Adorno ve Horkheimer. Kültür endüstrisi söyleminin temelini böylece atıyorlar ve gerisi de hızla geliyor. Bu dönemde, bir yandan ortak düşmana karşı işbirliği yaparken diğer yandan ABD’deki kurulu düzeni eleştirmeye koyuluyorlar. Hâliyle muhafazakâr ve milliyetçi ABD’lilerin tepkisiyle karşılaşıyorlar.
Gerilimler ve yeni söylemler
Üçüncü Reich’ı paranteze alan ve soykırımlar hiç olmamış gibi yaşayan önemli bir kitlenin varlığı karşısında Frankfurt Okulu üyelerinin şaşkınlığını da 1950’lerden itibaren sertleştirdikleri kapitalizm eleştirisini de yine anekdotlar eşliğinde anlatıyor Jeffries. Bunlarda, Habermas’ın Adorno’ya ve Horkheimer’a getirdiği eleştiriler, Fromm öncülüğünde Eros’un uykusuna ve uyanışına dair belirlemeler, dünyayı ikiye bölen politikalar ve duvarlara ilişkin yorumlar, Marksizme bakış açılarının çeşitlenmesi, tüketim ve kapitalizm yergileri, tartışma ve kavgalar, ütopyalar (Marcuse) ve gerçeklerin yarattığı bunalımlar (Adorno) arasındaki gerilimlerin yanı sıra 1968’de başlayan isyanlara farklı yaklaşımlar bulunuyor. Dahası, 1960’lardan itibaren sazı eline alan Habermas’la Frankfurt Okulu’nun kendini yenilediği, hatta düşünürün dinle ilgili sert fikirlerini yumuşatmasıyla yeni bir dönemin başladığını hatırlatıyor yazar.
Leo Löwenthal, 1932’de çıkardığı “Zeitschrift für Sozialforschung” dergisinin yöneticiliğini ve editörlüğünü yaptı. Heterodoks ve bağımsız Marksistler, psikanaliz gibi yeni entelektüel akımlara açık ve ağırlıklı olarak Yahudilerden oluşan Enstitü’nün üyeleriyle birlikte, Adolf Hitler 1933’te iktidara geldiğinde hızla Almanya’dan uzaklaştı.
Jeffries, 1900’lerden başlattığı, sonra 1920’lerden faşizm ve savaş yıllarına getirdiği, zamanın sıfırlandığı 1945’e ve 1950’lerdeki yeniden yapılanma dönemine ulaştırdığı, 1960’lardan itibaren başka bir dünyayı yorumlayan ve 1980’lerden 2000’lere kadarki hızlı değişimi anlamaya uğraşanlarla yola devam eden Frankfurt Okulu’nu ve üyelerinin hikâyesini ortaya koyuyor Büyük Uçurum Oteli’nde. Kitabın sonunda 1920’lerden günümüze uzanan bir yorumla karşımıza çıkarken düşünürlerin fikirlerinin güncelliğini ve değerini anımsatıyor:
Adorno ve Horkheimer, Twitter üzerinden parodileştirilecek ya da sosyal medya profilleri açacağı günleri görecek kadar yaşamadı. Ama yaşasalardı bugün İnternet’in sunduğu şeylerin çoğunu, kültür endüstrisinin ‘her zaman aynı olan şeyler üzerinden seçme özgürlüğü sunması’ şeklinde ifade ettikleri görüşlerinin onaylanması diye görürlerdi. (…) Kişiye özel hâle getirilen, mutlu rastlantıları yok eden, onurla dalga geçen ve insan özgürlüğünü korkunç bir beklentiye dönüştüren özelleştirilmiş bir kültür içinde Frankfurt Okulu’nun en iyi yazılarından, özellikle farklı düşünmenin imkânsızlığı ve gerekliliği konusunda öğreneceğimiz hâlâ çok şey var.
Büyük Uçurum Oteli, Stuart Jeffries, Çeviren: Banu Karakaş, Minotor Kitap, 496 s.